Uçurum İnsanları üzerinde güneş batmayan ülke olarak bilinen İngiliz İmparatorluğu’nun karanlık yüzüne dair birinci elden bir tanıklık…
Jack London 1902 yılında, birkaç aylığına şehrin yoksul semtlerinden Doğu Yakası’nda yaşamak üzere Londra’ya gelir ve halktan biri gibi zaman geçirir. Burada, işçi hareketinin büyük bedeller pahasına kazandığı hakların hiçe sayıldığı bir ortamla, insan onuruna yakışmayan büyük bir fakirlik ve sefaletle karşılaşır. Karnını doyurmak için kaldırımda bulduğu meyve çöplerini yiyen aç insanlar, hastalıkların ve pisliğin kol gezdiği sokaklarda uyuyan evsizler, başıboş bırakılmış bitkin ve sahipsiz çocuklar, hepsi dehşet verici bir çukurun içine düşmüş gibidir. İlk sayfasından itibaren okuru içine çeken Uçurum İnsanları, zenginlik ve refahın gerisindeki yoksulluğu doğrudan ve çarpıcı gözlemlerle anlatıyor.
“Başka hiçbir kitabım için yoksulların ekonomik açıdan aşağılanmasını inceleyen Uçurum İnsanları kadar kalp ağrısı çekip gözyaşı dökmedim.”
Jack London
ÖNSÖZ
Bu kitapta anlattığım tecrübeler, 1902 yazında başımdan geçti. Londra’nın yeraltı dünyasına indiğim zamanki düşünce tarzım, bir kâşifin düşünce tarzına benzetilebilir en çok. Daha önce burayı görmemiş kişilerin öğretilerine ya da önceden gidip görmüş kişilerin sözlerine değil, kendi gözlerimin tanıklığına itibar etmeye hazır haldeydim. Ayrıca yeraltı dünyasındaki hayatı ölçüp biçmekte kullanacağım basit bir ölçüt almıştım yanıma. O da şuydu: Daha fazla yaşam, fiziksel ve ruhsal enerji için yapılmış her şey iyiydi; daha az yaşam için yapılmış, inciten, gelişimi kısıtlayan, hayatı tahrif eden her şey kötüydü.
Çoğunlukla kötü şeyler gördüğüm, okuyucuya malum olacaktır zaten. Ancak bahsettiğim günlerin İngiltere’de “iyi zamanlar” olarak kabul edildiği de unutulmamalıdır. Karşılaştığım açlık ve barınaksızlık, en büyük refah dönemlerinde bile ortadan kalkmamış müzmin bir sefalet hali teşkil ediyordu.
Söz konusu yaz mevsimini sert bir kış takip etti. Yığınla işsiz insan, her seferinde bir düzineyi bulan kafileler oluşturuyor, günbegün Londra sokaklarını arşınlayarak ekmek için bağrışıyorlardı. 1903’ün Ocak ayında New York Independent’a yazan Justin McCarthy, durumu şöyle özetliyordu:
“Düşkünevlerinde, her gün kapılarını aşındırıp yemek ve kalacak yer diye yalvaran aç kalabalıkları koyacak yer kalmamış. Londra’nın arka sokaklarındaki çatı katlarında, kilerlerde kıvranan insanlara yiyecek bulmaya çalışan hayır kurumları, tüm kaynaklarını tüketmişler. Selamet Ordusu’nun* Londra’nın değişik bölgelerindeki karargâhları gece gündüz işsizlerin, açların kuşatması altında; bunlara ne barınak ne de gıda sağlanabiliyor.”
İngiltere’deki vaziyete dair eleştirilerimin fazla karamsar olduğunu ileri sürenler var. Kendimi mazur göstermek için iyimserler arasında en iyimser kişinin ben olduğumu söylemek zorundayım. Fakat ben insanlığı, bireylerden ziyade politik bileşimlerle değerlendiririm. Toplum büyür, politik makineler ise parçalanıp “hurda” olur. Erkekler, kadınlar, sağlık ve mutluluk söz konusu olduğunda İngilizler için ferah, güleç bir gelecek öngörüyorum. Ama şu anda çok kötü yönetilen politik mekanizmalar için, bir hurda yığınına dönüştürülmekten gayrısını öngöremiyorum.
JACK LONDON
Piedmont, California
1. İNİŞ
“Fakat yapamazsın bunu, biliyorsun,” diyordu, Londra’nın Doğu Yakası’na gitmek meselesinde yardımına başvurduğum arkadaşlarım. Aklını bir kenara koymuş halde onlara gelen bu delinin psikolojik süreçlerine uyum göstermeye çalışmanın sıkıntısı içinde, “Bir rehber bulmak için polise git en iyisi,” diye ekliyorlardı.
