“Babam bana beni sevdiğini hiç söylemedi, annem de. Ve ben bunda bir güzellik görüyorum. Annemle babamın beni sevdiğini icat etmek zorunda kaldığım sürece de gördüm.”
Hayatının ortasında bir yol ayrımında olan bir adam, köklerini, sonunda vardığı yeri ve ailesinin yok oluşunu düşünür. Muazzam bir kargaşa içinde oturup yazmaya başlar. Hayaletlerle dolu anılarının arasından çocuklarıyla olan ilişkisine yön vermeye çalışır. Manuel Vilas, Prix Femina ödüllü kitabı Ordesa’da dürüst bir anlatımla büyük bir kaybın kimliğini araştırıyor.
“Yürek burkan, görkemli ve cesur bir kitap.”
Javier Cercas
“Etkileyici ve canlı sahnelerle dolu bir roman. Anıları yaşatmaya adanmış bir hayatın bedelleriyle karşıkarşıya kalan bir adamın silinmez portresi.”
The Publishers Weekly
Bana onca şey veren hayata teşekkürler
Bana gülmeyi verdi ve ağlamayı
Bu sayede ayırt ediyorum sevinci ve üzüntüyü
Benim şarkım da bu ikisinden oluşuyor
Sizin şarkınız da öyle, zaten ikisi de aynı şarkı
Herkesin şarkısı da öyle, zaten benim şarkım herkesin şarkısı
VIOLETA PARRA
1
Keşke insanın acısı muğlak kelimelerle değil de net sayılarla ölçülebilseydi. Keşke ne kadar acı çektiğimizi bilmenin bir yolu olsaydı, acının maddesi ve ölçüsü bulunsaydı. Her insan günün birinde hiçbir ağırlığı olmadan dünyadan geçip gidecek olmasıyla yüzleşir. Buna katlanamayanlar vardır; ben asla katlanamayacağım. Hiç katlanamadım. Madrid’e bakıyordum, şehrin sokaklarının, evlerinin ve insanlarının gerçekdışılığı vücuduma işliyordu. Bir ecce homo’ydum, işte insan. Hayatı anlamadım. Diğer insanlarla sohbetlerim sıkıcı, yavaş, yaralayıcı bir hal aldı. Başkalarıyla konuşmak canımı acıtıyordu. İnsanların yaptığı ve yapacağı tüm sohbetlerin faydasızlığını görüyordum. Daha sürerken bile unutulduklarını… Düşüşten önceki düşüş. Sohbetlerin beyhudeliği, konuşanın beyhudeliği, cevap verenin beyhudeliği. Dünyanın var olabilmesi için üzerinde anlaşmaya varılan beyhudelikler. Babamı tekrar düşünmeye o zaman başladım. Çünkü düşündüm ki, babamla yaptığım sohbetler dışında gösterilen çabaya değecek sohbet yok. Her şeyin tükenişinin ortasında durup dinleneceğim bir an yakalamayı beklerken, o sohbetlere geri döndüm. Beynim fosilleşiyordu galiba, basit zihinsel işlemleri gerçekleştiremiyordum. Araba plakalarındaki numaraları topluyordum ve o matematik işlemi beni derin bir kedere gömüyordu. İspanyolca konuşurken hata yapıyordum. Cümle kurmam zaman alıyordu, sessizleşiyordum ve karşımdaki kişi bana acıyarak ya da hor görerek bakıyor, cümlemi bitiren de o oluyordu.
