“Bianca’yı ancak o zaman gördü Jonathan. Adam, Fritz’den çok ona yakındı. Kahverengi deri düğmeli, gri renkte şık bir palto giyen, ablak yüzlü, esmer bir adam. Derin düşüncelere dalmışçasına, öfkeli denebilecek bakışlarla dosdoğru karşıya bakıyordu. Jonathan hâlâ gazete okur gibi yapan Fritz’e göz attı. Göz göze geldiklerinde Fritz başını eğdi ve evet dercesine gülümsedi.”
Ripley, serinin bu üçüncü kitabında başka türlü bir oyun peşinde. Geçmişine yönelik imalı sözler sarf eden lösemili komşusundan “küçük” bir intikam almak istiyor. Kendi halinde, çerçevecilik yaparak karısını ve küçük çocuğunu geçindirmeye çalışan Jonathan’ı zor bir tercihin eşiğine sürüklüyor: Ya ailesine beş kuruş bırakmadan ölüp gidecek ya da iki cinayet işleyip onlara hatırı sayılır bir para bırakacak. Fakat Ripley bu sefer Mafya’yı da karşısında bulur.
“Patricia Highsmith’i bir polisiye ya da suç yazarı olarak tanımlamak, biraz Picasso’yu çizer olarak tanımlamaya
benzer.”
CLEVELAND PLAIN DEALER
*
1
Tom, “Kusursuz cinayet diye bir şey yoktur,” dedi Reeves’e. “Bunu kurgulamak, ancak bir salon oyununda olur. Çözümlenmemiş bir sürü cinayet var diyebilirsin gerçi. Ama o farklı bir şey.” Sıkılmıştı Tom. Küçük ama canlı bir ateşin çıtırdadığı büyük şöminenin önünde gidip geliyordu. Tutucu biri gibi, akıl öğreten bir kilise yetkilisi gibi konuştuğunun farkındaydı ama Reeves’e yardım edemeyecekti. Daha önce de söylemişti bunu.
Reeves, “Evet, tabii,” diye söylendi. Sarı ipek döşeli iskemlelerden birine oturmuş, ellerini kavuşturup dizlerinin arasından sarkıtarak, ince gövdesini öne eğerek konuşuyordu. Yüzü kemikli, kumral saçları kısa, külrengi gözlerinin bakışı soğuktu. Sevimli bir yüz denmezdi ama, sol şakağından başlayıp yanağından aşağı, hemen hemen ağzının ucuna kadar uzanan onon iki santimlik yara izi olmasa, yakışıklı sayılabilirdi. Teninin renginden daha pembe olan iz, yaranın beceriksizce dikildiği, belki de hiç dikiş yapılmadığı izlenimi veriyordu. Tom bu konuda herhangi bir soru sormamışsa da Reeves bir gün kendiliğinden açıklamada bulunmuştu. “Bir kız yaptı,” demişti. “Pudriyerinin keskin kenarıyla. Düşünebiliyor musun?” (Hayır düşünemiyordu Tom.) Kederli bir gülüşle, Reeves’in yüzünde gördüğü sayılı gülüşlerden biriyle gülümseyip geçmişti adam. Bir başka gün de, “Attan düştüm,” diye bir açıklama yapmıştı. “Ayağım üzengiye takıldı kaldı, birkaç metre sürüklendim.” Bunu başka birine söylemişti gerçi. Ne var ki Tom da oradaydı. Tom’a kalırsa yara, kötü bir dövüşte, pek de keskin olmayan bir bıçağın açtığı bir yaraydı.