“Polise gitmek istemiyorum,” diyerek direndim. “İstediğim şey Doğu Yakası’na dalmak, olup biteni kendi gözlerimle görmek. Bu insanların nasıl yaşadıklarını, niçin orada yaşadıklarını ve ne için yaşadıklarını öğrenmek istiyorum. Kısacası, ben kendim de orada yaşayacağım.”
Herkes büyük bir memnuniyetsizlikle, “Orada yaşamak istemezsin!” diyordu, “insan hayatının beş paralık değeri yokmuş o yerlerde.”
“Ben tam da o yerleri görmek istiyorum,” diye sözlerini kesiyordum.
“Ama yapamazsın, biliyorsun işte,” deyip duruyorlardı.
Anlayışsızlıklarına hafiften sinirlenerek, “Bunun için gelmedim size,” diyordum ters ters. “Burada yabancıyım; Doğu Yakası’na dair ne biliyorsanız bana anlatın ki nereden başlayacağımı bileyim.”
“Doğu Yakası hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Oralarda bir yerde işte.” Gün doğumunu arada bir görebileceğiniz yöne doğru ellerini sallıyorlardı.
“O zaman Cook’s şirketine gideyim,” dedim.
“Ah, tabii,” dediler rahatlayarak. “Onlar bilir elbette.”
Ama ey Cook, ey Thomas Cook & Son, dünyanın her yerini keşfeden, seyahat yolları açan, şaşkın seyyahlara ilkyardım hizmeti veren ayaklı yön tabelaları; siz beni hemen tereddütsüzce, kolaylık ve süratle Afrika’nın en karanlık yerlerine ya da Tibet’in göbeğine gönderebilirken, Londra’nın Doğu Yakası’na, Ludgate Meydanı’ndan bir taş atımı mesafeye giden yolu bilmiyor musunuz!
Cook’s şirketinin Cheapside bürosundaki seyahat danışmanı, “Bunu yapamazsınız, biliyorsunuz,” dedi. “Hiç –öhö, şey– alışılmış bir istek değil.”
Israr ettiğimde, “Polise başvurun,” dedi yetkeli bir sesle. “Gezginleri Doğu Yakası’na götürmeye alışkın değiliz. Bizden bunu talep eden hiç olmadı; o mahalleyi hiç bilmiyoruz.”
Bu karşı çıkış rüzgârıyla bürodan dışarı savrulmamak için, “Dert etmeyin,” dedim, “benim için yapabileceğiniz bir şey var. Önce niyetimin ne olduğunu anlamanızı istiyorum; böylece başım derde girdiği takdirde kimliğimi teşhis edebilirsiniz.”
“Ha, anlıyorum! Yani cinayete kurban giderseniz, cesedinizi biz teşhis edeceğiz.”
Bunu öyle şen, öyle serinkanlı bir tavırla söylemişti ki, kaskatı kesilmiş, biçimi bozulmuş kadavramı bir levhaya yatırılmış halde gördüm; serin sular tıpır tıpır damlıyor, bu adam üzerime eğilmiş, üzüntü ve sabırla, Doğu Yakası’nı görmek isteyen kaçık Amerikalının vücudunu teşhis ediyordu.
“Yok yok,” diye yanıtladım, “olur da ‘aynasızlar’la başım derde girerse beni teşhis etmeniz için.”
Bunu söylerken içim ürperdi; yerel argoya hâkim olmaya başlamıştım.
“Bu Merkez Büro’nun değerlendireceği bir konu,” dedi.
Özür diler gibi, “Böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştık, anlarsınız ya,” diye ekledi.
Merkez Büro’daki adam kem küm ederek, “Müşterilerimize dair hiçbir bilgi vermeme kuralımız var,” diyordu.
“Ama şu durumda,” diye üsteledim, “bu bilgileri vermenizi bizzat müşteriniz istiyor.”
Adam hâlâ kem küm ediyordu.
“Tabii,” diye devam ettim, onun ne diyeceğini kestirerek, “böyle bir şeyle hiç karşılaşmadığınızı biliyorum, ama–”
Adam, “Ben de böyle bir şeyle hiç karşılaşmadığımızı söyleyecektim,” diye bildiğini okumayı sürdürdü. “Size yardımcı olabileceğimizi sanmıyorum.”
Bununla birlikte, oradan Doğu Yakası’ndaki bir dedektifin adresini alarak ayrıldım ve Amerikan Başkonsolosluğu’na gittim. Burada nihayet “iş yapabileceğim” birini bulmuştum. Kem küm etmiyor, kaşlarını kaldırmıyor, şüpheyle ya da hayretle yüzüme bakmıyordu. Bir dakika içinde ne yapmak istediğimi açıkladım, o da bunu gayet olağan karşıladı. İkinci dakikada yaşımı, boyumu, ağırlığımı sordu ve beni şöyle bir süzdü. Üçüncü dakikada el sıkışıp ayrılırken şöyle dedi: “Tamamdır, Jack. Seni aklımda tutacağım ve izini kaybetmeyeceğim.”