Kekeliyor ve aynı cümleyi bin kez tekrarlıyordum. Belki de o duygusal disfemide bir güzellik vardı. Babama hesap sordum. Sürekli olarak babamın hayatını düşünüyordum. Onun hayatında benimkine dair bir açıklama bulmaya çalışıyordum. Dehşete düşmüş, sanrılar gören birine dönüşmüştüm. Aynada kendime bakıyor ve kendi yaşlanmamı değil, dünyadan çoktan göçüp gitmiş başka birinin yaşlanmasını görüyordum. Babamın yaşlanmasını görüyordum. Böylece onu kusursuz şekilde hatırlayabiliyordum. Sadece aynada kendime bakmam yeterliydi, sanki bilinmeyen bir dini ritüel, bir şaman ayini, tersyüz edilmiş bir teolojik düzendeydim de o beliriyordu karşımda. Babamla aynada yaptığım buluşmalarda neşe ya da mutluluk yoktu; acının vidaları biraz daha sıkılıyor, çöküş biraz daha derine gidiyor, konuşan iki cesedin vücut sıcaklıkları biraz daha azalıyordu sadece. Görünmek üzere yapılmayanı görüyorum, bütün kapsamıyla ölümü ve maddenin özünü görüyorum, her şeyin evrensel ağırlıksızlığını görüyorum. Teresa de Ávila’yı okuyordum, kadının aklına da benim aklıma gelenlere benzer şeyler geliyordu. O onlara başka isim takıyordu, ben başka. Yazmaya koyuldum, sadece yazarak insan vücutlarından, sokaklardan, şehirlerden, politikadan, iletişim araçlarından, olduğumuz şeyden yayılan onca karanlık mesajdan uzaklaşabiliyordum. Olduğumuz şeyin büyük hayaleti: doğadan uzak bir yapı. Büyük hayalet başarılı: İnsanlık, onun varlığından emin. Benim sorunlarım da orada başlıyor. 2015’te tüm gezegende dolaşıp virüs gibi insan toplumlarında yayılan bir keder vardı. Beyin tomografisi çektirdim. Bir nöroloğa göründüm. İriyarı, kel, tırnakları bakımlı, beyaz önlüğünün altına kravat takmış bir adamdı. Bana birkaç test yaptı. Beynimde hiçbir gariplik olmadığını söyledi. Her şey yolundaydı. Ve bu kitabı yazmaya başladım. Ruh halimin, İspanya’nın kuzeyinde Ordesa adında, dağlık bir yerde gerçekleşen bir şeyin silik bir anısı olduğunu düşündüm; sarı bir anıydı bu, sarı renk Ordesa’nın adını istila ediyordu ve Ordesa’nın arkasından babamın 1969 yazındaki görüntüsü seçiliyordu.
Bir yer olan bir ruh hali: Ordesa. Ve ayrıca bir renk: Sarı. Her şey sarı renge büründü. Şeylerin ve insanların sarıya bürünmesi, tutarsızlığa ya da hınca doydukları anlamına geliyor. Acının rengi sarı, bunu söylemek istiyorum. Bu kelimeleri 2015 yılının 9 Mayıs günü yazıyorum. Yetmiş yıl önce Almanya koşulsuz teslim anlaşmasını imzalıyordu. Birkaç gün içinde Hitler’in fotoğraflarının yerini Stalin’inkiler alacaktı. Tarih aynı zamanda pişmanlıkları olan bir gövde. Elli iki yaşındayım ve kendi kendimin tarihiyim. İki oğlum şu anda eve giriyor, tenis oynamaktan geliyorlar. Berbat bir sıcak var. Sıcağın ısrarı, insanların ve gezegenin üstüne sürekli gelişi. Ve sıcağın insanlık üzerindeki artışı. Sadece iklim değişikliği değil, bize tarihi hatırlatan bir şey, bir nevi eski mitlerin yeni mitler üzerindeki intikamı. İklim değişikliği kıyametin yeni adından başka bir şey değil. Kıyameti seviyoruz. Genlerimizde taşıyoruz onu. Oturduğum daire kirli, tozla kaplı. Birkaç kez temizlemeye çalıştım ama imkânsız. Temizlik yapmayı hiç beceremedim; çaba göstermediğimden değil. Belki de genlerim aristokrasiye dayanıyordur. Gerçi bu bana pek de olanaklı gelmiyor. Adını şu anda hatırlamadığım, İspanya’nın kuzeyinde bir şehirde, Ranillas Bulvarı’nda oturuyorum: Burada sadece toz, sıcak ve karınca var. Bir süre önce evimi karıncalar bastı, onları elektrik süpürgesiyle öldürdüm; süpürgenin içinde yüzlerce karınca… Kendimi meşru bir soykırımcı gibi hissettim. Mutfaktaki tavaya bakıyorum. Yağ tavada katılaşmış. Yıkamam lazım. Çocuklarıma ne yedireceğimi bilmiyorum. Yemeğin bayağılığı. Pencereden bir Katolik kilisesi görülüyor, üstüne güneşin gözüpek ışığı, Tanrısız ateşi vurmuş. Tanrı’nın sanki kara, pis, sefil bir topmuş, çürümüş bir çöpmüş gibi doğrudan yeryüzünün üzerine gönderdiği güneşin ateşi. Güneşin çöpünü görmüyor musunuz?
