“Artık yaşamak için herhangi bir neden kalmadığında yeniden yaşamayı öğrenmek. Artık bir gelecek kalmadığında ertesi günden söz etmek. Artık gündüz kalmadığında güneşin doğuşunu görmek.”
Beyaz adam Coliba Nehri’nin kıyılarınageldiğinde, herkes biruğursuzluğun bacadan içerisızdığına kesin gözüylebakıyordu.Din savaşlarıyla birlikte Segu’nun yüksek toprak surlarının ihtişamına gölge düşmüştü.Soylu Traoré ailesi hiç beklemediği bir anda kendini bu kargaşanın içinde buluverdi. Artık dökülen kanlar, verilen kurbanlar da kaderi değiştirmeye muktedir değildi. Önemli olan tek şey yaşamı sürdürebilmekti. Hıristiyan misyonerlerin vaatlerine dayanarak, İslam bilginlerinin sağladığı toplumsal güvenliğe sığınarak ya da putperestlerin mistik ruhlarından yardım bekleyerek de olsa…
2018 Alternatif Nobel Ödülü sahibi Maryse Condé, LiBeraturpreis Edebiyat Ödülü’nü alan ve en çok satan kitabı olan Segu – Toprak Surlar’da Segu’da köklenip dalları başka diyarlara uzanan Traoré ailesinin görkemli hikâyesi eşliğinde kölecilik, ırkçılık, dinlerin çağrısı ve savaşlar arasında parçalanan bir halkın gerçek tarihini çarpıcı bir anlatımla gözler önüne seriyor.
“Siyahi Afrika’yla ilgili uzun yıllardır yayımlanan en önemli roman.” The New York Times
“Condé, Afro-Atlantik dünyasının en büyük romancısı ve başyapıtı Segu, diaspora destanlarının anası. Ağırbaşlılığına ve kapsamına rağmen Segu aynı zamanda sımsıcak ve dedikodu dolu. Condé’nin oldukça hınzır bir mizah anlayışı var ve hızla akan dünyanın gerilimlerini mükemmel bir şekilde yansıtıyor.” The New Yorker
“Egzotik, zenginliklerle ve detaylarla dokulu bu anlatı, çeşitli karakterlerin yaşamları arasında gidip gelirken çok az bilinen bir tarihi dönemi görkemli bir şekilde aydınlatıyor. Hemen hemen her sayfası, bu kültürün cazibeli parçalarıyla parıldıyor.” Los Angeles Times
“Afrika tarihinin çok az yazar tarafından işlenen bir dönemi hakkında muhteşem bir roman… Romanın ışıltısının büyük bir bölümü, hem egzotik hem de şiddet dolu geleneksel bir yaşamın tasvirinden ileri geliyor.” Charles L. Larson – The New York Times Book Review
“Maryse Condé, Afrikalı bir griotun büyüleyici hikâye anlatıcılığıyla, köle ticaretinin ve İslam’ın gelişinin tasvir edildiği çalkantılı bir dönemin zengin, sürükleyici bir destanını yazmış. Segu, bugün de geçerli olacak kadar canlı ve yakın bir tarih. Geçmişimin, uzun zamandır kayıp olan bir parçasını yerine yerleştirdi.” Paule Marshall
“Segu, muhteşem bir başarı. Sizin ve benim kadar canlı karakterlere, tarihi bir yoğunluk katıyor. Bu karakterler tutkulu, şehvetli, açgözlü, kendileriyle olduğu kadar Tanrı’yla ve Mammon’la da çatışma halindeler. Maryse Condé tarihi bu kadar ilgi çekici ve heyecan verici hale getirerek hepimize büyük bir hizmette bulunmuş. Segu elimden bırakamadığım edebi bir başyapıt.” Louise Meriwether
“Condé, doğuştan bir hikâye anlatıcısı.”Publishers Weekly
BİRİNCİ BÖLÜM
Gece İnen Söz
1
Segu, içinde sahtekârlığın büyüdüğü bahçe. Segu, ihanet üzerine inşa edilmiş şehir. Segu’yu Segu’da değilken anlat. Segu’dayken Segu’dan söz etme.
