Adalet, yirmi dokuz yaşında genç bir kadın. Hayata ve insanlara dokunmadan, ne mutlu ne mutsuz, öylesine yaşayıp gitmektedir. Ta ki doktoru, ölümcül bir hastalığa yakalandığını söyleyene dek…
Hastalığı için kendini suçlayan Adalet, hayatını didik didik ederek, ilk günahını, masumiyetini kaybettiği ilk gerçek suçunu bulmaya çabalar. Bu uğurda çıktığı yolda kendiyle de, içinde yaşadığı ülkeyle de yeniden tanışacaktır.
Dokunmadan, kahramanın hayatı sorguladığı, değişimi yaşadığı ve belki de aşka rastladığı sürükleyici bir yolculuğa davet ediyor okuru.
*
“Meçhule giden bir gemi kalkar
bu limandan”
Yahya Kemal Beyatlı/Sessiz Gemi
*
Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım.
Azrail’i atlatmayı umduğumdan değil; bir gün herkes gibi ruhumu yetkili makamlara teslim edeceğimi elbet biliyordum. Ama o gün öyle uzak ve muğlaktı ki, galiba ölümümü görmeye ömrüm vefa etmez sanıyordum. Bilmek farkında olmama yetmiyordu.
Ruhunuzu ele geçiren zifiri karanlığa diri diri gömülmeye niyetiniz yoksa, kendi ölümünüze fazla kafa yormaz, o kapınızı çalmadıkça bizzat gidip hatırını sormazsınız. Hayatta bazı şeylerin varlığı, uzun boylu düşünmemek kaydıyla kabul edilir. Ben de er geç ikametimi tahtalıköye aldıracağımı bilsem de. malum akıbeti yok sayarak yaşamaya çalışıyordum.
Yaşamaya çalışmak; biz ölümlülerin ekseriyetle yaptığı bu. Fakat sonra işgüzar Azrail gelip beni buldu. Daha doğrusu incelik gösterip önden ulak gönderme lütfunda bulundu. Kara haber mütehassısı doktorlar karşıma dikildiğinde, bir gün kendi sonuma şahitlik edeceğimi dehşetle hissettim. O günün sandığım kadar uzak olmadığını da öyle.
Doktorum Kâzım Bey’in uzun açıklamalarından (maalesef hastalık ilerlemişti, kuşkusuz ellerinden geleni yapacaklardı, piyasaya henüz sürülen ilaçları ve Amerika’da heyecanla karşılanan yeni tedavileri de deneyeceklerdi, hem zaten Allah’tan umut kesilmezdi…) kısa bir sonuç çıkıyordu:
Ölecektim.
Öyle yaşlanıp elden ayaktan kesilince değil üstelik, bugün yarın. Belki yeni bir mevsim göremeden, tek bir yeşil erik daha yiyemeden, kıymetli defterimin sonuna gelemeden… Her an kapımı çalmasından çekindiğim arsız bir misafiri bekler gibi hazır olacaktım ölüm hazretlerinin teşrifine. İçimden bir ses, “Buraya kadarmış Adalet” diye fısıldıyordu. Ürperiyordum.
Son zamanlarda birileri sık sık doğal sayılamayacak sebeplerle terki diyar ederek, payıma düşen çağın ecelle göçmenin revaçta olduğu eski güzel günlere rahmet okutmasına vesile olsa da, etrafta çalan mahşer bandosunu üstüme alınmamış, ölümü kendime yakıştırmamıştım. Öte yandan, yaşarken hayatı sevdiğimden de haberim yoktu. Bir ayağımın çukurda olduğunu öğrenince anladım, meğer seviyormuşum. Ya da ne bileyim, biraz daha vaktim olsaymış sevecekmişim. Hani sanki tam ben sevecek gibi olmuşum da öleceğim tutmuş. Takdiri ilahi! Yedi milyar nüfuslu gezegende, katiller, sübyancılar, karısının bağırsaklarından makrama usulü gazetelik yapan psikopatlar, eceli iple çeken yatalak ihtiyarlar dururken, bula bula beni mi bulmuş o ilahın takdiri?
Hoş, ben kimdim ki? Zengin fakir, çocuk yaşlı, haklı haksız, vakitli vakitsiz demeden, bu dünyaya yolu düşen herkes, ilk müsait sapaktan ebedi karanlığa dönmemiş miydi? Ölümsüzlük iksirini cebinde gezdiren Lokman Hekim’den, yüz binlerin hayatını iki dudağının arasında söndüren Büyük İskender’e bir Allah’ın kulu becerip de malum akıbetten kaçabilmiş miydi? Hastalanmamayı başarırsa ölümden de yırtabilirmiş gibi ömrünü check up’lara yatıranlar, yüzündeki çizgileri azaltarak Azrail’i şaşırtabilirmişçesine sıfatını anti-aging kremlere bulayanlar, kalabalık yere bomba konur endişesiyle kapısından dışarı adım atmadığı evinin penceresinden bakarken, sokak lambalarını avlamaya heveslenmiş sarhoş komşunun kör kurşununa hedef olanlar, cümlesi tipiş tıpış Hakk’a yürümemiş miydi?
