… hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz.
Nermin Yıldırım bizleri uzun bir yürüyüşe çıkararak, kendini evinde hissedemeyenlerin, evinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların, hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor. Sürprizlerle dolu bu yolu adımlarken, bir yandan bir kere koptuktan sonra artık anakaraya bağlanamayan adacıkların uğultulu sesine kulak veriyor, bir yandan da kendimizi seyrettiğimiz aynaların öbür tarafındakilerle yüzleşiyoruz.
Romanlarında okuru aile, toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak diliyle hafızanın iplerini kâh salıp kâh sararak sımsıkı bir yumak oluştururken, “küçük ve muhteşem hayatlarımız”a bambaşka gözlerle bakmamızı sağlıyor.
*
I
Gece uzun sürdü.
Çinko sundurmayı döve dove eritmeye ahdetmiş yağmur,sabaha kadar insafa gelmedi. Orta yerinden yırtılan kara atlas. feryat figan doğurduğu şimşeklerin göbeklerini kendi elleriyle kesti. Gök gürledikçe kubbe inledi, kubbe inledikçe yer titredi. Kediler saçaklara, sincaplar kovuklara, karıncalar toprağa, insanlar evlerine gizlendi. Bense yanlış yerde, hep yanlış yerde olmanın huzursuzluğuyla, kendi kendimin kötü bir replikasi gibi çerçevemi yadırgaya yadırgaya döndüm durdum yatakta. Fırtınada aklını yitiren kayın var gücüyle pencereyi yumrukluyor. duvarlara tırmanan gölgeler doluştukları sıva çatlaklarında çirkin canavarlara dönüşüyordu. Çirkinlerdi fakat ürkütücü sayılmazdı hiçbiri. Kader’le buluşmaya karar verdiğimden beri gelecekten korkmuyorum. Ama şimdi, şimdinin geçmek bilmeyişi. hâlâ dehşet verici.
Kahvaltıya indiğimde, kan çanağına dönmüş gözlerinden Ogo’nun da doğru dürüst uyuyamadığını anladım. Yine de kılçıksız bir günaydınla karşıladı beni. Kahvaltı salonu, otelin kalanıyla kusursuz bir uyum içinde alabildiğine zevksiz döşenmişti. Mermer görünümlü plastik masalar dört bir yana serpiş tirilmiş; etraflarına, önce eskitilmiş intibaı verilmiş, sonra zamanla sahiden eskimiş, kolçakları eprimiş, minderleri gevşemiş kadife döşemeli koltuklar yerleştirilmiş; duvar kağıtlarının yırtık yerleri, istasyon, liman gibi melankolik fonlarda öpüşen âşıkların fotoğraflarıyla acemice gizlenmişti.
Kahvelerimizi getiren suratsız garsona yağmurun ne kadar süreceğini sordum. Şişkin gözkapaklarının arasından bıkkınlıkla bakıp nereden bileyim dercesine gözlerini devirdi. Eskiden olsa yola çıkmadan geçeceğim yerlerin on beş günlük hava tahminini öğrenir. nerelerde kalacağımı saptayıp rezervasyon işlemlerini haftalar öncesinden bitirir, eşeğimi sağlam kazığa bağlamak için didinirdim. Bu sefer hepsini boş vermiş, telefonumu bile evde bırakıp. “Bir kere de dünyayla aramıza şu mendeburu sokmadan yaşayalım” türünden beylik laflarla aynını yapması için Ogo’yu da kandırmıştım. Cebinde acil durumlarda medeniyete hızla bağlanmasını sağlayacak bir zevzekle yürümesinin, yolculuğun ilerleyen safhalarında benim açımdan doğurabileceği nahoş sonuçların farkındaydım. Tabii asıl çekincemi ona söyleyemezdim. Neyse ki romantik izahımı çabucak benimsemiş. “Evet ya, eski zaman keşişleri gibi takılalim” diyerek, vaziyete mübalağalı manalar bile yüklemişti. Yanina sadece esaslı bir harita alıp gerisini talihe bıraktığını iddia ettiyse de. daha İstanbul’dayken internet köstebekliğiyle güzergahımızın altından girip üstünden çıktığından kuşku duymayacak kadar tanıyordum arkadaşımı. Fakat görünen o ki mühim bir meseleyi, hava muhalefetini atlamıştı.
Gudubet garson yanımızdan ayrılınca, elindeki tereyağlı çöreği bir çırpıda mideye indiren Ogo’ya dönüp, “Bu havada ne halt edeceğiz? Bütün gün otelde mi pinekleyeceğiz?” diye homurdandım. Pencereden dışarı şöyle bir göz attıktan sonra, “Şeker değiliz ya, yürürüz işte yavaş yavaş” diye omuz silkip dilini iştahla şaklattı ve uzandığı francala dilimini erik marmeladina daldırdı. Ben de bütün gece teneke kemirmişim gibi pasla kaplanmış ağzımı kahveyle çalkalayıp onayladım: “Yağmurda erimek, bu bayık yerde çürümekten iyidir zaten.”
Kahvaltıdan sonra. evvelki gece Porto’ya varır varmaz yerleştiğimiz sevimsiz otelden ayrılıp soluğu caddenin köşesindeki durakta aldık ve bizi başlangıç noktasına götürecek külüstür bir belediye otobüsüne atladık. Şehrin keşmekeşinden çıkıp Foz do Douro’ya doğru ilerlerken halimizi gülünç buldum. Yürüyebilmek için önce tayyareye, sonra da otobüse lüzum duymamız saçmaydı. Hoş. İstanbul’dan yolun başlangıç noktasına tabanvayla ulaşmaya kalkmak yıllar alırdı. Çaresiz, yürüyüşe geçebilmek için, bir vasıtadan inip öbürüne binerek, başlangıç noktası tayin ettiğimiz yere varmaya çabalıyorduk.
Douro Nehri’nin Atlantik Okyanusu’na açıldığı kıyıda yükselen Felgueiras Deniz Feneri’ni görünce otobüsten indik. Kimliğimizi saptayan yağmur. bardaktan boşalmaktan vazgeçip ahmakislatana dönmüştü. Gelgelelim tepede kümelenen kasvetli bulutlar yağış şiddetinin her an yeniden değişebileceğini fısıldıyordu. Çaktırmadan Ogo’ya baktım. Gözündeki coşkulu ışığa, hareketlerindeki heveskâr kıvraklığa. Başlamak üzere olduğumuz serüvenden kim bilir ne umuyordu? Şahsen benim arzum, Kader’le buluşana dek yürümek, herkesten ve her şeyden uzaklaşabilmekti. En azından Ogo peşime takılana kadar öyleydi. Of Ogo! Esasında çocuğun kabahati yok, tümüyle benim marifetim. Daha biletimi bile almadan koştura koştura ona yetiştirmek yerine, seyahatimi son güne kadar kendime saklasaydım, işini gücünü ayarlayıp gelecek vakti bulamazdı. Ne var ki çenemi tutamamış, puslu Anuş gecelerimizden birinde biraz da böbürlenerek yumurtlamıştım:
“Porto’ya gideceğim ben. Oradan da Santiago’ya yürüyeceğim. Bildiğin yürüyeceğim ama ha, öyle araba, tren filan yok! Camino de Santiago, hiç duydun mu?”
Benimki de soruydu. Ogo bu, duymaz olur mu! Camino’nun adını işitir işitmez çocuk gibi heyecanlanmıştı. Meğer bu hac yolunu ta lise yıllarından beri bilirmiş. O vakitler takmış kafayı, mevzuyla alakalı ne var ne yok okumuş, bir gün malum…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıEv
- Sayfa Sayısı456
- YazarNermin Yıldırım
- ISBN9786051923994
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviHep Kitap / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı ~ Meltem Çıplak Nayır
Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı
Meltem Çıplak Nayır
Bosna’dan İnegöl’e, İnegöl’den Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir aile hikâyesi… Balkan Savaşları’ndan günümüze, yüz yıllık, dört kuşaklık bir serüven… Cumhuriyet’in kalbinde serpilen, genç Cumhuriyet’le...
- Ay Hadi İnşallah! – Pucca Günlük 4. Kitap ~ Pucca
Ay Hadi İnşallah! – Pucca Günlük 4. Kitap
Pucca
“Ne anneler, ne eski sevgililer ne de etrafta dolanan s.tükler! Bu kez başaracam, bu kez o duvağı takcam! Hiçbir şey önüme engel olamayacak… Sen...
- Akışı Olmayan Sular ~ Pınar Kür
Akışı Olmayan Sular
Pınar Kür
Pınar Kür, öykülerini bir yapı ustasının dikkatiyle kuran yazarlarımızdan. Edebiyatın her şeyden önce bir yapı sorunu olduğunu bilen, dağınık anlık izlenimlerin kolay şiirselliğine kendini...