“Tüm Ruhlar” anlatıcının, dünyanın ve zamanın dışındaki bir şehirde, Oxford Üniversitesi’nde geçirdiği sislerle kaplı, tuhaf iki yılın hikâyesidir.
Bu romanın büyüleyici kahramanları da dünyanın ve zamanın dışında yaşar: Bütün hayatı boyunca, şahit olduğu ama hatırlayamadığı bir olayın etkisinde kalan, anlatıcının evli aşkı, esrarengiz Clare Bayes. Anlatıcının dostu Cromer-Blake. Tek başına geçireceğini öngördüğü yaşlılık günleri için yoğun deneyimler biriktiren, alaycı eşcinsel. Emekli olmuş bilge profesör Toby Rylands. Hepimizin sahip olduğu “korkunç eş” hakkındaki bilgisi ve üç ayaklı köpeğiyle berduş Alan Marriott… Ve diğerlerinin yanında, başka bir zamandan gelmiş, gizemli yazar John Gawsworth.
Muammalarla ve entrikalarla, resmi törenlerle ve çılgın akşam yemekleriyle, gizli geçmişlerle ve hastalıklı şimdiki zamanlarla dolu bir dünyada anlatıcı, kendi “çılgınlığı”nı ve kendi hikâyesini “naftalinde saklanmış” bu şehrin sakinlerinkiyle örmeye koyulur ve sonunda, Hindistan’da bir nehrin üzerinden geçen bir demiryolu köprüsü, birtakım talihsiz sevdalı çift, ajanlık kariyeri ya da minik Redonda adası gibi birbirleriyle alakasız görünen birçok şeyin hayatının bir parçasını oluşturacağını keşfeder: Öyle bir hayat ki tüm ruhlar arasındaki bu umulmadık aşk ve dostluk ilişkilerinin izini sonsuza kadar taşıyacaktır.
“Baş döndürücü… Javier Marías zarafetle, kıvrak bir zekâyla yazarken okuru meraklandırma sanatındaki ustalığını da sergiliyor…” – The Times Literary Supplement
*
Üçünden ikisi ben Oxford’dan ayrıldıktan sonra öldü ve bu bana, temelsiz bir inançla, şöyle düşündürüyor: Belki de onları tanıma ve şimdi kendilerinden söz edebilme fırsatını vermek için benim gelmemi ve oradaki ikametimi tamamlamamı beklemişlerdi. O nedenle, –yine bir boş inanç uyarınca– belki de onlardan söz etmek benim açımdan bir zorunluktur. Kendileriyle ilişkim sona erinceye değin ölmediler. Eğer Oxford’da, onların yaşantılarında varlığımı sürdürmüş olsaydım (yani gündelik yaşantılarında hâlâ var olsaydım), belki de bugün hâlâ hayatta olurlardı. Bu düşünce boş bir inancın sonucu olmakla kalmıyor, aynı zamanda kibirden doğuyor. Şu da var ki, onlardan söz etmek için kendimden, Oxford kentinde geçirdiğim süreden söz etmek durumundayım. Gerçi bu söylemin sahibi olan kişi orada bulunmuş olan kişi değil. Aynı kişiymiş gibi görünüyor, ama öyle değil. Eğer kendimi ben diye adlandırıyorsam ya da doğduğumdan beri birlikte olan ve bazılarının beni anmakta kullanacakları bir ad veriyorsam, ya da başkalarının bana atfedecekleri şeylerle örtüşen şeyler anlatıryorsam, ya da hem daha önce hem daha sonra başkalarının oturdukları, ama benim iki yıl süreyle işgal ettiğim eve benim evim diyorsam, bunun tek nedeni, kişinin farklı zamanlar ve farklı mekânlarda kendi kendisi olmayı sürdürmesine belleğinin yettiğini sanışım değil, birinci şahıs olarak anlatmayı yeğlememdir. Burada gördüğü şeyleri ve başından geçenleri anlatan kişi onları görmüş ve yaşamış olan kişi değil, hatta onun uzantısı, gölgesi, mirasçısı, yerini sahiplenmiş olan biri de değildir.
Evim üç katlıydı ve piramit biçimiydi, içinde uzun vakitler geçiriyordum, çünkü Oxford kentindeki görevlerim sonuçta eften püftendi, görevim yoktu desem yeridir. Aslında Oxford, hiç kuşkusuz, dünyanın en az iş görülen yerlerinden biridir, bir şeyler yapmak, hatta yaparmış gibi görünmektense salt orada bulunmak çok daha belirleyici olur. Orada bulunmak, öylesine yoğunlaşma ve o kadar çok sabır, ruhun doğallıkla uyuşmasına karşı savaşmak için o denli çaba gerektirir ki, sakinlerinin özellikle de kamu önünde etkin görünmelerini istemek fazla şey istemek olur, ona karşılık bazı meslektaşlar sürekli bir telaş ve en üst düzeyde bir meşguliyet izlenimi vermek amacıyla ders aralarında yer değiştirmelerini hep koşarak yaparlardı, oysa o dersler yapma ya da iş görme olayının değil de orada bulunma olayının parçasıydı, o yüzden mutlak bir dinginlik ve tasasızlıkla geçmiş ya da geçecekti. Cromer-Blake öyleydi, asıl adı Alec Dewar olan, Cellat ve Karındeşen adlarını taktıkları Engizisyoncu da öyleydi.
Ama her türlü telaş numarasını yadsıyan ve o yerin durağanlığını ya da istikrarını vücuda ve dile getiren kişi, benim huzurla ve tasasızlıkla çalıştığım binanın (tumturaklı bir Latinceyle “Institutio Tayloriana”) ihtiyar kapıcısı Will’di. Doksan yaşına yaklaşmış olan o adamınki kadar berrak bir bakışı ömrümde görmedim (zaten benim kentim Madrid’de olamazdı, orada berrak bakışlar mevcut değildir), ufak tefek, tertemizdi, hiç değiştirmediği bir çeşit mavi tulum giyerdi, birçok sabah onun camlı kabininde kalıp, gelen hocalara günaydın demesine izin verilirdi. Will hangi günde yaşadığını tam anlamıyla bilmezdi, ve böylece, hangi tarihi seçeceğini kimse bilemeden, hele o seçimin neye bağlı olduğunu hiç mi hiç bilemeden, her sabahı başka bir yılda geçirirdi, zaman içinde kendi iradesine göre, ya da daha doğrusu herhalde iradesi dışında, bir ileri bir geri gidip gelirdi. Gün oluyordu, 1947’de, ya da 1914’te ya da 1935’te ya da 1960’ta ya da 1926’da ya da upuzun yaşamının herhangi bir yılında yaşadığını sanmaktan öte, o yılda yaşıyordu. Zaman oluyordu, Will’in yüzündeki ürküntü ifadesinden (yüreğine endişe sığdıramayacak kadar saf bir varlıktı, çünkü o duyguyla hep ilintilendirilen gelecek görüntüsünden tümüyle yoksundu) kötü bir yılda olduğu sezilebiliyordu, yine de o ürküntü güvenli ve gururlu bakışını hiç gölgeleyemiyordu. İnsan, Will’in 1940 yılının bir sabahında bir gece öncesinin ya da bir sonraki gecenin bombardımanlarının korkusu içinde olduğundan kuşkulanabilirdi, ve 1916’nın bir sabahında Somme saldırısından gelen kötü haberlerden ötürü onu biraz maneviyatı bozuk bulabilir ya da bir 1930 sabahında cebinde tek kuruşu olmadan uyanmış da borç para istemek zorunda olan ve kimden isteyeceğine henüz karar vermemiş birinin araştıran, çekingen gözleriyle karşılaşabilirdi. Başka günler bütün yüzünü aydınlatan gülümsemesinin ya da öyle sevecen olan bakışlarındaki pırıltının sönükleşmesinin neden gölgelendiği bir bilmece olarak kalırdı –dedikodu konusu bile olmazdı–, çünkü kuşkusuz kişisel yaşamındaki üzüntülerden ve tatsızlıklardan kaynaklanırdı, o da hiçbir öğrenci ya da hocayı asla ilgilendirmezdi. Geçmiş ömründe yaptığı o sürekli ileri geri yolculuğu başkaları için hemen tümüyle erişim dışıydı (geçmiş yüzyılların portreleri ya da önceki gün çekilmiş bir fotoğrafın oldukları gibi). Will bizi geçmişinin keyifli ya da hatta sıradan tarihlerindeki coşkulu selamının yerine yalnızca yarım yamalak bir gülümsemeyle selamladığında yaşamış olduğu onca üzüntülü günlerinden hangisinde bulunduğunu nasıl bilebilirdik? Bir yandan bize günaydın diyorken elini çocuksu bir hareketle kaldırmadığı zamanlar menziline bir türlü ulaşmayan yolunun hangi hüzünlü dönemecinde olduğunu nasıl bilseydik? Dikey havaya kalkan o el insanda o asık suratlı kentte kendisini görmekten memnun biri olduğunu hissettirirdi, o kişi aslında insanın kim olduğunu bilmese ya da, daha doğrusu, her sabah bir gün öncesinden farklı biri sansa bile. Ancak bir kez, o da Cromer-Blake sayesinde, saatler saati kabininin camlarının gerisinde sarsıntısız akıp giden yaşamının tamı tamına hangi anında bulunduğunu öğrenebildim. Cromer-Blake binanın kapısında benim gelişimi bekliyordu ve uyardı:
“Will’e bir şeyler söyle, teselli bağlamında birkaç söz. Öyle görünüyor ki bugün 1962’de karısının öldüğü günde yaşıyor ve içimizden biri önünden geçerken aldırmazlık ederse kahırlanır şimdi. Büyük bir üzüntü içinde, ancak doğal iyimserliği bugün ona verdiğimiz önem sayesinde gülümsemesini hepten yitirmeyecek kadar mutlu olmasına olanak veriyor. Öyle ki bir oranda memnun sayılır.” Ve, Cromer-Blake bana bakmaksızın, vaktinden önce kır düşmüş saçını sıvazlayarak şöyle ekledi: “Umalım ki her gün o tarihe demirleyip kalmasın. Yoksa her sabah eşiği dilimizde taziyet laflarıyla geçmek zorunda kalırız.”
Will mavi tulumunun altına beyaz gömlek giymiş, siyah kravat takmıştı, uçuk mu uçuk renkli gözleri belki gözyaşları içinde ölümü seyrederek geçen bir gecenin etkisiyle büsbütün saydam ve sulu görünüyordu. Kabinin açık duran kapısına vardım, elimi onun omzuna koydum. Kemiklerini duyumsadım. Ne diyeceğimi tam bilemiyordum.
“Günaydın, Will, sizin için çok acı bir gün de olsa. Şimdi öğrendim, çok üzüldüm, ne diyebilirim ki?”
Will uysallıkla gülümsedi ve pembemsi yüzü bir kez daha aydınlandı, öylesine pembemsiydi ki pürüzsüz görünüyordu. Elini elimin üstüne koydu ve üst üste hafiften vurdu, sanki beni o avuturmuş gibi. Cromer-Blake, cüppesi omzunda, bizi gözlemliyordu (Cromer-Blake cüppesini hep omzuna atardı ve hep gözlemlerdi).
“Teşekkürler, Mr Trevor. Doğru söylediniz, yaşadığım en berbat gün bu. Dün gece vefat etti, biliyor musunuz? Tan sökümünde. Nicedir biraz rahatsızdı, ama o kadar da değil. Şafak sökerken uyandım bir de baktım ölüyor. Öyle ölüverdi, uyarısız, apansız, belki beni uyandırmayı istemiyordu. Dur, bekle dedim, ama bekleyemedi işte. Yataktan kalkmaya bile vaktim olmadı.” Will bir an sözünü kesti ve sordu: “Kravatım nasıl duruyor, Mr Trevor? Kravat takmak âdetim değil de.” Ardından gülümseyerek ekledi: “Ama iyi bir ömür sürdüm ya da ben öyle sanıyorum, hem kısa da sayılmaz. Şunu bilmelisiniz ki o benden beş yaş büyüktü. Beş yıl önden gidiyordu, ama şimdi anlatmamın anlamı yok. Belki şimdi ben daha yaşlıyımdır, kim bilir. Yaşlanmaya devam edeceğim ve belki de onun asla olamadığı kadar ihtiyar olabileceğim.” Güvensizlikle kravatını yokladı ve ardından: “Benim günüm iyi olmasa da sizinkinin iyi olmasını dileyebilirim. İyi günler, Mr Trevor.”
Eli benim elimden –kendi omzundan– başka seferler olduğu kadar hafiflikle kalkmadı, yine de kalktı, dikey selamını verdi.
O sabah 1962’deydik ve o nedenle ben Mr Trevor’dım. Will şayet otuzlu yıllarda olsaydı, ben doktor Nott olurdum, ellili yıllarda olsa o zaman beni Mr Renner olarak görürdü. 1914 Savaşı sırasında ben doktor Ashmore-Jones’a dönüşüyordum, yirmili yıllarda Mr Brome’dum, kırklı yıllarda doktor Myer’dim, sonra yetmişli ve seksenli yıllarda doktor Magill’dim ve bu isimler zaman yolcusu Will’in her sabah hangi onyıla geri dönmüş olduğunu bilebilmenin tek çaresiydi. Onun için ben her gün fakültenin geçmişte kalmış bir üyesiydim, ancak ruhunun gün be gün içinde yaşamayı seçtiği her dönemde aynıydım. Hem hiç yanılmıyordu. Benim bedenimde, onun tertemiz ve zaman-dışı gözlerinde Dr Magill, Dr Myer, Mr Brome, Dr Ashmore-Jones, Mr Renner, Dr Nott ve Mr Trevor kendi gündelik geçmişlerinde yeniden canlanıyorlardı, bazıları çoktan ölmüş, bazıları emekliye ayrılmışlardı, bazıları da sadece taşınmış ya da ortadan kaybolmuşlardı, geride adlarından başka iz bırakmamışlar ya da belki zavallı Will’in kendi sonsuz kabininde hiç mi hiç bilemeyeceği ağır bir hata işleyip üniversiteden atılmışlardı.
Ve kimi sabahlar, tuhaf bir biçimde, bende anısı kimsenin belleğinde kalmamış, kimsenin bilmediği Mr Branshaw diye bir zat da yaşadı –her sabah Günaydın, Mr Branshaw diye adlandırıldığımı işitiyordum–, o da bana Will’in zamanda yolculuk yeteneği, yoksa geleceği de mi içeriyor diye düşündürüyordu (belki en yakın gelecek, onun geri kalan yaşamını kapsayacak kadar) ve acaba doksanlı yıllara konumlanmıştı da, henüz Oxford’a gelmemiş ve artık kim bilir, her neredeyse, asık suratlı, seleflerimden birisinin naftalinde saklanmış diye nitelediği o kentte yaşamak durumunda kalacağını henüz bilmeyen birini mi selamlıyordu. Will’in hülyalı, saydam gözleriyle yine tanıyamayacağı ve belki de benim adımı vereceği birini, Tayloriana’nın girişinde eliyle neşeyle selamlayacağı, benim karşımdayken hiç ağzına almadığı adımı vereceği birini.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTüm Ruhlar
- Sayfa Sayısı184
- YazarJavier Marías
- ISBN9789750846557
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Peri Ölüsü ~ Charlaine Harris
Peri Ölüsü
Charlaine Harris
Tuhaf ve seksi garson kız Sookie Stackhouse’a kapılmamanın yolu yok. Bizi de al Sookie! Bizi de! Louisiana, Bon Temps’da yaşayanlar, vampirlerle ilgili çok az...
- Keşke Gerçek Olsa ~ Marc Levy
Keşke Gerçek Olsa
Marc Levy
İşten eve yorgun döndüğünüz bir gün, banyo dolabınızın içinde bir kadın bulsanız ne yapardınız? Hele bu kadını sizden başka kimse görüp sesini duyamıyorsa? Genç...
- Mezarların Çağrısı ~ Simon Beckett
Mezarların Çağrısı
Simon Beckett
İlk bakışta önemsiz bir şeye benzetebilirdiniz, taş olabilirdi veya budaklı bir kök, ta ki daha yakından bakana kadar. Islak topraktan kısmen dışarı çıkmış, çürüme...