Reeves şimdi de Tom’ın iki “basit cinayet” ve belki aynı derecede basit, tehlikesiz bir hırsızlık işini üstlenecek birini bulmasını, birini salık vermesini istiyordu. Reeves onunla konuşmak için Hamburg’dan Villeperce’e gelmişti. Geceyi orada geçirecek, ertesi gün aynı konuyu başka birine açmak için Paris’e gidecekti. Sonra da –ola ki başarısızlığa uğrarsa biraz daha düşünmek için– Hamburg’a dönecekti. Aslında hırsızlık mallarının alım satımında aracılık yapan biriydi Reeves. Gelgelelim son zamanlarda Hamburg’daki yasadışı kumar dünyasına el atmıştı. Şimdi de o çevreleri korumaya çalışıyordu. Kimden mi koruyacaktı? Aynı işe girmek isteyen İtalyan köpekbalıklarından. Hamburg’daki İtalyan, mafyanın zemin yoklamak için yolladığı bir “tetikçi”ydi Reeves’e kalırsa. İkinci bir İtalyan da başka bir “mafya ailesi”nin adamı olabilirdi. Kumar işine girmeye çalışan bu adamların birini ya da ikisini ortadan kaldırmakla mafyanın gözünü korkutup bu girişimden vazgeçmelerini sağlayabileceğini, aynı zamanda Hamburg polisinin dikkatini mafyanın yarattığı tehlikeye çekebileceğini umuyordu. Gerisini, yani mafyayı Hamburg’dan uzak tutmak işini polise bırakabilirdi. “Bizim Hamburg’daki çocuklar namuslu insanlardır,” demişti. “Özel kumarhane işletmeleri yasadışı bir iş olabilir ama kulüp adı altında çalıştıkları sürece yasalara aykırı sayılmıyorlar. Kâr payları da soygunculuk sayılacak kadar yüksek değil. Las Vegas gibi değil yani. Orada kumarın her türlüsüne mafyanın pisliği bulaşmış. Üstelik Amerikan polisinin burnunun dibinde!”
Tom şöminenin demirini alıp ateşi karıştırdı; üstüne bir kütüğün tam üçte biri boyunda, düzgünce kesilmiş büyük bir odun daha yerleştirdi. Saat 18.00’e geliyordu. İçki içilebilecek saat yaklaşmıştı. Hatta hemen şimdi içilebilirdi. “Reeves, acaba…”
Ripleylerin kâhyası Madam Annette de aynı anda mutfaktan salona gelmişti. “Affedersiniz mösyö… Mösyö demin çay istemediğine göre, acaba şimdi bir içki ister misiniz Mösyö Tom?”
“Evet Madam Annette. Çok teşekkür ederim. Ben de şimdi onu düşünüyordum. Madam Heloise’a da gelip bize katılmasını söyler misiniz lütfen?” Heloise’ın havayı yumuşatmasını istiyordu. Saat 15.00’te Reeves’i almak için Orly Havaalanı’na gitmeden önce Reeves’in onunla bir şey konuşmak istediğini söylemişti karısına. O yüzden de Heloise bütün akşamüstü bahçede ya da ikinci katta oyalanmıştı.
Reeves telaşla ve son bir umutla sordu: “Bu işi sen kendin üstlenmeyi düşünmez miydin? Senin o çevreyle hiç ilgin yok. Bizim istediğimiz de bu! Öylesi, güvende olmak demektir. Üstelik parası da az sayılmaz. Doksan altı bin dolar…”
