Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Zamanın Karanlık Yüzü
Zamanın Karanlık Yüzü

Zamanın Karanlık Yüzü

Javier Marías

“Yaşamı, düşgücünün ürettiği ya da öyküleyip kaleme aldığı ve yayımladığı şeyler sayesinde zenginleşen ya da o yüzden lanetlenen ya da sadece değişen yazarların ben…

“Yaşamı, düşgücünün ürettiği ya da öyküleyip kaleme aldığı ve yayımladığı şeyler sayesinde zenginleşen ya da o yüzden lanetlenen ya da sadece değişen yazarların ben ne ilkiyim ne de sonuncusu olacağım.”

“Tüm Ruhlar” romanında gerçek olan yalnızca iki şey vardı: Romanın geçtiği şehir, Oxford ve kitabın yazarı, küçük Redonda adasındaki krallığın tahtsız kralı.

Ancak “Tüm Ruhlar” romanının okurları kurguyu gerçekle karıştırmakta ısrar edince kitabın yazarı buna dayanamayıp gerçeği kurguya dönüştürmeye karar verir. Böylece “Zamanın Karanlık Yüzü”nde, belki de istemdışı bir geçmişe gitme arzusunun etkisiyle adını –Xavier– tersten, sağdan sola yazan solak bir çocuğu; ölmüş bir ağabeyi; Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkıp México’da serseri kurşuna hedef olmuş bir yazarı; ölümün hep teğet geçtiği, tek gözü kör bir savaş pilotunu ve nicelerini, “Henüz geçmemiş, yitip gitmemiş ve belki de o nedenle henüz zaman bile sayılmayan zamanın” karanlık yüzüne aktarılmış halde buluyoruz. Belki de orası, yaşayanlar ile ölülerin birlikte var olabildikleri tek yerdir.

Bir anatomi uzmanı, türlerin en tuhafının –insanoğlunun– en derindeki sırlarını ortaya çıkarmak için neşterini nasıl kullanırsa, Javier Marías da dili öyle kullanıyor. – W. G. Sebald

Zamanın Karanlık Yüzü 20. yüzyılın en iyi İspanyol romanlarından biridir. – Julia Ortega, Brown University

*

Sanırım bugüne kadar kurgu ile gerçeği birbirine karıştırdığım hiç olmadı, yine de ikisini birlikte harmanladığım zamanlar oldu, ki bu yalnız romancıların, yazarların değil, bilinen zamanımızın başlangıcından beri bir şeyler anlatan herkesin yaptığı şeydir; o bilinen zamanda herkes bir şeyler anlatıp durmuştur, yani öyküsünü hazırlamış, tasarlamış, düzenlemiş, üzerinde kafa yormuştur. Böylece, bir olayı anlatan herhangi biri yalnız o anlatışıyla onu bozup çarpıtmaktadır; söz, olayları yeniden aynen üretemez, o yüzden o işe hiç girişmemeli, tahmin ediyorum ki bu yüzden bazı mahkemelerde -filmlerdekiler, en iyi bildiklerim onlar-, olaya karışanların olanları maddi ya da somut olarak canlandırmaları, kendilerini suçlu konuma sokan davranışlarını, hareketlerini, attıkları zehirli adımları ya da vurdukları bıçak darbelerini tekrarlamaları istenir, silahı bir kez daha kavrayıp onunla öldürülen kişiye ya da havaya bir darbe savurur gibi yapmaları söylenir, çünkü en büyük titizlikle, sakinlikle dile getirmeleri ve anlatmaları yeterli olmaz, bunların görülmesi de gerekir ve bir taklit, bir temsil ya da sahneleme yapmaları istenir, ancak şimdi ellerinde bıçak ya da saplayacak beden-un torbası, et torbası yoktur, şimdi soğukkanlılıkla ve yeni bir cinayet eklemeden, yeni bir kurbana yol açmadan, şimdi yalnız taklit ve anıdır, çünkü geçmiş yani kaybedilen zamanı asla yeniden üretemezler, geçip gitmiş ve o zamanda yitmiş ölüyü de diriltemezler.