Ozanlardan daha önce defalarca duymasına rağmen dikkatini hiç çekmeyen bu şarkı Dousika’nın aklından niçin bir türlü çıkmıyordu? Gebe bir kadının mide bulantısı gibi ısrarcı bu endişenin sebebi neydi? Gündüzün eşiğinde neden kapılmıştı bu korkuya? Dousika, kendisini neyin bekleyebileceğine dair bir işaret, bir belirti bulmak için gece gördüğü rüyaları dikkatle yeniden düşündü. Ama nafile. Hiçbir atasının ona seslenmediği derin bir uyku çekmişti. Kulübesinin sofasında hasır yer örtüsünde oturuyordu. Sabahları yemekten pek hoşlandığı, kesik süt ve balla karıştırılmış dèguè’den1 bir kaşık aldı. Lapayı fazla sulu bularak sinirlendi, azarlamak niyetiyle baş kadını Nya’ya seslendi. Onu beklerken, tükürüğü özsuyuna karışıp fiziksel ve cinsel gücünü artırsın diye n’tomi2 diş temizleyicisini sivriltilmiş güzel dişlerinin arasına yerleştirdi.
Nya’dan ses çıkmayınca ayağa kalktı, kulübesinden çıktı ve aile evinde eşlerinin yaşadığı bölümdeki avluya girdi.
Avlu, ıpıssızdı. Bomboş!
Sadece, bembeyaz kum üzerinde, küçük ahşap taburelerin yanında yerde duran darı kalburları.
Dousika bir soyluydu; kraliyet konseyi üyesi, Mansa’nın3 dostu, on civarında meşru erkek çocuğun babası olan bir yèrèwolo4 idi. Kendi ailesi ve küçük erkek kardeşlerinin aileleri olmak üzere toplam beş ailenin en büyüğü, tüm ailenin reisiydi. Dousika’nın, Segu toplumundaki konumuna yaraşır bir aile evi vardı. Sokak üzerinde heykeller ve üçgen desenlerle süslü dövülmüş topraktan yüksek duvarları, gökyüzüne uzanan emsalsiz yükseklikte kuleleriyle, çok görkemli bir yapıydı. Dış duvarların gerisinde, taraça çatılı bir dizi toprak kulübe bulunuyor ve bu kulübeler art arda sıralanan avlularla birbirine bağlanıyordu. Birinci avluda muhteşem bir dinamit ağacı dikiliydi. Ana gövdesinden aşağıya uzanan elli kadar kök sütunun oluşturduğu yemyeşil bir kubbe tüm avlunun üzerini kaplıyordu.
Bu dinamit ağacı bir anlamda Traorélerin hayatlarının hem şahidi hem de bekçisiydi. Hayata gözlerini açan çok sayıda atanın plasentası onun o güçlü köklerinin arasına gömülmüştü. Kadınlar ve çocuklar onun gölgesi altında oturup birbirlerine masallar anlatır, erkekler aile hayatını etkileyecek önemli kararları orada alırlardı. Ağaç, kuru mevsimde güneşten korur, kışın yakacak odun sağlardı. Gece olduğunda ataların ruhları onun yapraklarının arasında gizlenir, yaşayanların uykularını izlerdi. Atalar memnun değillerse, şifre gibi hem gizemli hem de anlaşılır bir dizi hafif sesle hoşnutsuzluklarını bildirirdi. O zaman tecrübeleri sayesinde bu şifreleri çözebilenler başlarını sallar, “Dikkat edin, babalarımız bu akşam konuştu!” derlerdi.
Traorélerin büyük evinin eşiğinden içeri adım atan herkes kimlerle muhatap olduğunu bilirdi. O evdekilerin, kulübelerde yaşayan ve tutsak yüzlerce kölenin çalıştığı, çeşit çeşit tahıl ve pamuk ekili geniş güzel toprakların sahipleri olduğu derhal anlaşılırdı. Kilerlerde, Mansa’nın cömertçe hediye ettiği deniz kabukları5 ve altın tozlarıyla dolu torbalar üst üste yığılıydı. Kulübelerin arka tarafında çitlerle çevrili bir alanda, Mağribilerden satın alınmış Arap atları kişniyordu. Varsıllığın binlerce işareti görülüyordu. İlk avlu bomboştu halbuki genellikle insanlarla dolu olurdu; hepsi çıplak, bellerinde incilerden ve deniz kabuklarından yapılmış kemerleriyle kız çocukları, pamuklu sicim kemerleriyle erkek çocukları, birkaç soytarının gevezeliklerini veya bir ozanın bir tabak to6 karşılığında söylediği kahramanlık şarkılarını dinleyerek tahıl öğütüp eleyen ve pamuk eğiren kadınlar… Bir yandan av oklarını hazırlarken ya da tarım aletlerini bileylerken sohbet eden adamlar. Dousika gitgide daha çok öfkelenerek nikâhlı üç karısıyla nikâhsız eşi Sira’nın kulübelerinin bulunduğu ikinci avluya girdi.
Sira’yı hasır yer örtüsünde, terden pırıl pırıl parlayan güzel yüzü acıyla buruşmuş, bitkin bir halde yatarken buldu. Bağırdı:
“Herkes nerede?”
Sira doğrulmaya çalışıp, beceriksiz bir Bambaracayla mırıldandı:
“Nehirdeler, kokè”7
.
Dousika neredeyse haykırarak sordu:
“Nehirde mi? Hepsinin birden ne işi var orada?”
Sira güçlükle cevap verdi:
“Beyaz adam! Coliba8 kıyısında beyaz bir adam var!”
Beyaz bir adam mı? Sayıklıyor muydu bu kadın? Dousika’nın bakışları önce onun gevşek düğümlü peştamalının altındaki iri göbeğine indi, ardından korkuyla kaolin ve kil karışımı duvarlara yöneldi. Doğurdu doğuracak bir kadınla yapayalnızdı!
Korkusunu gizlemek için sertçe konuştu:
“Neyin var?”
Kadın özür diler gibi bir sesle kekeledi:
“Sanırım vakit geldi…”
Dousika, ikinci hamileliğini yaşayan Sira’ya, kadının karnında taşıdığı hayata duyduğu saygıdan aylardır yanaşmıyordu. Aynı şekilde doğum sırasında da ondan uzak durmalı, doğum gerçekleşip kadın bebeğini kucağına aldığı vakit animisti9 eşliğinde yanına gitmeliydi. Kadının acı çektiği bir sırada onun yanında bulunması ataları rahatsız etmeyecek miydi? Oradan ayrılarak onu bir başına bırakıp bırakmamakta tereddüt ederken Nya biri sırtına bağlanmış, diğer ikisi çivitmavisi pamuklu peştamalına tutunmuş çocuklarıyla göründü. Dousika gürledi:
“Neredeydin? Belli ki herkes aklını yitirmiş. Ama sen!”
Nya hiçbir açıklama yapmadan, özür de dilemeden Dousika’nın önünden geçerek Sira’nın üzerine eğildi.
“Ağrı uzun süredir devam ediyor mu?”
Sira fısıldadı:
“Hayır! Biraz önce başladı!”
Dousika, hemen hemen haddini bilmezlik sayılacak böyle bir küstahlığı Nya değil de başka bir kadın yapmış olsa bu duruma katlanamazdı. Fakat Nya ilk karısıydı. Yetkilerinin bir kısmını devrettiği ve bu nedenle onunla eşiti olarak konuşabilen baş kadını10. Ayrıca Coulibali soyadıyla doğmuştu, bir zamanlar Segu’yu yöneten bir aileye mensuptu. Dousika ne kadar soylu olursa olsun övünebileceği böylesine seçkin bir kökene sahip değildi. Coliba kıyısında bulunan ve çok kısa sürede geniş bir imparatorluğun merkezine dönüşmüş bu şehri, Nya’nın ataları kurmuştu. Kaarta’da hüküm sürenler de onun dedelerinin kardeşleriydi. Dolayısıyla Dousika, karısına büyük bir saygı ve hatta korkuyla karışık bir aşk besliyordu. Kadınların yanından ayrıldı, ilk avluda saraydan gelmiş bir ulakla çarpıştı. Adam hürmetle kendini toprağa atıp yere kapanarak onu selamladı.
“Sen ve gün ışığı!”
Ardından Traoré ailesinin özlü sözünü söyledi:
“Traoré, Traoré, Traoré, uzun soyadlı adam nehirden geçişinin bedelini ödemez.”
Sonunda getirdiği mesajı iletti.
“Traoré, Mansa seni acilen saraya çağırıyor!”
Dousika şaşırmıştı.
“Saraya mı? Bugün konsey toplantı günü değil ki!”
Adam başını kaldırdı.
“Konsey toplantısı için değil. Nehrin kıyısında beyaz bir adam var. Mansa’nın kendisini kabul etmesini istiyor…”
“Beyaz bir adam mı?”
Öyleyse Sira sayıklamıyor muydu? Dousika aslında bu beyazdan bahsedildiğini daha önce de duymuştu. Kaarta’dan gelen atlılar, kendisi kadar bitkin görünen atının terkisindeki bu adamla karşılaştıklarını söylemişlerdi. Yine de bunun, kadınların akşam vakti çocukları eğlendirmek için anlattıkları şu masallardan biri olduğunu zannetmiş ve hiç ilgilenmemişti. Güneş gökyüzünde yükselmeye başladığı için külah şapkasını başına geçirip evinden çıktı.
1797’de 1444 adet –Yaratıcı Tanrı Pemba’nın yeryüzündeki sureti olan kutsal– gübre ağacına sahip Segu, yine aynı isimdeki Bambara Krallığı’nın başkentiydi ve Coliba Nehri boyunca uzanan üç yüz metre genişliğindeki dört mahalleden oluşan devasa bir şehirdi. Segu-Koro’da şehrin kurucu atası Biton Coulibali’nin mezarı bulunuyor, Segu-Sikoro’da Mansa Monzon Diarra’nın sarayı yükseliyordu. Civarda yürüyüş mesafesinde bu derece hayat dolu başka bir yer yoktu. Ana pazar yeri, büyük, kare bir meydandaydı ve dövülmüş toprak çatıları olan ahşap ve hasır duvarlı hangarlarla çevrelenmişti. Kadınlar bu saçakların altında tahıl, soğan, pirinç, tatlı patates, füme balık, taze balık, acı biber, karite yağı, tavuk gibi satılabilecek ne varsa satarlar, zanaatkârlar pamuklu örgü şeritler, sandaletler, at tezekleri, ince oymalı sukabakları gibi ticaretini yaptıkları nesneleri halatlara asarlardı. Pazarın sol tarafında kapalı pazar yeri bulunuyordu. Burada, genç ağaçlardan koparılmış körpe dallarla birbirlerine bağlanmış savaş tutsakları üst üste yığılırdı. Dousika pek aşina olduğu bu görüntülere hiç ilgi göstermiyordu. Asaletinin zedelenmesi tehlikesine rağmen aceleyle yürüyor, soylu ailelerde doğmuş adamlara övgüler düzen şarkılar söylemeye hazır ve nâzır sokak ozanlarını sert bir el hareketiyle susturuyordu.
Segu şanının zirvesindeydi. Kudreti, Bani kıyısındaki büyük ticaret şehri Cenne’ye kadar ulaşıyordu. Çöl sınırındaki Timbuktu’ya kadar her yere korku salıyordu. Tebaası içinde Masina Fûlânîleri12 de yer alırdı ve şehre her yıl, hayvanlardan ve altından oluşan yüklü miktarda haraç öderlerdi. Aslında işler önceden böyle değildi. Yüz-yüz elli yıl önce Segu, Sudan’ın şehirlerinden biri bile değildi. Niangolo Coulibali’nin sığındığı bir kasabaydı ve erkek kardeşi Barangolo biraz daha kuzeye yerleşmişti. Ardından oğlu Biton, suyun ve bilginin efendisi Tanrı Faro ile dost olmuş, onun koruması sayesinde kasabadaki kerpiç kulübeleri, Somono, Bozo, Dogon, Tevârik, Fûlânî, Sarakolo vb. halkların, ismini duyduklarında bile korkuyla titredikleri kibirli bir yapılar topluluğuna dönüştürmüştü. Segu tüm bu halklarla savaşıyor ve böylece pazarlarında sattığı veya tarlalarında çalıştırdığı köleler ediniyordu. Kudretini ve şanını savaştan alıyordu.
Dousika, Mansa onu saraya çağırtınca korktuğu gibi gözden düşmemiş olduğuna inanıp rahatladığı için böyle acele acele yürüyordu. Saray erkânı içinde, Mansa Monzon Diarra ile olan büyük samimiyetini, özel ilişkilerini, aralarındaki dostluğu, şakalaşmaları ve dayanışmayı kıskanan insanlar vardı. Bunlar, Dousika’nın savaşla ilgili düşüncelerini bahane etmişlerdi. Monzon’un kulağına “Dousika Traoré senin zaferine muhalefet eden tek kişi. Bambaraların savaşmaktan bıktıklarını söylüyor. İçten içe seni ve zenginliğini kıskanıyor. Karısının bir Coulibali olduğunu unutma!” diye fısıldıyorlardı.
Dousika, Monzon’un gözlerinde yavaş yavaş kuşkunun doğduğunu görüyor, bakışları üzerine her yöneldiğinde kendi kendine “Dostum mu yoksa düşmanım mı?” diye soruyordu.