Tom başını iki yana salladı. “Seninle ilgim var Reeves. Bir bakıma öyle sayılır.” Reeves için, küçük çalıntı malları postaya vermek ya da Reeves’in diş macunu tüpleri gibi yerlere gizlediği mikrofilm ve benzeri şeyleri diş macununun suçsuz taşıyıcısından aşırmak gibisinden ufak tefek işler yapmıştı. “Sen benim bu hırsız polis oyununu nereye kadar götürebileceğimi sanıyorsun? Ben de adımı, ünümü korumak zorundayım.” Bunu söylerken güleceği gelmişti ama kalp atışları da gerçek, içten bir duyguyla hızlanmıştı. Güzelim evini, Derwatt olayının üstünden ancak altı ay geçtiği halde içinde yaşadığı güvenli ortamı düşününce sırtını dikleştirdi. O olay az kalsın felaketle sonuçlanacaktı. Neyse ki kuşku altında kalmakla kurtulmuştu. Üstünde yürüdüğü buz tabakası çok inceydi, evet; ancak kırılmamıştı. İngiliz polisinden müfettiş Webster’la ve onun yanında getirdiği iki olay yeri inceleme memuruyla birlikte Salzburg’daki ormana, ressam Derwatt olduğu sanılan kişinin ölüsünü yaktığı noktaya gitmişlerdi. Sormuşlardı polisler: Kafatasını niçin ezmişti? Tom bunu düşündükçe hâlâ ürperiyordu. Üst dişleri sağa sola dağıtıp gizlemek için ezmişti kafatasını. Altçene yerinden kolayca çıkmış, Tom da onu uzakça bir yere gömmüştü. Gelgelelim üst dişler… Olay yeri incelemecilerden biri dişlerin birkaçını bulmayı da başarmıştı ama, Londra’daki dişçilerin hiçbirinde Derwatt’ın dişleriyle ilgili herhangi bir kayıt yoktu. Derwatt, son altı yılını Meksika’da geçirmişti (daha doğrusu geçirdiğine inanılıyordu). Tom, “Onu da ölüyü yakma işinin bir parçası olarak gördüğüm için,” demişti. “Ölüyü unufak edip kül haline getirmek istediğim için.” Yakılan ceset Bernard’ın cesediydi aslında. Evet, Tom bunu düşündükçe, gerek o dakikada duyduğu korkudan, gerekse yaptığı işin, yanık kafatasının üstüne koskoca bir kaya parçası atmanın dehşet verici bir iş olmasından ötürü ürperiyordu hâlâ. Ama en azından Bernard’ı o öldürmemişti. Bernard Tufts’ınki bir intihar olayıydı.
“Tanıdığın onca insan var,” dedi Reeves’e. “Aralarında bu işi üstlenecek birini bulabilirsin herhalde.”
“Evet, ama benimle ilgisi olduğu anlaşılır. O kişiler senden çok daha yakın bana.” Yenik düşmenin üzüntüsüyle sürdürdü. “Sen de bir sürü saygın insan tanıyorsun Tom. Kimsenin kuşkulanmayacağı namuslu, tertemiz insanlar.”
Tom güldü. “O insanları nasıl sokarsın böyle bir işe? Bazen aklından zorun var diyeceğim geliyor Reeves.”
“Hayır, ne demek istediğimi biliyorsun. İşi para için yapacak biri diyorum. Yalnızca para için. Uzman olması gerekmez. Biz her türlü hazırlığı yaparız. Bir… kalabalıkta birine suikast yapmak gibi bir şey olacak. Sorguya çekildiğinde –çekilirse tabii– asla böyle bir şey yapamayacağı izlenimi uyandıracak biri bulunsa…”
Madam Annette servis arabasıyla gelmişti. Gümüş buz kovası pırıl pırıldı. Tekerlekler hafifçe gıcırdıyordu. Tom haftalardır tekerlekleri yağlamayı düşünüyordu. Madam Annette İngilizce anlamadığı için Reeves’le konuşmayı sürdürebilirdi ama o konudan sıkılmış, kadının içeri girmesine sevinmişti. Madam Annette altmış yaşlarındaydı. Normandiyalı bir aileden geliyordu. Eli yüzü düzgün, yapısı sağlamdı. Bulunmaz bir nimetti. Tom, Belle Ombre’u onsuz çekip çevirmeyi düşünemezdi.
Derken Heloise da bahçeden içeri girdi. Reeves ayağa kalktı. Kırmızı ve pembe çizgili, bol paçalı bir pantolon giyiyordu Heloise. Bütün çizgilerin üstü, dikey harflerle yazılmış LEVI yazısıyla doluydu, uzun sarı saçları omuzlarından aşağı sarkıyordu. Tom şöminedeki alevlerin karısının saçlarına yansıdığını gördü ve “Bizim konuştuğumuz konuyla karşılaştırılınca o ne kadar saf ve temiz,” diye düşündü. Nedir ki karısının saçlarında altın ışıltıları da vardı, o da parayı düşündürmüştü Tom’a. Daha fazla paraya gerek duyduğu yoktu aslında. Başka tablo yapılamayacağına göre Derwatt tablolarının satışından aldığı yüzdenin arkası kesilse bile, Derwatt resim malzemelerini üreten şirketten gelecek kâr vardı hâlâ. Sonra, Tom’ın kendi yazdığı vasiyetnameyle mirasına konduğu Dickie Greenleaf’ten kalan hisse senetlerinin –pek fazla olmasa da– günden güne artan kâr payı vardı. Bir de Heloise’ın babasından aldığı bol harçlık. Açgözlülüğün gereği yoktu. Çok zorunlu değilse cinayet işlemekten nefret ederdi Tom.
Heloise, “Rahat rahat konuşabildiniz mi?” diyerek zarif bir hareketle sarı kanepeye oturdu.
“Evet, sağ olun,” dedi Reeves.
Heloise İngilizceyi rahat konuşamadığı için konuşmanın bundan sonrası Fransızca sürüp gitti. Reeves fazla Fransızca bilmemekle birlikte iyi kötü idare ediyordu. Konuşulanlar da önemli konular değildi zaten: bahçenin durumu, hafif geçen ve artık geride bıraktıkları kış ayları, henüz martın başında bulundukları halde çiçek açan nergisler. Tom arabadaki küçük şişelerin birinden karısının bardağına şampanya doldurdu.
Heloise İngilizceye dönmeyi göze alarak, “Şimdi Hamburg’da havalar nasıl oluyor?” diye sordu. Reeves buna Fransızca karşılık vermeye çalışırken Tom karısının keyifli bakışlarla dinlediğini fark etti.
Hamburg da pek soğuk değildi. Reeves kendisinin de bir bahçesi olduğunu, “petite maison”unun1 “Alster’de, su kıyısında bulunduğunu” anlatıyordu. Küçük bir koyu andırıyordu Alster; kıyı boyunda oturanlar hem bahçelerinden, hem sudan yararlanabiliyorlardı. İsterlerse küçük teknelere sahip olabiliyorlardı yani.
Heloise’ın Reeves Minot’dan hoşlanmadığını, ona güvenmediğini bilirdi Tom. Reeves, kocasının uzak durmasını istediği türden bir insandı. Tom o gece karısına Reeves’in önerdiği bir tasarıya karşı çıktığını söyleyebileceği için sevindi. Heloise, babasının söyleyebileceklerini düşünerek kaygılanırdı hep. Babası Jacgues Plisson milyoner bir ilaç fabrikatörü, de Gaullecü bir yurtsever, saygın Fransız erkeğinin simgesiydi. Tom’ı da bir türlü sevememişti. Heloise sık sık, “Babam bundan daha fazlasına göz yummayacaktır,” uyarısında bulunurdu ama Tom onun, baba Plisson’un harçlığını keserim tehdidinden çok kocasının güvenliğini düşündüğünü bilirdi. Heloise haftada bir Chantilly’de oturan ailesiyle öğle yemeği yerdi. Genellikle cumaları. Babası harçlığını kesecek olursa Belle Ombre’daki düzeni korumalarının yolu yoktu, Tom bunu gayet iyi bilirdi.
O akşam yemekte Madam Annette’in özel sosuyla yenen soğuk enginar, ardından da médaillons de boeuf 2 vardı. Heloise üstünü değiştirip açık mavi, sade bir elbise giymişti. Tom’a kalırsa, Reeves’in istediğini elde edemediğini de sezmişti. Yatak odalarına çekilmeden Tom konuğun gerek duyabileceği her şeyin elinin altında olmasına dikkat etti, çayının ya da kahvesinin odasına kaçta getirilmesini istediğini sordu. Saat 08.00’de kahve rica ediyordu Reeves. Evin ortasındaki konuk odasını vermişlerdi ona. Bir kapısı bitişikteki banyoya, aslında Heloise’ın kullandığı banyoya açılan odayı. Madam Annette, Heloise’ın diş fırçasını oradan alıp Tom’ın banyosuna koymuştu çoktan.
Heloise dişlerini fırçalarken, “Yarın gideceğine sevindim,” diye söylendi. “Bu adam niye o kadar gergin?”
“O her zaman gergindir.” Tom duşun musluğunu kapatıp çıktı ve sarı bir havluya sarındı. “O yüzden bu kadar zayıf… belki.” Heloise kocasıyla İngilizce konuşurken çekingenlik duymadığından, İngilizce konuşuyorlardı.
“Nasıl tanıştın onunla?”
Tom bunu hatırlamıyordu. Peki ne zaman? Beş-altı yıl olmuştu belki. Roma’da mı? Reeves kimin arkadaşıydı? Fazla kafa yoramayacak kadar yorgundu Tom. Çok önemli de değildi.
Reeves ayarında beş-altı tanıdığı daha vardı, her biriyle nasıl tanıştığını kesin olarak söyleyemezdi.
“Senden ne istiyordu?”
Tom karısının beline sarılarak bol geceliğini gövdesine bastırdı ve serin yanaklarını öptü. “Hiç olmayacak bir şey. Yapamam dedim. Sen de gördün, hayal kırıklığına uğradı.”
Dışarıda bir baykuş. Belle Ombre’un arkasındaki devlet ormanının çamlarında öten tek bir baykuş vardı. Tom, sol kolunu karısının başının altından geçirmiş, yattığı yerde düşünüyordu. Heloise uykuya dalınca solukları hafifledi, seyrekleşti. Tom içini çekerek düşündü. Mantıklı, yapıcı bir düşünce biçimi değildi bu. İçtiği ikinci fincan kahve uykusunu kaçırmıştı. Bir ay önce Fontainebleau’da gittiği bir arkadaş toplantısını hatırlamıştı. Bir doğum günü partisi. Madam… Madam ne? Kadının kocasının adını hatırlamaya çalıştı. Tom’ın ilgilendiği adamdı aslında. Bir İngiliz’di, adını birkaç saniye içinde bulurdu. Otuz yaşlarındaydı ev sahibi. Bir de küçük oğlu vardı. Fontainebleau’da üç katlı, ancak çok küçük bir alana kurulmuş bir evde oturuyordu. Arkada da küçük bir bahçe vardı. Resim çerçeveleri yapan bir adam. Tom’ın fırçalarıyla boyalarını aldığı dükkânın sahibi Pierre Gauthier o yüzden sürüklemişti onu da partiye. “Hadi gelin Mösyö Riipli,” demişti. “Karınız da gelsin! Kalabalık olmasını istiyor. Biraz üzgün. Ayrıca, çerçeve yaptığına göre siz de müşterisi olursunuz belki.”
Tom karanlıkta gözlerini kırpıştırdı, kirpiklerinin Heloise’ın omzuna değmemesi için başını biraz geriye çekti; uzun boylu, sarışın İngiliz’i biraz öfke, biraz da hoşnutsuzlukla düşünüyordu. Çünkü adam, mutfakta, yer muşambaları aşınmış, isli sac tavanında on dokuzuncu yüzyıldan kalma kabartmalar görünen bu kasvetli mutfakta hoşa gitmeyecek bir söz söylemişti Tom’a. Adam –Trewbridge miydi adı? Tewksbury miydi?– alaycı sayılabilecek bir havayla, “Eveet, sizden söz edildiğini çok duydum,” demişti. Tom, “Adım Tom Ripley, Villeperce’te oturuyorum,” diyerek kendini tanıtmış, Fransız bir kadınla evlenmiş bir İngiliz’in, yakınlarda oturan, yine karısı Fransız olan bir Amerikalıyla ahbaplık etmek isteyeceğini düşünerek ne zamandan beri Fontainebleau’dasınız diye sormaya hazırlanmışken, adamın bu kabalığıyla karşılaşmıştı. Trevanny! Trevanny değil miydi adı? Uzun sarı saçlı, Hollandalıyı andıran biri. Gerçi İngilizler çok kez Hollandalıları, Hollandalılar da İngilizleri andırırlardı…
Aslında Tom’ın aklını kurcalayan Gauthier’nin aynı gece söylediği bir sözdü. “Kabalık etmek istememiştir,” demişti Gauthier. “Çok sıkkın da ondan. Bir kan hastalığı var. Sanırım lösemi. Oldukça ciddi. Ayrıca, evin durumundan da anlayabileceğiniz gibi fazla parası da yok.” Gauthier’nin, sarımtırak yeşil camdan yapılmış bir takma gözü vardı. Herhalde kendi gözünün rengine uyması için o renk yapılmışsa da renk tutturulamamıştı. Ölü bir kedinin gözüne benziyordu Gauthier’nin cam gözü. İnsan oraya bakmamaya çalışır, yine de hipnotize edilmişcesine bakar dururdu. O yüzden, cam gözün garip etkisine eklenen iç karartıcı sözleri Tom’da güçlü bir ölüm duygusu yaratmış, bu sohbeti unutmamasını sağlamıştı.
Eveet, sizden söz edildiğini çok duydum. Trevanny –ya da adı her neyse– Bernard Tufts’ın, daha önce de Dickie Greenleaf’in ölümünden onun sorumlu olduğunu düşündüğünü mü ima etmek istemişti? Yoksa hastalığından ötürü herkese düşman mı kesilmişti? Sürekli mide ağrısı çeken birinin suratsızlığı gibi bir şey miydi onunki? Trevanny’nin karısı da gözünün önüne gelmişti şimdi. Güzel sayılamayacak, ancak kestane saçlı, dışadönük, dost tavırlı, ilgi çeken bir kadın. Salondaki sayılı koltuğa kimsenin oturmaya yanaşmadığı partiyi canlandırmak için elinden geleni yapmıştı kadın.
Neydi Tom’ın düşündüğü? Böyle bir adam Reeves’in sözünü ettiği işi üstlenir miydi? Trevanny’ye uygun düşecek bir yaklaşım da düşünmüştü Tom. Zemin hazırlanırsa, hemen herkesi tavlayabilecek bir yaklaşım. Bu olayda zemin zaten hazırdı. Trevanny’nin sağlığıyla ilgili ciddi kaygıları vardı. Tom’ın yapacağı ona bir oyun oynamak olacaktı yalnızca. Belki ağır bir şaka olacaktı ama adam da ona ağır bir söz söylemişti. Şakanın, şaka olmaktan öteye geçmediği de bir-iki günde, Trevanny doktoruna başvurur vurmaz anlaşılırdı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıRipley'nin Oyunu
- Sayfa Sayısı268
- YazarPatricia Highsmith
- ISBN9789750536885
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görünüşüme Aldanma Yanarsın ~ Ally Carter
Görünüşüme Aldanma Yanarsın
Ally Carter
Cammie Morgan, Boston’a arkadaşı Macey’i ziyarete gittiğinde yaz tatilinin ilginç bir şekilde sonlanacağını düşünmüştü. Cammie, Macey’in babasının ABD başkan yardımcılığına aday olmayı kabul edişini...
- Sadece Seninim ~ Susan Andersen
Sadece Seninim
Susan Andersen
Catherine MacPherson’ın beklediği son şey, kaba bir ödül avcısının gözetiminde, kız kardeşinin minicik kıyafetlerinden oluşan bir bavulla, Greyhound otobüs şirketine ait bir otobüste yolculuk...
- Ölümcül Kaos ~ Matt Dickinson
Ölümcül Kaos
Matt Dickinson
Kelebeğin bir kanat çırpışı kadardır her şey. Bir kanat çırpışı hayatları değiştirecek. Bir kanat çırpışı hayatları bitirecek. Jamie ve Will [SAUNCY KORUSU, WILTSHIRE] Okulu...