Bu, söze karşı en ileri bir güvensizliktir, her şey bir yana, SÖZ -konuşulan, en kaba saba söz dahilbaşlı başına eğretilemelidir, o nedenle kesinlikten yoksundur, üstelik süslü olmayan söz düşünülemez, en kuru anlatımda bile çoğu istekdışı süslemeler eksik kalmaz, ünlemelerde ve aşağılamalarda da mevcuttur. Birisi anlatısına bir “sanki” sokuştursun yeter; hele bir benzetme ya da kıyaslama yapar veya mecazi konuşursa (“cinleri başına toplandı” ya da “kıro gibi davrandı”, konuşucudan çok dile ait olan o gündelik deyişler yeter, fazlası gerekmez) olayın anlatımına kurgusallık sızar, değiştirir, çarpıtır onu. Gerçekte her tarihyazıcının ya da tehlike atlatan kimsenin, olanları anlatmak, olayı aktarmak yolunda, vakaları, suçları, yiğitlikleri öykülemeye girişenlerin o emeli oldum bittim ham hayal ya da boş kuruntudur, daha doğrusu, cümlenin kendisi, kavramın kendisi zaten eğretilemelidir ve kurgunun parçasıdır. “Olanı anlatmak” akla sığmaz, beyhude iştir ya da ancak yaratı biçimiyle mümkündür. Tanıklık fikri de boşunadır ve üstlendiği işi sahiden becerebilmiş tanık çıkmamıştır. Hem üstelik insan her vakit çok fazla saniyeyi unutur, hatta saatleri, günleri, derken ayları, yılları unutur ve bir uylukta gördüğü, uzun zaman her gün öptüğü bir yara izini de unutur, bildiği ve yitirdiği zamanının günlerinde. Koskoca yılları unutur insan, hem unuttukları mutlaka en önemsizleri değildir.

Yine de burada bunu bazen başardığını iddia eden ya da başarmış gibi yapanlarla birlik olacağım, bir romanın, yani kurgusal bir yapıtın kaynağında ve yayılması sırasında olup biten yahut araştırılan ya da sadece duyulan şeyi -kendi deneyimimde, ya hikâye edişimde ya da bilgimde olanı: Ya da tümü durup dinlenmeden çalışan bilinçten ibaret olan şeyi, öyküleyeceğim. Öyle önemi, ağırlığı olan bir şey sayılmaz, beni zorluyor da değil, ama beni ilke olarak izlemeye razı olan meraklı okura hoşça vakit geçirtebilir, benim açımdan eğlenceli yanı nedensiz, neredeyse düzensizce, herhangi bir tasarıma uymadan, tutarlık aramadan anlatmanın tehlikesine atılmak, öyküleyen kişi aklına eseni söyleyen, ne diyeceği öngörülemeyen, fakat hepimizin tanıdığı bir sesmiş gibi, henüz geçmemiş ve yitmemiş olan, o yüzden zaman bile sayılmayan zamanın sesi, belki yalnızca geçmiş olan zaman zaman sayılır ve anlatılması mümkündür ya da mümkün görünür ve bu yüzden belirsiz olan tek zamandır. Sanırım işittiğimiz o ses her zaman kurgusaldır, burada benim sesim belki öyle olacak.

Yaşamı, düşgücünün ürettiği ya da öyküleyip kaleme aldığı ve yayımladığı şeyler sayesinde zenginleşen veya o yüzden lanetlenen ya da sadece değişen yazarların ben ne ilkiyim ne de sonuncusu olacağım. Şimdi giriştiğim anlatının öğeleri gerçek kurgu romanlarından farklı olarak, tümüyle rastlantıya bırakılıyor ve keyfi, kopuk kopuk, giderek biriken öğeler -en temel eleştirel yöntemle yersiz denebilir, yani hiçbiri diğerini gerektirmiyor-, gerçi anlatan benim ama aslında o öğeler herhangi bir tasarıma uymuyor, hiçbir pusulayı izlemiyorlar, çoğu dışarıdan geliyor ve amaçsızca; bir anlam ya da konu oluşturmaları gereksiz, gizli bir uyumları da yok, bir hisse çıkarmaya yaramıyorlar demiyorum -esasen bu gerçek romanlardan da beklenmemeli ve en önemlisi, romanların öyle bir iddiası olmamalı, ortada başlangıcı, bekleyişi olan, sessizlikle sona eren bir hikâye bile yok. Burada bir hikâye bulunduğunu sanmıyorum, yine de yanılıyor olabilirim, çünkü sonunu bilmiyorum. Bildiğim şey bu anlatının başlangıcı kendinin dışında, epey zaman önce yazdığım bir romanda ya da daha öncesinde ve eğer öyleyse büsbütün dağınik, Oxford kentinde geçirdiğim iki yılda: O kentin üniversitesinde bir sahtekâr gibi, yararsız diyebileceğim oyalayıcı dersler veriyor ve bana tanınan sürenin dolmasını bekliyordum. Yapıtın sonu da kendinin dışında kalacak ve herhalde benim sonumla örtüşecek, bundan birkaç yıl sonra, daha doğrusu öyle umuyorum.