Sokakta insan yok. Benim oturduğum yerde sokaklar değil, toprakla ve ölü çekirgelerle dolu boş kaldırımlar var. İnsanlar tatile gitti. Plajlarda denizin keyfini çıkarıyorlar. Ölü çekirgeler de aile kurdu ve bayramları, Noel’i ve doğum günlerini kutladı. Hepimiz varoluş tüneline girmiş zavallı insanlarız. Varoluş bir ahlaki kategori. Var olmak bizi, yapmaya, her ne olursa olsun bir şeyler yapmaya zorluyor. Hayatta farkına vardığım bir şey varsa o da tüm erkekler ve kadınlar olarak tek bir varoluşa ait olduğumuzdur. Bu tek varoluş günün birinde siyasi temsile sahip olacak ve o gün ileriye doğru bir adım atacağız. Ben göremem. Hiçbir zaman göremeyeceğim ve şu anda zaten gördüğüm o kadar çok şey var ki. Hep bir şeyler gördüm. Hep bana ölülerden bahsettiler. O kadar çok şey gördüm ki, gelecek sanki komşuymuşuz, hatta arkadaşmışız gibi benimle konuşmaya başladı. O varlıklardan, hayaletlerden, ölülerden, ölmüş anne-babamdan, onlara duyduğum sevgiden, o sevginin yok olmamasından bahsediyorum. Kimse sevginin ne olduğunu bilmiyor.
2
Boşandıktan sonra (bir yıl önceydi, gerçi net olarak zamanını bilen yok, çünkü bir tarih değil bir süreçti, resmi olarak bir tarihi olsa bile, yasal açıdan belirli bir gün olabilir; her halükârda, çok sayıda önemli tarihin göz önüne alınması gerekir: Boşanmayı ilk düşündüğünüz sefer, ikinci sefer, seferlerin üst üste birikmesi, düşünülen şeyi güçlendiren anlaşmazlıklar, tartışmalar ve üzüntülerle dolu olayların üst üste birikmesi, ve sonunda evi terk etmen, ve bu ayrılış belki de yasal açıdan bakıldığında sona benzeyen su götürmez bir yasal durumla sonuçlanan olaylar şelalesini hızlandıran şeydir; yani yasal bakış açısıdır, neredeyse uçurumda bir pusula, mantık sunan bir bilime ihtiyaç duyduğumuz ölçüde, bir kesinlik ilkesidir) yıllar önce olduğum erkeğe dönüştüm, yani bir paspas, fırça ve bol miktarda temizlik ürünü satın almak zorunda kaldım.
Sitenin kapıcısı kapıdaydı. Biraz konuştuk. Bir futbol maçıyla alakalı bir şeyler. Başka insanların hayatını da düşünüyorum. Kapıcı Asyalı bir ırktan ama Ekvador vatandaşı. Çok uzun süredir İspanya’da, Ekvador’u hatırlamıyor. İçten içe benim evimi kıskandığını biliyorum. Hayatın ne kadar kötü giderse gitsin hep seni kıskanan birileri vardır. Bir tür kozmik istihza. Oğlum evi temizlememe yardım etti. Tozla kaplı bir sürü mektup vardı. Bir zarfı eline alınca neredeyse toprağa dönüşmek üzere olan tozun parmak uçlarında bıraktığı o pis hissi fark ediyordu insan. Solmuş eski aşk mektupları vardı, masum ve sevgi dolu gençlik mektupları, oğlumun annesinin yani eskiden karım olan kişinin mektupları. Oğluma onları anılar çekmecesine koymasını söyledim. Babamın fotoğraflarını ve annemin bir cüzdanını da oraya koyduk. Bir nevi anı mezarlığı. Bakışlarımı o nesnelerde tutmak istemedim ya da tutamadım. Onlara aşkla dokundum ve acıyla. “Bütün bunlarla ne yapacağını bilmiyorsun, değil mi?” dedi oğlum. “Dahası da var; faturalar, önemli gibi görünen evraklar, mesela sigorta belgeleri, bankadan gelen mektuplar falan var” dedim ona. Bankalar iç karartıcı mektuplarla posta kutunuzun içine eder. Bir yığın banka ekstresi. Bankadan gelen mektuplar beni geriyor. Neyseniz onu söylemek için geliyor bunlar. Sizi var olmayan anlamınız hakkında düşünmeye yöneltiyorlar. Banka ekstrelerine bakmaya koyuldum. “Neden klimayı bu kadar soğuğa ayarlıyorsun?” diye sordu. “Sıcak beni paniğe sokuyor, babama da aynısı olurdu. Dedeni hatırlıyor musun?”