Rahat bir nefes aldım. Gemileri yakmıştım artık; görünüşe göre kimsenin hakkında bir şey bilmediği bu insan ıssızlığına özgürce dalabilecek haldeydim. Fakat yeni bir zorluk olarak, karşıma arabacım çıktı bu kez; bu favorileri kırlaşmış pek terbiyeli şahsiyet, hiç istifini bozmadan beni birkaç saat boyunca “Şehir”de dolaştırmıştı.
Koltuğuma oturup “Doğu Yakası’na gidelim,” diye buyurdum.
Adam samimi bir şaşkınlıkla “Nereye beyim?” diye sordu.
“Doğu Yakası’na; neresi olursa. Haydi.”
Arabacı birkaç dakika boyunca amaçsızca yol aldı, sonra ne yapacağını bilemez halde durakladı. Kafamın üstü açıktı; arabacı zihni karışmış halde yukarıdan bana bakıyordu.
“Şey, nereye gitmek istiyordunuz?”
“Doğu Yakası,” diye tekrarladım. “Özel bir yer yok. Beni herhangi bir yerinde bırak.”
“Fakat adres nedir beyim?”
“Bana bak!” diye gürledim. “Beni hemen Doğu Yakası’na götür!”
Bir şey anlamadığı belliydi, ama kafasını geri çekti ve homurdanarak atını dehledi.
Londra’nın sokaklarında insan yoksulluğun sefil görüntülerinden kaçamaz; herhangi bir noktadan beş dakika yürüdüğünüzde yoksul bir mahalleye varırsınız. Lakin arabamın şimdi girdiği yoksul mahalle, bitmek bilmiyordu. Sokaklarda yeni, farklı bir insan ırkı dolaşıyordu; bunlar meymenetsiz, perişan, içkici tiplere benziyorlardı. Kilometreler boyunca bakımsız tuğla evlerin yanından geçtik; her ara sokakta, bir sefil tuğla ev dizisi görülüyordu. Ötede beride yalpalayarak gezen sarhoş erkekler, kadınlar vardı; hava ağız dalaşlarının, atışmaların sesleriyle kirlenmişti. Bir pazar yerindeki ihtiyar kadınlar, erkekler çamura atılmış çöplerin içinde bozuk patates, fasulye, sebze arıyordu; çocuklarsa çürük bir meyve yığınının etrafına sinekler gibi toplanmışlar, kollarını omuzlarına kadar kokuşmuş sıvıların içine sokuyorlar, henüz tamamen bozulmamış parçaları alarak oracıkta mideye indiriyorlardı.
Yol boyunca tek bir at arabasına rastlamadım; bindiğim araba bundan daha güzel başka bir dünyadan bir görüntü gibiydi; yanımızda ve ardımızda çocuklar koşuyordu. Baktığım her yerde tuğladan duvarlar, çamurlu kaldırımlar, çığlık çığlığa sokaklar görüyordum; hayatımda ilk kez kalabalık korkusu çöktü içime. Deniz korkusuna benziyordu; bu sefil insan yığını ve üst üste sokaklar, çevremde çırpınan ve kabarıp üstüme boşanacak gibi görünen geniş, kötü kokulu bir deniz gibiydi.
“Stepney, beyim; Stepney İstasyonu,” diye seslendi arabacım.
Etrafa bakındım. Burası gerçekten bir tren istasyonuydu; arabacı çaresizce, bütün bu ıssızlık içinde adını duyup aşina olduğu tek noktaya getirmişti beni.
“Ya,” dedim.
Ağzından tükürük saçarak bir şeyler geveliyor ve pek zavallı görünüyordu. “Buranın yabancısıyım,” demeyi başardı. “Stepney İstasyonu’nu istemezseniz, lütfen söyleyin nereye gidelim.”
“Söyleyeceğim,” dedim. “Sürmeye devam et; gözünü dört aç da kullanılmış giysi satan bir mağaza bulalım. Böyle bir mağaza görürsen köşeyi dönünceye kadar sürmeye devam et, sonra durup beni indir.”
Adamın ücretinden yana kuşkulanmaya başladığını görebiliyordum, ama çok geçmeden atları dizginledi ve biraz geride kullanılmış giysiler satan bir mağaza bulunduğunu bildirdi bana.
“Paramı verir misiniz?” diye yalvardı. “Borcunuz yedi şilin altı peni.”
“Tabii,” diyerek güldüm. “Ondan sonra seni bir daha bulamam.”
“Allah canımı alsın, asıl paramı vermezseniz beni bir daha bulamazsınız.”
Fakat arabanın etrafına paçavralar içinde bir sürü adam toplanmıştı bile; tekrar gülerek eski elbise mağazasına doğru yürüdüm.
Burada temel zorluğum, mağaza sahibine gerçekten eski elbiseler istediğimi izah etmek oldu. Fakat adam bana boşu boşuna yeni, giymeme olanak bulunmayan ceketler, pantolonlar dayatmaya çalıştıktan sonra, gizemli bir tavra bürünüp karanlık bakışlar atarak, yığınla eski elbiseyi gün yüzüne çıkarmaya başladı. Belli ki “planımı çakozladığını” anlamamı istiyordu; böylece gözümü korkutup aldığım mallar için bana yüklü bir bedel ödetecekti. Başı belada olan biri veya suyun öte yakasından üstsınıfa mensup bir suçlu olduğumu tahmin ediyordu – her halükârda polisten saklanmaya çalışan biriydim besbelli.
Fakat malların fiyatıyla asıl değerleri arasındaki korkunç fark yüzünden çekiştim onunla; sonunda fikrini değiştirip zorlu bir müşteriyle sıkı bir pazarlığa razı oldu. Nihayetinde epey giyilmiş ama dayanıklı bir pantolon, tek düğmesi kalmış bir ceket, kömür kürerken giyildiği belli olan bir çift kaba kundura, ince bir deri kemer ile çok kirli bir kasket seçtim. İç çamaşırlarımla çoraplarım yeniydi ve sıcak tutuyordu gerçi ama her bahtı kara, evsiz barksız Amerikalı’nın olağan şartlarda edinebileceği türdendi.
Nihayet anlaştığımız üzere on şilini uzattığımda, mağaza sahibi yapmacık bir hayranlık gösterisiyle, “Valla pek sıkı pazarlık ettin,” dedi. “Hele Petticut Lane’e* bir git de bak. Bu pantolonu en az beş şiline satarlar, herhangi bir rıhtım işçisi bu ayakkabılara iki buçuk öder. Ceketi, kasketi, yepyeni ateşçi fanilasını ve diğer şeyleri saymıyorum.”
Birden “Peki sen kaça alırsın bunları?” diye sordum. “Hepsine on şilin ödedim, gel sekiz şiline tekrar sana satayım. Haydi, alıyor musun?”
Fakat adam sırıtarak başını iki yana salladı. Anladım ki, ne kadar iyi pazarlık etmiş olsam da, yine o baskın çıkmıştı.
Arabacıyla bir polis memurunu kafa kafaya vermiş halde buldum. Polis bana keskin bir bakış fırlattıktan, bilhassa koltukaltımdaki bohçaya dikkatle baktıktan sonra dönüp gitti ve beni, artık sabrı tükenmiş haldeki arabacıyla başbaşa bıraktı. Borcum olan yedi şilin ve altı peniyi ödemeseydim, artık şuradan şuraya bir adım bile atmayacaktı. Parasını alınca, beni dünyanın öteki ucuna bile götürmeye hazır olduğunu söyleyip özür üstüne özür dileyerek, Londra’da çok tuhaf müşterilerle karşılaştığını açıkladı.
Ne var ki beni, ancak valizlerimin durduğu Kuzey Londra’daki Highbury Vale’e kadar götürdü. Ertesi gün burada ayakkabılarımı (hafiflikleri ve rahatlıklarından ötürü üzüntü duyarak) çıkardım; yumuşak, gri renkli seyahat elbisemi ve üstümdeki her şeyi de. Kim olduğunu asla kestiremeyeceğim başka adamların giysilerine büründüm. Bu paçavraları acıklı bir bedel karşılığı vermek zorunda kaldıklarına göre, hakikaten çok talihsiz olmalıydılar.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıUçurum İnsanları
- Sayfa Sayısı198
- YazarJack London
- ISBN9789750514418
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Amerika ~ Franz Kafka
Amerika
Franz Kafka
Amerika, Franz Kafka’nın yazmaya başladığı ilk romandır. Fakat yazar, 1911 yılının sonundan 1914 yılına kadar aralıklarla üzerinde çalıştığı ve Der Verschollene (Kayıp Kişi) başlığını...
- Meyhane ~ Emile Zola
Meyhane
Emile Zola
Meyhane, yayınladığı yıllarda Fransa’da büyük bir tartışma başlatır. Fransız yazaları birbirine düşüren roman, ülkenin edebiyat dünyasını da ikiye böler. Ama yazarını ne kadar olumsuz...
- Şeytanın Nefesi ~ David Gilman
Şeytanın Nefesi
David Gilman
Tehlikeli Bölge serisi Şeytanın Nefesi ile başlıyor Zengin elmas yatakları ve eşsiz güzellikteki doğasıyla ilgi çeken bir ülke: Namibya. Bu toprakları kendi çıkarları için...