Ya da o son benden sonra yaşayabilir, yayımladığımız ya da bize eşlik eden veya kapı açtığımız hemen her şey öyledir, biz niyetlerimizden daha kısa ömürlüyüzdür. Hayattayken çok fazla şey tezgâhlamış oluruz ve onlar cılız ataletleriyle bizden sonra varolmayı sürdürür: Bizim yerimizi alan ve birilerinin anımsadığı ya da kaynağını her vakit açığa vurmaksızın aktardığı sözler; perdahlanmış mektuplar, eğrilip bükülmüş fotoğraflar ve uyanıkken kucakladığımız ama ardından yalnız uyuyacak olan bir kadına, gecenin bir yarısında çekip giderken yanına ayaküstü uğramış sefiller gibi, sarı bir kâğıt parçasına karalayıp bıraktığımız notlar; alıp getirdiğimiz, hizmetimizi görmüş olan, benimsediğimiz nesneler ve mobilyalar bir kırmızı sandalye, bir dolmakalem, bir Hindistan resmi, bir kurşun asker, bir tarak-, yazdığımız kitaplar, sonra yalnızca satın alıp bir kez okuduğumuz ya da sayfaları açılmadan sürgit bir rafta kalmış, bizimkilerden daha hevesli veya daha sakin gözler bekleyerek, beklemekten ibaret yaşamlarını kabullenmiş, günün birinde onu başka bir yerde sürdürecek kitaplar; belki duygulu birinin çıkıp saklamak isteyeceği, naftalinler içinde asılı kalacak elbiseler -gerçi naftalin hâlâ kullanılıyor mu bilmem, kumaşlar havasızlıkta solup pörsüyecek, onlara anlam vermiş bedenleri, o bedenlerin kokusunu her gün biraz daha unutacaklar-; biz artık söylemez, mırıldanmaz, işitmez olduğumuzda hâlâ dillerde dolaşacak şarkılar, bizi ucu bucağı belirsiz koridorlar misali barındıran sokaklar ve yerini başkalarına bırakacak iğreti sakinlerine kayıtsız odalar; bir daha atılamayacak, asfaltta ve toprakta iz bırakmayan adımlar silinir ya da silinmezler, ister zararsız ister zehirli olsunlar, o adımlar geride kalmaz, aksine, bizimle birlikte, hatta daha önce göçüp giderler; sonra ilaçlar, telaşlı elyazımız, sevdiğimiz, sergilediğimiz, artık bize bakmayan fotoğraflar, yastığımız ve bir koltuk arkalığına asılı ceketimiz; otuzlu yıllarda Ciudad de Cádiz gemisiyle Tunus’tan gelmiş bir kolonyel şapka, babamındı ve çene altından bağlanan şeriti hâlâ üzerinde ve neye yarayacağını bilemeden eve getirdiğim tahta üstüne boyalı şu Hintli yâver resmi, o resim de herhalde benden daha uzun ömürlü olacak. Ve uydurduğumuz anlatılar, onları ya başkaları sahiplenecek, ya da bizim geçmişe karışmış ve hiç bilinmemiş yaşantımızdan söz edecekler, böylece bizi kurguya dönüştürecekler. El kol hareketlerimizi bile sürdürecek: onları miras bıraktığımız ya görmüş ve fark etmeden öykünmüş olan ya bizi anımsamak isteyen biri bile bile tekrarlayarak, bir an için bizim yaşamımızı kendi varlığında canlandırmak gibi tuhaf bir aldanmaya kapılacak; ve belki de istemeden aktarmış olduğumuz yüz çizgilerimizden biri başka bir kişide tek başına sürecek, bir şirinlik ya da bilinçsiz bir lanet olarak, çünkü yüz çizgileri kimi kez talih ya da felaket getirir, çekik doğulu gözleri ve sanki fırçayla çizilmiş ağızlar -“gaga ağızlı, gaga ağızlı”—; ya da ortası yarık çene, geniş eller ve sol eldeki sigara, ben hiç kimseye hiçbir çizgi bırakmayacağım. Her şeyi yitiririz, çünkü her şey kalıcıdır, bizden başka her şey. O nedenle ölümden sonraki her türlü kalıcılık belki de bir aşağılamadır ve o halde, her türlü anı da öyle sayılır, kim bilir.