Bu huzursuz edici bir soru, çünkü oğlum bu tür sorularda bir tür çıkar gözettiğimi, ondan bir tür nezaket beklediğimi düşünüyor. Oğlumda kararlılık ve çalışma yeteneği var. Ev temizliğinde bana yardım ederken de çok titizdi. Aniden, dairem ona ödediğim paraya değmiyormuş gibi hissettim. O kesinliğin, kapitalizmin ağırlığı altındaki insan zekâsının olgunluğunun en bariz kanıtı olduğunu düşünüyorum. Ama kapitalizm sayesinde bir evim var. Her zamanki gibi, ekonomideki yıkımı düşündüm. Bir erkeğin hayatı, özünde, ekonomik yıkıma uğramama çabasıdır. Ne iş yaparsa yapsın, en büyük başarısızlık budur. Çocuklarını beslemeyi beceremiyorsan toplumda var olman için hiçbir neden yok. Kimse sosyal ortam dışında yaşamak mümkün mü bilmiyor. Başkalarının takdiri varlığının tek kanıtına dönüşüyor. Takdir bir ahlaki değerdir, sizin hakkınızda var olan görüşleri ve yargıları oluşturur, dünyadaki konumunuz bu yargıyla şekillenir. Bedenle, hayatın var olduğu bedeninizle, bedeninizin başkaları için taşıdığı değer arasındaki bir mücadele. İnsanlar size imreniyorsa, varlığınıza imreniyorsa, işiniz yolunda gidecektir. Gelgelelim, ölüm –o sosyopat deli– tüm sosyal ve ahlaki takdirleri etin süregelen çürümesine eşitler. Siyasi çürümeden, ahlaki çürümeden bolca bahsedilir, ama bir bedenin ölümün elinde uğradığı çürümeden pek konuşulmaz: Şişmeden, mide bulandırıcı gaz patlamasından ve cesedin leş kokusuna dönüşmesinden hiç söz edilmez. Babam, annesinden çok az bahsederdi. Sadece çok güzel yemek yaptığını hatırlıyordu. Babaannem, altmışlı yılların sonunda Barbastro’dan ayrılmış ve bir daha dönmemiş. 1969’da gitmiş olsa gerek. Kızıyla birlikte gitmiş. Barbastro, doğduğum ve büyüdüğüm köy. Doğduğumda nüfusu on bindi. Şimdi on yedi bin. Zaman geçtikçe köy, kozmik ve aynı zamanda özel olan bir yazgı gücü edindi.
Biçimsiz olan şeyi alıp biçimi olan bir karaktere dönüştürme isteğine eskiler “alegori” adını verdiler. Çünkü neredeyse bütün insanlar için geçmiş, bir roman karakterinin somutluğuna sahiptir. Babamın ellili yıllarda, Seat 600’ünün içinde çektirdiği bir fotoğrafı hatırlıyorum. Tam görünmüyor, ama o işte. Garip, tam olarak o döneme özgü bir fotoğraf, sokaklar daha yeni belirmiş gibi. En dipte bir Renault Ondine ve bir araya toplanmış kadınlar var; sırtları dönük, çantalı, şimdi muhtemelen ya ölmüş ya da ihtiyarlamış kadınlar. Barselona plakalı Seat 600’ün içinde babamın kafasını seçiyorum. Bundan, yani ilk Seat 600’ünün Barselona plakalı olduğundan hiç bahsetmedi. Mevsim ne yaz ne kış gibi. Eylül ya da mayıs sonu olabilir, bunu kadınların kıyafetlerinden çıkarıyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOrdesa
- Sayfa Sayısı280
- YazarManuel Vilas
- ISBN9789752212565
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lilith ~ Nikki Marmery
Lilith
Nikki Marmery
Havva’dan önce Lilith vardı. Lilith ve Âdem, Cennet Bahçesi’nde eşit ve mutludurlar. Ta ki Âdem, Lilith’in kendi iradesine boyun eğip onun altına yatması gerektiğine...
- Emma ~ Jane Austen
Emma
Jane Austen
Jane Austen (1775-1817): İngiliz edebiyatının kült romancılarındandır. Eserlerinde güçlü kadın karakterleri başkahramanlar olarak yer aldı. Bütün romanları sinemaya uyarlanan Jane Austen, özellikle aile değerleri...
- Tokyo’nun Son Çocukları ~ Yoko Tawada
Tokyo’nun Son Çocukları
Yoko Tawada
Yaşlıların sonsuza dek yaşadığı, çocukların da bir türlü serpilip büyümediği bir dünya… Ödüllü yazar Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları’nda çağın gerçeklerinden yola çıkarak bir...