Hayatı, gideceğini başından beri bildiğim ama için için be ni bırakmayacağını ummayı seçtiğim bir serserinin rüzgârına kapılır gibi yaşadığımı ancak o zaman kavrayabildim. Onu sandığımdan fazla önemsediğimi de.
Böylece kalbimde fokurdayan tekmil duygunun yerini derin bir acı aldı. Bu, dünyanın sonu gelmiş, artık sabah olmayacakmış gibi berbat bir histi. Çünkü öyleydi. Dünya, bana ayırdığı sürenin sonuna gelmişti ve yakında hesabıma düşen günlerden geriye, içine uyanabileceğim serin bir sabah kalmayacaktı.
Bunu anladığınız an hissettiğiniz boşluk duygusu, o vakte dek tecrübe ettiklerinizin hiçbirine benzemiyor. Ne aşk, ne ayrılık acısı, ne de arada bir kapınızı zorlayan başıbozuk varo luş sancıları, hiçbiri bir yarın olmayışının ruhta açtığı gediğin yanına bile yaklaşamıyor. Gittikçe büyüyen, büyüdükçe eriyen bir kartopu misali yuvarlana yuvarlana yaşayıp giderken, bunu idrak edemiyor insan. Öldüğündeyse zaten geç kalmış oluyor. Ancak yaşamla ölüm arasında salındığınız, henüz ölmediğiniz ama yaşıyor da sayılamayacağınız o asap bozucu bekleme odasında hissedilen, rüzgârlı bir boşluk bu. Tam da babaannemin, “Allah düşmanıma göstermesin” dediği türden bir fecaat.
Neyse ki sırrına babaanneler dahil kimselerin eremediği şu acayip âlem, içinde çalkalanan hislerimizle birlikte ha babam deviniyor. Biz bitti sandıkça başlamayı, durdu dedikçe dönmeyi, bizden azade ama yine de bizimle birlikte devridaimi sürdürüyor. Onun serkeş ritmi sayesinde kimse sonsuza dek âşık. dertli veya dehşet içinde kalamıyor. Her şey kendini usulca kendinden sonra gelecek olana devşiriyor. Ben de bir süre sonra, azıcık sakinleşmemi sağlayan teslimiyet safhasına geçebildim.
Kaçamayacağınızı anladığınız gerçekler karşısında sarıldığınız bayrak bu, teslimiyet bayrağı. Damarlarınızı umut zehrinden arındırmışsanız, o bayrağın altında az da olsa teselli bulabiliyorsunuz. Hoş, efendi gibi evimde oturup ölümün teşrifini beklemek yerine, bedenimi bir kasap dükkânını andıran hastanede sergileyip, o dükkânın kirli tezgâhında mıncıklatmayı kabullendiğime göre, ölüme en teslim olduğum sırada bile, umut belasından büsbütün kurtulamamıştım herhalde. Ama teslim olduğuma inanacak kadar yatışmıştım hiç değilse. Bu durumda yapılacaklar sınırlıdır. İtikat sahibiyseniz Yaradan’a sığınır ve muhtemelen iyi bir insan olduğunuza inandığınız için, öteki tarafta sizi fazla hırpalamayacağına iman etmeye çalışırsınız. Sizin için öteki taraf diye bir habitat yoksa işiniz daha da kolay. Ölümü uzun bir uyku sayıp, pek yakında hiçbir şey hissetmeyecek oluşunuzda iç açıcı bir yan bile bulabilirsiniz.
Bana gelince… Öldükten sonra nasıl bir yol izleyeceğimi kestiremiyordum. Yaşarken nereden gelip nereye gittiğimden bile emin değildim. Fakat dört kolluya bineceğimi öğrenince işin rengi değişti, ilişkisine isim koymaya heveslenen yeniyetmelere döndüm. Derin bir yalnızlık çöreklendi çünkü içime. Yanı ölü sayılırdım ve hayattakilerle aramda kalın bir duvar yükselmişti. Ne yaşayanlar anlardı beni, ne de ölüler işitebilirdi. Herhalde bu derin yalnızlığın da tesiriyle, uzun uyku hikâyesine bel bağlamak yerine, cehennemi düşünmeye yöneldim. Boşluktan korktum sanırım; hayatın böylesine nafile oluşu fikriyle baş edemedim. Cehennemde eriyip ateşe karışmayı bile, koca bir hiçliğin ortasında kaybolmaya yeğledim.
Cehennem, evet. Maalesef şu hayatta her yaptığını doğru bulan, cinayet işledikten sonra bile dünyayı bir pislikten kurtardığını düşünüp gururlanan talihlilerden değilim. Prensip olarak katiyen böbürlenmem; daha ziyade hayıflanmayı bilirim. Varoluşsal hakikatim, derin bir suçluluk duygusuna dayanır.
Öleceğimi öğrendiğimde de suçluluk duydum. Hastalık
bu, elimden ne gelir diye bile düşünemedim. Kendime daha iyi baksaydım, daha az sigara içseydim mesela, belki de sağlam bir bünyeye sahip olur ve şimdi adını anmak istemediğim o melun illete paçayı kaptırmazdım. İki dal fazla tellendirip keyif yapacağım diye, sevenlerimi ardımda gözü yaşlı bırakmazdım.
Tamam, sevenlerim tabir ettiğim kitle pek kalabalık sayılmazdı. Ama mevzubahis suçluluksa, sevene hacet yok, sevmeyenler de yeter. Öyle lodosçu, fırsatçı, öyle sinsi bir asalaktır ki o, yaptığınız ve yapmadığınız, sahip olduğunuz ve olmadığınız her şeyi davetiye beller. Kapıyı kapasanız pencereden, pencereyi çivileseniz bacadan girer ve ayak bastığı yeri talan eder. Bana da öyle yaptı.
Suçluluk illeti, işlediğim suçlardan çok daha fazla zorlaştır di hayatımı. Çünkü suç saklansa da, suçluluk kalır. Yastığın üze rinde uykusuzluk lekesi, kalpte kimliği meçhul ağrı, kursakta bekleyen taş gibi kalır. Bende de kaldı. Sanırım şimdi burası, her şeyi anlatmanın tam yeri ve zamanı.
2
“İyi bir çocuktum”
Morrissey/İsa’yı Affettim
Rahmetli babaannem Müşerref Hanım, Barbara Cartland Romanlarına bayılırdı. Rivayete göre eskiden tam bir kitap kurdu olan, hatta bana da sevdiği bir romancının adını veren ama niyeyse evlendikten sonra kitaplara sırt çeviren babam, pazar günleri o zamanlar eve düzenli alınan gazetenin Bilim Teknik ekine; annem de patron ilavesi verdiği için tercih ettiği Burda dergisine göz gezdirirdi. Bana gelince, babaannemin yoğun mesaisiyle, okuyup yazmayı dört yaşında sökmüştüm. Yazıp çizmeyi severdim. Hatta ayıptır söylemesi, babaanneme seksek için aldırdığım tebeşirler marifetiyle, bizim mahalleye graffitiyi ben getirmiştim. Okumaya gelince, sonradan gazetelerle ilgili yeni meraklar edindimse de çocukluğumdan beri en sevdiğim şey sözlük karıştırmaktır. İşyerimde. yani hastalıktan önce çalıştığım o tımarhane bozması devlet dairesinde, mesai arkadaşlarım maaşlarını çocukların okul masraflarına yahut giyim kuşama filan yatırırken, ben sahaf sahaf dolaşıp eksik kalan sözlüklerimi tamamlamaya çalışırdım. Elimde çoğunun baskısını piyasada bulamayacağınız muazzam parçalar vardı. Galatat sözlüğü, kullanılmayan kelimeler sözlüğü, tip terimleri sözlüğü, ansiklopedik mimarlık sözlüğü, denizcilik terimleri sözlü…
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDokunmadan
- Sayfa Sayısı320
- YazarNermin Yıldırım
- ISBN9786051920429
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviHep Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oğullar ve Rencide Ruhlar ~ Alper Canıgüz
Oğullar ve Rencide Ruhlar
Alper Canıgüz
Olmak ve de olmamak Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm...
- İmparator ~ Erol Toy
İmparator
Erol Toy
İmparator, modası geçmeyen bir egemenlik oyunudur. Çokzade Fehmi, 1920 Ankara’sında çiçeği burnunda bir bakkal olarak oyuna girdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş günlerini yaşamaktadır. Roman...
- Cemiyet Kaçkını ~ Kemal Selçuk
Cemiyet Kaçkını
Kemal Selçuk
Oğuz ile Kerim, bir Bursa baharında, Tuz Pazarı’nın hemen altındaki okunmuş kitap satılan tezgâhların önünde tanışmışlardı. Sait Faik’in Havuz Başı’sına önce uzanan Kerim olmuştu....