Ben burada bazı aşağılamalarda bulunacağım, çünkü başka konular arasında, zamanında tanımadığım bazı sahici ölülerden söz edeceğim, böylece onlar açısından beklenmedik ve uzak bir kalıcılık biçimi olacağım. Başka bir deyişle ben onları görmeden, onlar da artık yitmiş zamanlarında benim gelecekteki varlığımı öngöremeden, onların anıları, hayaletleri olacağım. Çoğu benim ülkeme asla ayak bile basmamıştı, ancak biri, ölümü üstüne bilgi sahibi olmadığım Hugh Oloff de Wett, ben doğduğum yıl Madrid’e gelmiş ve çok öncesinde burada kurşuna dizilerek öldürülüyormuş az kalsın. Başka yerlerde yaptığı gibi, burada da insanları öldürmüş, sonrasında ve öncesinde. Buna karşılık benim evimde doğmuş olan biri de var, benimle aynı yatakta, ben ondan çok sonra dünyaya geldim.

Her romanın gerisinde ne denli soluk veya hafif veya kesintili hatta çarpıtılmış olursa olsun, yazarının kendi yaşamından ya da gerçeğinden bir kesit bulunduğu hep söylenen şeydir. Yazarın düşgücüne ve yaratıcılığına güvenmezmiş gibi söylerler bunu; okur ya da eleştirmenler hiç yoktan ya da deneyimsiz, temelsiz uydurulmuş şeyin verdiği tuhaf başdönmesine kapılmamak için bir tutamak gereksinirler sanki; biz okurken sahiden varmış gibi duyumsanan -kimi zaman soluk alan, fısıldayan, hatta varlığına inandıran― oysa asla varolmamış olan şeylerin dehşetini duymak ya da sadece kurgu ürünü olan şeyi ciddiye alıp da gülünç olmak istemezler sanki; roman okumanın çocuksu bir şey olduğu yahut en azından üstümüze giderek yüklenen yetişkin yaşamına ters düştüğü yolunda edindikleri bilince karşı savaşırlar.

Tüm romanlarım arasında biri var ki, okurlarına bu avuntuyu ya da özrü diğerlerinden daha fazla sunuyordu, dahası, içerdiği anlatının benim kendi yaşamımda bir karşılığı olduğu kuşkusuna kapı aralıyordu, ama ben yaşamımın da gerçeğin parçası olup olmadığını bilmiyorum, belki onu anlatsam öyle olurdu ve şu anda bir şey anlatmaktayım. Her neyse, Tüm Ruhlar adlı o roman, adı verilmeyen anlatıcısıyla, bu romanı da kaleme alan yazarı Javier Marías’ın tıpı tıpına aynı kişi sayılmasına elveriyordu; şimdi bu romanda anlatıcı ile yazar gerçekten özdeşiz, dolayısıyla bir miyiz yoksa iki miyiz bilemez oldum, en azından yazdığım sırada.

