İlk kez 1967 yılında Babıâli’de Sabah gazetesinde tefrika edilen Minyeli Abdullah, o kadar büyük ilgi görür ki bu kitabı yayımlamak için bir yayınevi kurulur. Kitap olarak yayımlandığında dört ay gibi kısa sürede 50.000 adet satılır. Dönemin Türkiye’si için çok dikkate değer bir durumdur bu.
Yıllar geçer, Minyeli Abdullah yüzbinler tarafından okunmaya devam eder.
Sinemaya uyarlanır, bu defa da gişe rekorları kırar.
Peki Minyeli Abdullah’ın halkın gönlünde böylesine yer edinmesinin sebebi nedir?
“Minyeli Abdullah’ı yazarken aslında dertlerimizi yazdım, inançlı insanların dünyasını ve yaşadıklarını… O dönemde o günün şartlarına bağlı sıkıntılar vardı. İnsanlar İslami kitap okudukları için kolluk kuvvetleri tarafından karakola götürülüp nezarete atılıyorlardı mesela. Müslümanların içinde bulunduğu hali bir şekilde anlatmalıydım.”
Hekimoğlu İsmail
Minyeli Abdullah, 20. asır Müslümanını anlatır. O Mısır’da olduğu gibi Suriye’de de, Irak’ta da, Cezayir’de de, Pakistan’da da, Nijerya’da da, Türkiye’de de, hâsılı dünyanın her yerinde yaşayan bu küfür ve dalalet asrının karanlığında nura doğru yol arayan ve bulan Abdullahların hikâyesidir.
Minyeli Abdullah’ın Türkiye’yi ayağa kaldırdığı günün üzerinden tam 50 yıl geçti. Birkaç nesli büyüten kitap Minyeli Abdullah 50. yılında ilk kapağı ve özel baskısıyla yeniden raflarda…
*
Minyeli Abdullah 1967’de Topbaş ailesinin sahibi olduğu Babıalide Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlanır ve büyük ilgi görür. Tefrika biter ancak Anadolu’dan büyük bir talep vardır. Gazeteden romanın yeniden tefrika edilmesi istenmektedir. Bunun üzerine Mihrap Yayınları kurulur ve ilk kitap olarak Minyeli Abdullah 1969’un ilk aylarında yayımlanır. Kitabın yayımlanmasında da Topbaş ailesi kâğıt alabilmesi için Mustafa Polat’a maddi destek verir. Kitabın 1969 Türkiye’sinde dört ay gibi kısa bir zamanda 50.000 adet satışa ulaşması ve pek çok tekrar baskı yapması üzerine Mihrap Yayınları’nın yöneticisi rahmetli Mustafa Polat tarafından kitabın takdimi olarak aşağıdaki yazı kaleme alınmıştır. Polat, yazar ve yayınevinin hukuki bir tahkikata maruz kalmaması için konunun Mısır’da geçtiğini özellikle vurgulamıştır. Bu mecburi gerekçe 1986’ya kadar bir koruma sağlamış, ancak 1986’da yazar ve yayınevi hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 163. maddeden dava açılmıştır. Dava açılan sene kitabı yayımlayan Timaş Yayınları da yazarla birlikte yargılanmıştır.
*
Takdim
Neşriyatımızın birinci kitabı olarak takdim ettiğimiz bu eser, dört ay gibi kısa bir müddet içerisinde dört baskı yapmış; Minyeli Abdullah’ın çile ve ıstırap dolu hayatının, yaşanmış hadiselerin romanlaştırılmış şekliyle takdimindeki isabeti ortaya koymuş ve bu şekliyle Türk romancılık tarihinde erişilmiş güç bir rekor kırmıştır.
Minyeli Abdullah romanın kahramanı olarak gerçi aramızda yaşamamıştır. Belki de hiçbirimiz onu tanımamış, onunla karşılaşmamışızdır. Esasen O, Mısır’da doğmuş, Mısır’da büyümüş, Mısır’da mücadele yapmış bir Müslümandır. Genç neslin değerli kalemlerinden kardeşimiz Hekimoğlu İsmail ise bu eseriyle roman sahasındaki bu ilk denemesiyle onun hayatını kendisine mevzu edinmiştir. Romanda hâkim olan hava, Mısır’ın içtimaî ve siyasî hadiseleri içerisinde asla küçümsenemeyecek derecede mühim bir rol oynayan Minyeli Abdullah’ın hususî hayatı ve yaşayış tarzıdır. Hekimoğlu İsmail bunu akıcı bir üslupla, cereyan eden vakaları bir objektif sadakatiyle romanlaştırmış ve bize takdim etmiştir.
Aklımıza hemen şu sual gelebilir:
“Neden Mısır’ın Minye vilayetinde doğan Abdullah da, Türkiye’nin Hakkâri’sinde doğan Sadullah değil?”
İsmin ve muhitin ne ehemmiyeti var? Gerçi Abdullah, Minyelidir; romanlaştırılan hayat hikâyesi Mısır’da geçmiştir. Fakat öyle bir hayat, öyle bir mücadele, öyle bir çile, öyle bir ıstırap ki; o ne bir vilayete, ne bir memlekete, ne de hususî bir zamana sıkıştırılabilir. Minyeli Abdullah Mısır vatandaşı Abdullah’ın değil, 20. asır Müslümanının hayat hikâyesidir. Burada anlatılan Yirminci asır Müslümanıdır. O, Mısır’da olduğu gibi, Suriye’de de, Irak’ta da, Cezayir’de de, Pakistan’da da, Nijerya’da da, Türkiye’de de, hâsılı dünyanın her yerinde yaşayan, bu küfür ve delalet asrının zifiri karanlığında, nura doğru yol arayan ve bulan Abdullah’ların hikâyesidir.
Hekimoğlu İsmail, hâdiseleri o derece objektif ele almıştır ki, belki pek çoğunda siz varsınız. Öyle facialar anlatmıştır ki, ya doğrudan doğruya yahut dolayısıyla ona vakıfsınız. Evet, bu roman Minyeli Abdullah’ın değil, yirminci asır Müslümanlarının romanıdır. Senin romanındır. Onu bu gözle, bu niyetle oku. Hıçkırıklarına hâkim olamadığın zaman, zalimlere buğzetmek için yerinde duramaz hale geldiğin an göreceksin ki, Minyeli Abdullah da senin için yabancı olmaktan çıkmış; ya sen onun yahut da o senin yerine geçmiştir.
Şimdiye kadar böyle bir roman daha yazılmamıştır.
Ümit ederiz ki Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı ile açtığı çığırı yeni istidatlar takip etsin; “edebiyat dünyası” da roman nasıl yazılırmış yahut neye roman denilirmiş, bilfiil görsün! Bu suretle de san’atın cemiyet için hayırlı bir unsur olarak ne şekilde kullanılabileceği anlaşılmış olsun!
Biz hayal dünyasında yaşamıyoruz. Hadiseleri olduğu gibi kabul ediyor, Müslümanın her zaman ve mekân içerisinde takınacağı tavrı esas alıyoruz. Bunun içindir ki romanımızı da, yaşanması arzu edilen yahut imkân dâhiline girmesi temenni olunan bir hayat için değil; yaşanmış, meydana getirilmiş, hayalle değiştirilmemiş bir yahut pek çok hayatı anlatmaya hasrediyoruz. Bu çığırın da böylece devam etmesi samimi temennilerimiz arasındadır.
Selam Hüda’ya tâbi olanlar üzerine olsun!
N. Mustafa POLAT
Yeni Baskıya Önsöz
Minyeli Abdullah 50 Yaşında
“Minyeli Abdullah, hayatımın en mühim
çalışmalarının başında gelenidir.”
Hekimoğlu İsmail
1967’de yayımlanmış, bugün 95. baskısıyla hâlâ raflarda yerini alan Minyeli Abdullah romanının izini sürerken yolumuz Hekimoğlu İsmail’in Cağaloğlu’ndaki kütüphanesine uğruyor. Kitabını en iyi yazarı anlatır düşüncesiyle günün erken saatlerinde odasında çalışmaya başlayan Hekimoğlu ile Minyeli Abdullah ve romanın yazıldığı dönem üzerine sohbet ediyoruz. Biz soruyoruz o, yarım asır evveline giderek anlatmaya başlıyor…
“‘Minyeli Abdullah’ı yazarken aslında dertlerimizi yazdım, inançlı insanların dünyasını ve yaşadıklarını… O dönemde o günün şartlarına bağlı sıkıntılar vardı. İnsanlar İslami kitap okudukları için kolluk kuvvetleri tarafından karakola götürülüp nezarete atılıyorlardı… Müslümanların içinde bulunduğu hali bir şekilde anlatmalıydım… Sokaktaki adama hitap etmemiz gerekiyordu, bunun bir yolunu bulmalıydık. Bunun üzerine ‘roman yazacağım’ dedim. En iyi yolun roman olduğuna karar verdim. Romanda istediğin her şeyi söylemek serbestti. Hadis tahlili de yapsam kimsenin sesi çıkmazdı. Olsa olsa söylediklerime hayal ürünü derlerdi. İdeolojiler ancak edebiyatla anlatılabilirdi, buna inanmıştım.”
Minyeli Abdullah, hem haksız yere getirilen eleştirilere cevap vermek hem de bir Müslümana rehber olmak kaygısı Türk edebiyatında “İslami roman”, “dini roman” gibi adlarla da anılan hidayet romanlarının yazılmasının önünü açar. Hidayet romanları 1960’ların sonralarından itibaren Türk edebiyatında gelişmeye başlayan bir damar olmuştur. Bu damarın kurucu eseri Minyeli Abdullah’tır.
O güne kadar romana uzak duran bir nesil, “roman bizi de ilgilendiriyormuş” der. Hekimoğlu İsmail, Minyeli Abdullah’la bir neslin roman okumasının da öncülüğünü yapar. Daha sonra Türk sinemasının gerçek anlamda sıfırlandığı, TV karşısında teslim olduğu, herkesin “sinema öldü mü?” diye tartıştığı bir zamanda Minyeli Abdullah’ın beyaz perdeye aktarılmasıyla seyirci yeniden sinemaya döner. Minyeli Abdullah Türk sinemasının bugün geldiği noktayı başlatan bir akımın da öncüsü olur, gişe rekorları kırar insanların sinema sanatının varlığına olan inancını tazeler. Özellikle sinemayla pek barışık olmayan muhafazakârların Minyeli Abdullah’ın filmine olan talepleri nedeniyle Anadolu’da küçük ilçelerde dahi filim gösterime girer ve büyük ilgi görür.
Çeşitli mahfillerde Hekimoğlu İsmail’in romancılığına dikkat çekilir, roman okumayan binlerce insana ışık olduğundan bahsedilir. Sadece romanlarıyla değil kitaplarıyla, hatıralarıyla, günlükleriyle düşünce ve fikir alanında çok önemli eserler ortaya koymuş bir edebiyat ustası, bir dava ve fikir adamı olduğu konuşulur.
Aradan geçen elli yılda nesiller Hekimoğlu İsmail’in kitaplarıyla büyüdü. Eserlerindeki yalınlık onun kolayca anlaşılmasını sağladı. Halk kendisine büyük teveccüh gösterdi. Yazdıkları derdinin kâğıda dökülmesinden ibaretti. Ancak o insanları derdine ortak etmeyi bildi. Hayatının yirmi iki yılını verdiği askerlik mesleği sırasında yazdığı Minyeli Abdullah, bugüne kadar muhtemelen milyonu geçen toplam baskı adediyle Türkiye’de kırılması güç bir rekora da imza atmış oldu. Düşünce ve edebiyat alanında onlarca kitap yazdı. Her biri tekrar tekrar basılmaya, okunmaya devam ediyor.
“Minyeli Abdullah alevleri göklere uzanan bir yangını, imansızlık yangınını söndürmeye çıkmıştı” diyen Hekimoğlu İsmail sözlerine şöyle devam ediyor:
“Derdim vardı. Ve derdimi herkese anlatmak istiyordum. Bunu kalemle, en iyi yazarak yapabilirdim. Yazılarımda daima edebi kaygı taşımakla birlikte benim için öncelikli olan derdimi, meramımı anlatmaktı. ‘Milletime, vatanıma nasıl faydalı olabilirim’ fikri bende daima ön planda oldu.”
“Milletime, vatanıma nasıl faydalı olabilirim,” düşüncesiyle kaleme alınan Minyeli Abdullah romanı hakkında, “Aslında kitabın asıl adı ‘Ankaralı Abdullah’tır diyen Hekimoğlu, “Kitabın Mısır yerine Ankara’da geçtiğini söyleseydim ve Ömer Okçu ismini kullansaydım, en az on yıl hapis yatacaktım; o dönem vazife yaptığım ordudan da atılacaktım,» derken buna sebep olacak olan ve o gün yürürlükteki 163. maddeyi hatırlıyoruz.
Madde 163- (Değişik 2787-21.2.1983)
Laikliğe aykırı olarak devletin sosyal veya siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır.
Böyle cemiyetlere girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenlere beş yıldan on iki yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Bu fiiller yayın vasıtaları ile işlendiği takdirde verilecek ceza yarı nispetinde artırılır.”
Ancak on dokuz yıl sonra kaderin garip bir cilvesiyle ulusal bir gazetede Minyeli Abdullah’ın laikliğe karşı olduğu ve kitabın konusunun Mısır’da değil de Türkiye’de geçtiğinin yazılması üzerine 1986’da Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 163. Madde gerekçe gösterilerek dava açıldı ve kitap yasaklandı. Tüm ülke genelinde kitapçılardan toplatıldı. Hekimoğlu İsmail bu devlet düzenine karşı çıkmakla suçlandı. Bir sene süren yargılamadan sonra “mahkemenin tayin ettiği bilirkişi raporuyla” kitabın Türkiye ile alakalı olmadığı, muhtevanın Mısır’da geçtiğine hükmedildi, yazar beraat etti, kitap serbest bırakıldı.
Ancak Hekimoğlu’nun hayatında adli süreç bitmeyecekti. Muhtelif yerlerde yayınlanan yazıları sebebiyle hakkında on bir defa soruşturma açıldı, İmam Hatip Lisesi’ne gittiği için Harp Okulları sınavına kayıt yaptıramayan gençlerin ve ailelerinin durumlarını konu aldığı “Demek ki öyle…» başlıklı yazısından dolayı Türk Ceza Kanunu‘nun 159. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle 1 sene mahkûmiyet cezası aldı. 1992‘de 60 yaşındayken Bayrampaşa ve Şile Kapalı Cezaevlerinde 5 ay hapis yattı. Adeta Minyeli Abdullah’ın kaderini paylaşan Hekimoğlu’nun hayatında mahkemeler her zaman yerini aldı. “Çilesini çekmediğin dert senin değildir” diyerek yolunun çilesine talip olan bir yazar Hekimoğlu İsmail…
Yıl 2018…
Minyeli Abdullah’ın Türkiye’yi ayağa kaldırdığı günün üzerinden elli yıl geçti. Yüzbinler tarafından okundu ve her yeni nesil aynı heyecanla okumaya devam ediyor…
Nil Boyunca
Gökyüzü toprak rengindeydi. Onu mavi, masmavi görmek mümkün değildi. Sanki yer ile gök alev rengini almış, insanlar içinde pişiyordu. Yağmur nerde?.. Sabahları aşağılara çöken sis bile hayat kaynağı oluyordu.
“Cennet Irmağı” denilen Nil, Mısır için her şeydi! Siz Mısır’ın kocaman haritasına bakmayın; Mısır, Nil’den ibarettir.
Nil’i haritadan kaldırırsanız, geriye uçsuz bucaksız çöller kalır.
Ziraat Nil’e bağlı, nakliyat Nil’e bağlı, içme suyu Nil’e bağlı, kanalizasyonlar Nil’e bağlı, balıkçılık Nil’e bağlı… Velhasıl Mısır ve Mısırlılar Nil’e bağlı!..
Nil’in yukarı kısımları dar, hatta kayalıktır. Buradaki kasabalar ve şehirler de ufak ve kıymetsizdir. Minye de bunlardan biriydi…
“Minye” deyip de Osmanlı İmparatorluğunu hatırlamamak mümkün mü? O İslam devletinin Minye tepelerinde boş kovanı, dereleri üstünde köprüsü, şehrin içinde mektebi, camii, sebili ve kütüphanesi vardır.
Elimizi şakağımıza koyup; “Hey gidi günler hey,” demekten kendimizi alamıyoruz.
***
Minye’yi anlatıyorduk!
Minye bir ziraat şehridir. Eli nasırlı, elbisesi yamalı olanlar çoktur. Fakat herkesin zevki, neş’esi yerindedir. Düğünlerde çeşitli eğlenceler… Sinemalar tıklım tıklım… Herkesin elinde, cebinde radyo… Monoton bir yaşayış içerisinde bir gün istasyona gitmek; geleni karşılamak, gideni uğurlamak… Bu kadarla sınırlı değil; Minyelilerin gönlü gidene gider; gelene hayran olur. Nedense, herkes buradan gitmek istiyor; Kahire’ye, İskenderiye’ye… Büyük şehirlerde büyük adam olacaklarını zannediyorlar. Ah bu insanlar, yükselmeye doymuyorlar!
Bu sebepten midir, nedendir; herkes memur olmaya can atıyordu. Gösteriş ve israf almış yürümüştü. Medenî olmak ise birkaç şekle ve eşyaya bağlanmıştı. İçki içip kumar oynadığında medenî, evine koltuk alıp boynuna kravat taktığında centilmen bir bey yahut modern bir hanım oluyordun!.. Rüzgâr Kâbe’den değil, Ehramlardan esiyordu.
Minye her haliyle değişmişti! Bir başka âlem, bir başka muhit olmuştu. Ahlaksızlık artmış, hatta veba mikrobu gibi sârî ve öldürücü bir hal almıştı. Sakallı dedelerin, yaşmaklı ninelerin torunları randevu evlerinde yakalanıyordu. Dün İslamiyet’in hayat damarlarına suikast yapılırken malı için, canı için ses çıkarmayanlar, bugün torunlarını sefahat timsahlarının ağzında görerek cezalarını buluyordu. Kulüpler, varyeteler, barlar, evler ve evler!..
Bir yanda sefahat muhitlerinde gününü gün eden gençlik, diğer yanda gözyaşları döken analar, babalar!.. Para için, kadın için tahsil yapanlar, vatan sevgisini bir fantezi kabul ediyordu. Memuriyet halka zulüm, halk memurlara düşman olmuştu. Mektepler göz oyacak kargaların yuvasıydı. Mısır üniversitelerinde Paris havası, firavun ahlakı hâkimdi. “İslamî ahlakın üniversitede işi yok,” denebiliyordu. Gerçi bu sözü kabul etmeyenler çoktu ama onlar da ses çıkaramayacak kadar korkak ve gafildiler.
Mısır ve onun küçük bir numunesi olan Minye, Paris atmosferinden Moskova semalarına girmiş bir peyk gibiydi. Bu havayı teneffüs etmeyecek bir kişi düşünülebilir mi? Bilmem!..
Abdullah da bir Minyeliydi ve çocuktu. Henüz mektebe gidemeyecek kadar küçükken babasını kaybetmişti. Annesi gömleğini satıp biricik oğlunu okutacaktı: “Oğlum oku,” diyordu. “Senin amele olmana nasıl razı olayım? Esnaflıkta da iş kalmadı, oku da adam ol. Bak, Kel Hüseyin’in çarpık oğlu memur oldu, cakasından yanına varılmıyor, oku!..” O da okudu. Hem öyle bir aşk ve şevkle okumaya başladı ki ilkmektebi birincilikle bitirdi. Lakin ortamektep, ona göre bitmek bilmiyordu. Bir yanda futbol, öte yanda kız ve erkek arkadaşları onu -istediği halde- ders çalışmaktan alıkoyuyorlardı. Bir gün ortamektep son sınıfında tarih dersinden sözlü imtihan yapılıyordu. Sıra Abdullah’a gelmişti. Tarihe meraklıydı ve üstelik en çok bildiği Kadeş Meydan Muharebesi anlatılıyordu. Dersin muallimi bir kadındı. 40 yaşlarında olmasına rağmen henüz evlenmemişti. Abdullah’a karşı da bambaşka hisler besliyordu.
Kürsünün arkasında bir sandalyeye oturmuş, yüzünü Abdullah’a dönmüş, dinliyordu. Sonra bir elini yüzüne koyarak kürsüye dayandı, bir kadının kocası için muhafaza etmesi gereken halleri, hareketleriyle Abdullah’a ifşa etti. Hem de “modern bir öğretmen” olarak!.. Abdullah, dersi anlatamayacak hale geldi. Her şeyi unutmuş, kafası allak-bullak olmuştu. Ruhunda esmeye başlayan şiddetli fırtınalarla başını önüne eğdi ve ayağının ucuyla yere bir şeyler çizmeye başladı:
Öğretmen sordu:
“Anlatacakların bitti mi?”
“Şey, bitti!..”
“Otur, üç!..”
Dersten çıkınca arkadaşları Abdullah’ı sıkıştırdı:
“Niye sustun be, bildiğin mevzuydu?”
“Çok basitti. Neden anlatmadın?”
“Aptala bak. Ne susuyorsun? Anlat, al on numarayı!..”
“Soruyu beğenmedin mi şehzadem?”
Yaramazlığı ve muzipliği ile tanınmış bir çocuk ortaya atılıp arkadaşlarını teskin etti:
“Durun, ben öğreneyim. Onu bülbül gibi konuşturmayı bilirim.”
Ve Abdullah’ın yanına gitti, koluna girerek yürümeye başladılar:
“O kadın seni çok seviyor Abdullah!”
“Bilmiyorum!..”
“Muallime gibi sevmiyor!”
“Nasıl seviyor?”
“Aftos gibi.”
“Ne demek?”
“Sana göz koymuş, seninle evlenecek…”
“Kırk yaşında bir kadın o…”
“Amma daha kız. Benimle evlense evlenirim. Görmüyor musun, sana nasıl bakıyor?”
“Sadece baksa bir şey değil, bunlar nasıl kadın, ne biçim muallime?”
Abdullah’ı iyice dinleyen ve muallimenin nezaket hudutlarımızı zorlayan hal ve hareketlerini öğrenen arsız çocuk, koşarak arkadaşlarının yanına gitti. Zaten o başkalarının gözyaşına gülecek bir tipti. Ve duyduklarına beş de ilave ederek ballandıra ballandıra herkese anlattı. Halbuki Abdullah çöplükte biten gül misali, muhite inat, üstün bir ruha sahipti. Fıtrî bir kabiliyetle iyi ile kötüyü ayırabiliyordu. Fizikî durumu itibariyle de uzunca boylu, geniş omuzlu, boyu ile kilosu denk, yeni girdiği delikanlılık devresinde yarım sakal tıraşı ile tam bir erkek güzeliydi. Kara gözleri, uzun kaşları ve tatlı tebessümüyle kızların sarkıntılıklarına sık sık hedef oluyor, içindeki “günah” hissiyle muhataplarını ya cevapsız bırakıyor veya mukabelesi şakadan ileri gitmiyordu.
O azimliydi, okuyacaktı! Annesi de bunu istiyordu. Lakin şu anda zincir kopmak üzereydi. Bu muhitlerin, kendi muhiti olmadığını anlıyor fakat nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Elini atacağı dal, gölgesine sığınacağı bir çardak kalmamıştı. Manevî bir boşluğun içine düştüğünü acı acı hissetti. Ümitsiz bir gönülle nefret duyduğu sınıfa döndü.
Bir saat sonra, aynı tarih muallimesi coğrafya dersine geldi. Yine Abdullah’ı tahtaya kaldırdı. Zor bir sual sordu. Hatta bu sualin cevabı kitapta yoktu. Abdullah düşünüyordu. Balıketinde, yuvarlak yüzlü, tombul yanaklı, çirkin denmeyecek kadar güzel olan muallimenin tek cazip tarafı, çenesinin kuş yumurtası gibi durmasıydı. Hayata ehemmiyet vermeyen bir tip olmakla beraber, zevkten başka bir şey tanımazdı. Derslerinde Bedir Muharebesi’ni, Waterloo gibi anlatırdı. Yavaşça ayağa kalktı, kürsüden aşağı indi ve Abdullah’ın yanına gelip sol eliyle kulağından tuttu: “Burada dilini yutar, dışarda açarsın, seni eşek kafalı seni!..” diyerek sağ eliyle ona vurmaya başladı. Sonra üniformalı subay gibi Abdullah’ı iki eliyle tokatladı. Hem bir şeyler söylüyor, ağzından tükürükler saçıyor, hem de vuruyor, vuruyordu. Talebeler hayretten donakaldılar. Bu kadın döverdi ama hiç kimseyi bu kadar dövmemişti. Dönüp dönüp o yaramaz arkadaşlarının yüzüne baktılar. Muallime yorulunca Abdullah’ı bıraktı…
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMinyeli Abdullah
- Sayfa Sayısı272
- YazarHekimoğlu İsmail
- ISBN9789757544135
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023 (100.baskı)
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sinek Isırıklarının Müellifi ~ Barış Bıçakçı
Sinek Isırıklarının Müellifi
Barış Bıçakçı
Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı. Ev, iplik parçalarıyla, kırpıklarla dolu oluyordu, iki ucu bir araya getirilememiş hatıralarla ve partal...
- Kukla ~ Ahmet Ümit
Kukla
Ahmet Ümit
“Kukla, Türkiye’de bu türde yayımlanan romanlar içinde; gerek işlenişi, gerek kurgusu, gerek kişiliklerin yaratılması, gerekse de Türkçesinin güzelliğiyle birinci sınıf bir yapıt değerlendirmesini hak...
- Bu Son Dokunuş Ruhuna ~ Ali Uslu
Bu Son Dokunuş Ruhuna
Ali Uslu
Adına hayat denilen, koca koca taşlarla döşenmiş, büyük, uçsuz bucaksız, ufuk çizgisi bile belli belirsiz bu yolda, yanı başımda beyaz ve siyahtan ama kırmızı...