Dousika sarayın avlusuna girdi. Saray, Cenneli yapı ustalarının inşa ettiği olağanüstü bir binaydı. Şehir surları kadar kalın, tuğlalı bir duvarla çevriliydi. Sahilden gelerek köle tüccarlarının kullandıkları kanaldan geçip içeri giren silahlı korumalar, sarayın tek kapısının önünde sürekli nöbet tutuyorlardı. Dousika, konsey toplantılarının yapıldığı salona varıncaya kadar tondyonlarla13 dolu yedi holden geçti. Salonun girişinde, kola cevizleri14 ve deniz kabuklarından geleceği okumakla meşgul kâhinler oturuyordu. Saray erkânı Mansa’nın huzuruna kabul edilmek için ozanların keyfini bekliyordu.
Monzon Diarra, yüksek bir kerevetin üzerine serili bir sığır derisine uzanmıştı. Sol dirseği, arabesk şekillerle süslü keçi derisi bir yastığa gömülmüştü. Düşünceli görünüyordu. Bir eliyle, başının ortasından çıkıp çenesinin altında birleşen iki büyük saç örgüsünden biriyle oynuyor, diğer eliyle sol kulağındaki halkayı döndürüp duruyordu. Kralı üç köle yelpazeliyordu. Diğer iki köle yakınında çömelmişti. Ağır, altın enfiye kutularında ona sunacakları tütünü küçük havanlarda dövüyorlardı.
Bütün konsey üyeleri oradaydı. Dousika salona en son kendisinin girdiğini görünce öfkelendi. Âdet olduğu üzere göğsünü yumruklayarak yerlere kadar eğildi ve ölümcül düşmanı Samaké’nin yanındaki yerine kadar dizlerinin üzerinde sürünerek ilerledi.
Monzon Diarra, annesi Makoro’nun, ozanların şarkılarında hâlâ anlatılan güzelliğine sahipti. Baştan aşağı saygı ve korku uyandırıyordu ve babası Ngolo’nun Biton Coulibali’nin torunlarından zorla aldığı krallığın meşruiyeti onda vücut bulmuş gibiydi. Üzerinde, Segu’nun en iyi dokumacılarının elinden çıkmış beyaz pamuklu mintan ve beli geniş kemerli aynı renkte pantolon vardı. Alnını pamuklu bir şerit çevreliyordu. Kaslı kolları kendisini koruyacak hayvan boynuzları ve dişleriyle, bir de şifacıların, içlerine Kuran ayetleri yazdığı küçük deri muskalarla doluydu. Bakışlarını Dousika’ya doğru indirerek alaycı bir şekilde sordu:
“Baksana Dousika, seni bu saate kadar kadınlarından hangisi alıkoydu?”
Aşağılık saray dalkavukları topluluğu kahkahalarla güldü. Dousika öfkesini bastırmaya çalışarak özür diler bir sesle cevap verdi:
“Ey Gücün Efendisi, ulağın bana biraz önce haber verdi. Görüyorsun, öyle hızlı yürüdüm ki hâlâ terliyorum…”
Bu kısa aradan sonra, Mansa’nın sözlerini topluluğa iletmekle görevli ozanların şefi Tiétiguiba Danté ayağa kalktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSegu - Toprak Surlar
- Sayfa Sayısı544
- YazarMaryse Condé
- ISBN9789752212558
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Devlet ~ Platon(Eflatun)
Devlet
Platon(Eflatun)
Antik Yunan’ın ünlü düşünürü Platon’dan günümüze kadar ulaşan ölümsüz bir eserdir Devlet. Platon, bir diyalog silsilesi olan bu eserde adaletin, doğruluğun, erdemin, ahlaksızlığın ve...
- Aşk Gelince ~ Julianne MacLean
Aşk Gelince
Julianne MacLean
Şu aşk denen şey, gerçekten bunca zahmete değer mi? Adele Wilson için bu sorunun cevabı gayet açıktı: Elbette hayır! Kız kardeşlerinin, hayallerini süsleyen kocaları...
- Heykeltıraş ~ Gregory Funaro
Heykeltıraş
Gregory Funaro
ÖLDÜRMEK BİR SANAT Yaşarken kusurluydular. Öldüklerinde birer sanat eserine dönüştüler, öldürüldüler, korumaya alınıp Michelangelo’nun en ünlü eserlerinin mükemmel birer kopyası haline geldiler. Onların gerçek...