Tüm Ruhlar, adı söylenmese daha iyi olacak bir yayınevi tarafından, bundan sekiz yıl önce, 1989 yılının mart ya da nisan ayında yayımlanmıştı (tarihi mart olarak düşülmüş, ama Eduardo Mendoza onu Madrid’de Chicote’de 7 Nisan’da tanıtma lütfunda bulunmuştu, başka nedenlerden ötürü büyük önem taşıyan bir gündü) ve benim 1983-1985 yılları arasında Oxford Üniversitesi’nde iki yıl süreyle öğretim üyeliği yaptığımı bilmek için ilk baskının iç kapağında, yazarın özyaşamına değinen kısa notlara bakılması yeterliydi, yapıtta tarih verilmemiş de olsa hikâyenin İspanyol anlatıcısı da öyleydi. Ve o anlatıcının benim kendi yaşamımda ya da belleğimde kalan tarihçemde tuttuğum yeri tutttuğu doğru ama o sadece, bunun ve başka romanlarımın birçok öğesi gibi, yazarın kişisine ödünç verdi dediğim bir şey. Kitapta anlatılanların pek azı benim Oxford’da yaşadıklarımla ya da öğrendiklerimle örtüşüyor, olsa olsa en ayrıntıda kalan, olayları etkilemeyen şeyler: Kentin sönük, içine kapanık, sır vermeyen ortamı ve zamanın dışında yaşayan, meslekleri hakkında kendilerini bol bol aldatan, yazgıları hakkında hemen hiç aldatmayan (ruhları ancak bedenlerinden yararlanma hakkını kullanan) hocaları; ellerime eldiven geçirip gözlerim dikkat kesilerek girdiğim, sahiplerinin beni umutla beklediği, karanlık ve özenli sahaf dükkânları; akşam çökerken ortalığı basan, kafalarında geçmişte kalmış ya da kendi uydurdukları birtakım aşağılamaların saplantısıyla sokakları hedefsiz amaçsız, tesellisiz arşınlayan, dalgın, haşin dilenciler; yakındaki, kimseciklerin gitmediği St Giles ve St Aloysius kiliselerinin çılgınca çalarak, daha imanlı başka yüzyılların dindarlarını, artık var olmayan ama onların belki de ölmemiş saydıkları ruhları hâlâ inatla ayine çağıran çanları; ve terk edilmiş Didcot tren istasyonu, uysal, bitkin uykularında her göz kırpışları vedayı andıran soluk lambalarıyla sarımsı gecesi: Orada trençkotlu sarışın bir genç kız, boynunda inci kolyesi, sigara içiyor, atkılı, basık ökçeli pabuçlar giymiş İngiliz ayacıklarıyla, gecikmeli gece yolcularının bekleştiği peronda, kendi belleğinde kalmış, başka hiç kimsenin duymadığı bir melodiye tempo tutuyor; sonra ilkbaharda gün ışığı saatler saati havada asılı duruyor, solgun gökyüzü kalakalıyor, öylece inatla ayak diriyor; ya da her pazar sabahı evimin karşısına gelip….

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıZamanın Karanlık Yüzü
  • Sayfa Sayısı272
  • YazarJavier Marías
  • ISBN9789750851100
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Acı Bir Başlangıç Bu ~ Javier MaríasAcı Bir Başlangıç Bu

    Acı Bir Başlangıç Bu

    Javier Marías

    “Acı Bir Başlangıç Bu” Madrid, 1980. Kırk yıllık diktatörlükten sonra değişim rüzgârı İspanyol toplumunda ağır ağır esmeye başlar. Genç Juan de Vere, meşhur yönetmen...

  2. Berta Isla ~ Javier MaríasBerta Isla

    Berta Isla

    Javier Marías

    Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili...

  3. Duygusal Adam ~ Javier MaríasDuygusal Adam

    Duygusal Adam

    Javier Marías

    Javier Marías’ın 1986 yılında yayımladığı beşinci romanı “Duygusal Adam”, İspanyolca aslından çevirisiyle ilk kez okurlarıyla buluşuyor. “Duygusal Adam”, meşhur olmak üzere olan genç bir...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Ödül ~ Julie GarwoodÖdül

    Ödül

    Julie Garwood

    Fatih William’ın Sakson tutsağı Nicholaa, Norman soylularından biriyle evlenmek zorunda bırakılır. Genç kadın eş olarak kendine merhametli savaşçı Baron Royce’u seçer. Becerikli, isyankâr ve...

  2. Cennet Gibi ~ Julia QuinnCennet Gibi

    Cennet Gibi

    Julia Quinn

    Bazen yalnızca arkadaş olmak yetmez, âşık da olursun. Honoria Smythe-Smith: A) Berbat keman çalıyor B) Çocukken ona takılan Böcek isminden dolayı hâlâ kırgın C)...

  3. Anılarımla Yatak Odasında ~ Sandra BrownAnılarımla Yatak Odasında

    Anılarımla Yatak Odasında

    Sandra Brown

    Geçmişin izinde zincirleri kıran bir aşkın hikâyesi… Bir kazada eşini kaybeden Kirsten, anılarını canlı tutmak için eşinin yaşamını senaryolaştırmaya kararlıdır… Eşini canlandıracak ünlü ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur