Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Berta Isla
Berta Isla

Berta Isla

Javier Marías

Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili…

Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili geçeceği, ardından da kopacağı akıllarına gelmez. Dil ve aksanları taklit etme konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahip olan Tomás Oxford’da öğrenim gördüğü sırada bu özelliğiyle “Krallık”ın dikkatini çeker. Tam bu sıralarda, bir gün, başına gelenler hem onun hem de karısı Berta’nın geleceğini belirleyecektir…

“Yılın Kitabı” – El País
“Marías “Berta Isla” kitabıyla eşsiz bir biçim yakalamış.” – The Times Literary Supplement
“Yaşayan Avrupalı romancılar içinde Javier Marías’tan daha iyisi var mı?” – Independent
“Gerçek ile ahlakı acımasızca irdeleyen, şaşırtıcı, merak uyandıran bir hikâye.” – The Guardian

Carme López Mercader’e
dikkatle bakan gözlerine
dikkatle dinleyen kulaklarına
en iyi öğüdü veren sesine

Ve hiç niyetlenmeksizin bana
her zaman başarılı alıntılar sunan
Eric Southworth’a,
nice yıllık dostluğumuzun ardından.

I

Kocası gerçekten kocası mıydı, bir süre ondan emin olamadı, hani insan uykuyla uyanıklık arasında, düşünüyor mu yoksa düş mü görüyor, hâlâ zihninin yönetiminde mi yoksa tükenip ipin ucunu kaçırmış mı bilemez ya, işte ona benzer bir şey. Bazen kocası olduğunu, bazen kocası olmadığını sanıyordu, bazen hiçbir şey sanmayıp yaşantısını onunla birlikte ya da ona benzeyen, ondan daha ileri yaştaki o erkekle sürdürmeye karar veriyordu. Ama onun yokluğu sırasında, kendi yaşı da kendi açısından ilerlemişti, evlendiğinde pek gençti.

Bunlar en iyi dönemlerdi, en sakin, en mutluluk verici, en uyumlu dönemler, fakat asla uzun sürmüyorlardı, böyle bir sorunu, böyle bir kuşkuyu göz ardı etmek kolay değildir. Birkaç hafta boyunca bunu bir kenara itmeyi, kafa yormayı gerektirmeyen gündelik yaşantıya dalmayı başarıyordu. Yeryüzü sakinlerinin çoğunun hiç sorunsuzca keyfini sürdükleri şeydir bu, günlerin başladığını, bir eğri çizerek geçtiğini ve son bulduğunu seyretmekle yetinirler. O zaman bir kapanışın, bir ara verişin, bir ayrım ya da bir sınırın var olduğunu vehmederler, uykuya dalmanın verdiği duraklamanın, ama aslında yoktur: Zaman ilerleyişini ve işleyişini sürdürür, yalnız bedenimizde değil, bilincimizde de, derin uykulara dalmamız ya da uyanık, tetikte durmamız zamanın umurunda değildir, uykusuz dolaşmamıza ya da gece nöbetlerindeki acemi askerler misali irademiz dışında gözlerimizin kapanmasına kayıtsızdır, kim bilir neden, belki de herkes uyurken nöbet tutan kişiye bu nöbetler hiç tutulmamış gibi geldiğinden ötürü hayalî denilir bunlara, tabii asker nöbeti sürdürebilmiş ve tutuklanmamayı, savaş zamanıysa kurşuna dizilmemeyi başarmışsa. Karşı konulmaz bir anlık uyuklama, bakarsın insanın ölümüne neden olur ya da sonsuza değin uyumasına. Amma da çok tehlike yatar her şeyde.

Kocasının kocası olduğunu sandığı zamanlar kendini pek huzurlu duymuyor, yatağından güne başlamaya pek hevesli kalkmıyordu, uzun süre beklendikten sonra artık gerçekleşmiş ve beklenilmez olmuş şeye tutsak duyuyordu kendini; bekleyerek yaşamaya alışan kişi o bekleyişin sona ermesine asla izin vermez, zira o zaman soluduğu havanın yarısı elinden alınmış gibi olur. Kocasının kocası olmadığını sandığı zamanlar geceyi tedirgin ve suçlu geçiriyor, sevdiği kişiye karşı kapıldığı kuşkularla ve kendi kendine yönelttiği suçlamalarla yüzleşmemek için uyanmamayı diliyordu. Yüreğini sefilin biri gibi katılaşmış görmekten hoşlanmıyordu. Buna karşılık, hiçbir şey sanmamaya karar verdiği ya da sanmamayı başardığı dönemlerde, gizlenen kuşku, ertelenen belirsizlik kendisini çekiyordu, çünkü eninde sonunda geri dönecekti. Mutlak kesinlikte yaşamanın sıkıcı olduğunu, bunun insanı bir tek yaşam sürmeye ya da aynı yaşamı hem gerçek hem hayalî olmaya mahkûm ettiğini keşfetmişti, ve hiç kimse bu sonuncusundan tümüyle kaçınamaz. Öte yandan sürgit kuşkunun da dayanılır şey olmadığını keşfetmişti, çünkü kendi kendisini ve başkalarını, en çok da bir başkasını, en yakınındaki kişiyi dur durak bilmeksizin gözlemlemek ve güvenilir olmayan anılarla karşılaştırmak insanı perişan eder. Artık gözünün önünde bulunmayan şeyi hiç kimse net göremez, o şey az önce olmuş olsa ve biraz önce gitmiş kişinin kokusu ya da hoşnutsuzluğu hâlâ odanın havasında geziniyor olsa bile. Birinin bir kapıdan çıkıp gözden kaybolması, görüntüsünün bulanıklaşmaya başlamasına yeter, birini görmüyor olmak onu artık açık seçik görememek ya da hiç görememek için yeterlidir; işitmek için aynı şeyi söyleyebiliriz, dokunma duyusuna hiç değinmeyelim. İşler böyleyken, nice zaman önce olup bitmiş şeyleri insan nasıl olur da net bir biçimde ve sırasıyla anımsayabilir? On beş yirmi yıl önceki kocasını, kendisi haylidir uykuya dalmışken yatağa girip cinsel organını bedenine daldıran kocayı nasıl aynen hatırlayabilir insan? Tüm bunlar da silinir ve bulanıklaşır, askerlerin o hayali nöbetleri gibi. Hem belki bellekten en erken silinendir o.

Yarı İspanyol yarı İngiliz olan, Tom ya da Tomás Nevinson adlı kocası, her zaman böyle gamlara kapılmış biri değildi. Her zaman çevresine böyle bir tür istilacı sıkıntı yaymış değildi, şimdiyse yüreğinin derinliklerinde bir huzursuzluğu vardı, evin her yanına beraberinde götürüyor, dolayısıyla dipten yüzeye de vuruyordu. Onunla birlikte salona, yatak odasına, mutfağa yayılıyordu ya da başının üstünde bir fırtına onu her yerde izliyor, pek seyrek uzaklaşıyormuş gibiydi. Bu yüzden çok kısa konuşuyor, pek az soruyu yanıtlıyor, tehlikeli sorulara elbette hiç yanıt vermiyor ama zararsız soruları da yanıtsız bırakıyordu. Tehlikeli sorular karşısında bilgi vermeye izinli olmadığı özrüne sığınıyor ve fırsattan yararlanarak karısı Berta Isla’ya o izni asla vermeyeceklerini hatırlatıyordu: Aradan on yıllar da geçse, ecelle yüz yüze de gelse, gittiği yerleri, yapıp ettiklerini, üstlendiği görevleri, onun yanında değilken sürdüğü yaşantıyı ona asla anlatamayacaktı. Berta’ya durumu öylece kabullenmek düşüyordu, o da kabulleniyordu. Kocasının öyle bir alanı ya da boyutu vardı ki, ilelebet karanlıkta kalacaktı, ilelebet kendi görüş ya da duyuş alanının dışında, reddedilen anlatı, yarı aralık gözü ya da miyop ya da daha doğrusu kör gözü olacaktı; bunu ancak kafasında kurgulayabilir ya da hayal edebilirdi.

“Hem zaten bilmemen daha iyi olur” demişti bir seferinde, zorunlu suskunluğu ara sıra biraz konuşmasını engellemiyordu, soyut şeyler söylüyordu, yerlere olsun kişilere olsun en ufak biçimde değinmiyordu. Çoğunlukla nahoş şeylerdi, sonu ya birileri ya da başkaları açısından felaketle bitmeye mahkûm, oldukça hüzünlü öykülerdi; kırk yılın başı eğlenceli yanı olan şeyler de vardı, ama hemen her zaman çirkin ya da daha beteri, moral bozucu. Ve çoğu kez sonunda hep vicdan azabı duyuyorum. Bereket, çok sürmüyor, gelip geçiyor. Bereket, yaptığım şeyi unutuyorum, kurgulama olayların iyi yanı da bu, deneyimleri insanın kendisi yaşamıyor ya da onları yalnızca bir aktör gibi yaşıyor. Aktörler filmin çekimi ya da temsil bittiğinde kendi kimliklerine geri döner, sonunda da bu hikâyeler her zaman dağılır gider. Aradan uzun süre geçtiğinde ancak düşte görülmüş ya da inanılması güç bir şeymiş gibi, her şekilde şüpheli, belirsiz bir anı bırakırlar. Hatta insanın kişiliğine uymayan bir anı, öyle ki insan kendi kendine, “Hayır, ben öyle bir davranışta bulunmuş olamam, belleğim beni aldatıyor, bir başka bendi o, bir yanlışlık var ortada” der. Ya da insan bir uyurgezermiş de kendi yapıp ettiklerinden habersizmiş gibi.

Berta Isla kısmen tanımadığı biriyle yaşadığını biliyordu. Ve yaşamının uzun dönemleri üstüne açıklama yapması yasaklanan biri giderek o yaşamın hiçbir yanı üstüne açıklama yapmama hakkını bulur kendinde. Ama öte yandan yine kısmen, ezelden beri varolmuş biriydi Tom, solunan hava gibi hayatın olmazsa olmaz bir parçasıydı. Ve kişi asla hava üstüne kafa yormaz.

Neredeyse çocukluklarından beri tanışıyorlardı, o zamanlar Tomás Nevinson neşeliydi, hafifti, ne sisi vardı ne gölgesi. Öğrenimini başlangıcından beri Madrid’de, Martínez Campos Caddesi”nde, Sorolla Müzesi’nin bitişiğindeki British Institute’ta sürdürmüştü; kurum, öğrencilerini o zamanlar orta dört diye anılan dönemi tamamlayınca, on üç on dört yaşlarındayken kaderlerine terkediyor,$ yani salıveriyordu. Beşinci, altıncı ve üniversite öncesi sınıfları başka bir okulda tamamlamak durumunda kalıyorlardı, önemli bir bölümü de Berta’nın okuduğu Estudio Koleji’ne geçiyordu, burayı tercih etmelerinin başlıca nedeni de okulun Franco döneminde İspanya’da yürürlükteki kurala uymayarak laik ve karma oluşuydu, üstelik o mahalleden uzaklaşmıyorlardı zira Estudio hemen yakındaki Miguel Ángel Caddesi’ndeydi.

Feci çirkin ya da pek sevimsiz olmamaları koşuluyla, “yeni gelenler” yeniliklerinden ötürü, karşı cinsin aklını başından alıverirlerdi, Berta da genç Nevinson’a ilkelce ve körlemesine tutuluverdi. Çekingenlikle, kaçamak bakışlarla, tutkuyu perdeleyen gülücükler ve ufak tefek sohbetlerle başlaması zorunlu olan o aşklarda ilkel ve keyfi kararlar gibi, estetik ve böbürlenme de ağırlık taşır (insan çevresine bakınır, kendi kendine şöyle der: “İşte şu benim yanıma yakışacaktır”), yine de tutku derhal kök salar ve sonsuza değin yerinden kımıldamayacak gibi gelir. Elbette ki kuramsal, hiçbir sınamaya sokulmayan, romanlardan, filmlerden öğrenilmiş bir sevdalanmadır bu; ileriye dönük, durağan bir imgenin egemenliğindeki bir tasarımdır: Genç kız kendisini o seçtiği kişiyle evli hayal eder, delikanlı da kızla. Ne gelişimi ne değişimi ne tarihçesi olan bir tablo misali, görüntü orada biter, ikisi de daha ilerisine gitme, kendilerini onlarla ilgisi olmayan, asla varmayacaklarını düşündükleri uzak mı uzak yaşlarda görme yetisinden yoksundurlar, doruğa ulaşmaktan başka şeyi gözlerinin önüne getiremezler, onun ötesinde her şey belirsizdir ve dizginlenir, ya da amacını elde etmektir, en berrak görüşlü ve cüretkârlar için. O zamanlar kadınlar bekârlığa veda ettiklerinde kendi soyadlarına bir ‘de’ eklerlerdi, onu kocanın soyadı izlerdi, Berta için de uzak geleceğindeki adının görsel ve sesçil etkileri bile seçimini destekliyordu: Serüvenler ya da egzotik manzaralar esinleyen Berta Isla de Nevinson adını almak (günün birinde işte aynen böyle yazan bir kartvizit taşıyacaktı; daha başka ne olacağı günü geldiğinde görülürdü), Berta Isla de Suárez adını almakla –Tom okula gelene değin hoşlandığı arkadaşının soyadıydı bu– aynı şey değildi.

Sınıfta Tom’a aynı ateşli ve kararlı gözleri diken ve emeller besleyen tek kız o olmamıştı. Gerçekte gelişi o ufak evrende genel bir dalgalanmaya neden oldu ve apaçık bir sahibesi belirene değin koskoca iki yarıyıl sürdü. Tomás Nevinson oldukça yakışıklıydı ve çoğundan uzun boyluydu, sarışına çalan saçlarını eski moda geriye doğru tarıyordu (kısayken kırklı yılların pilotları ya da demiryolcularınınki gibi, daha uzattığında müzisyenlerinki gibi; çağın değişen eğilimlerine pek aykırı düştüğü olmuyordu; görsel merakı ya da belleği olanlar için, saçları en hacimli halindeyken ikinci sınıf aktör Dan Duryea’yı andırıyor, ünlü aktör Gérard Philipe’e yaklaşıyordu) ve tüm görünümüyle modalardan ve on beş yaşlarındayken binbir şekle bürünen ve hemen hiç kimsenin kaçınamadığı güvensizlik hallerinden pek etkilenmeyen birinin sağlamlığını yansıtıyordu. Kendi çağının tutsağı değilmiş de rastlantısal koşullara önem vermeksizin, çağının üstünden uçup gidermiş gibi bir izlenim veriyordu, halbuki insanın doğduğu gün, hatta yüzyıl da bu rastlantısal koşullardandır. Aslına bakılırsa yüz çizgileri hoş olmaktan öteye geçmiyordu, yani inkâr kabul etmez bir gençlik güzelliği örneği sayılmazdılar; ruhsuzluğun sınırındaydılar, aradan şöyle bir yirmi yıl geçince öyle olmaları kaçınılmazdı. Ama o zamanlar onu dolgun ve biçimli dudakları (belki de öpmekten çok, parmağını gezdirmeye, ellemeye çağıran dudaklar), içlerindeki güneşe ya da ıstırap başlangıcına göre donuk ya da acılı bir pırıltı taşıyan kurşunî gözleri kurtarıyordu: Delici, tedirgin ve alışılandan daha yayvan gözler, dinginleştikleri enderdi ve görünümünün bütünüyle esinlediği huzurla çelişiyorlardı. Anormal bir şey seziliyordu o gözlerde ya da gelecekteki anormalliklerin habercisiydi, o zamanlar sanki uyanmalarına henüz sıra gelmemiş gibi pusuda ya da sinmiş bekliyorlardı, güçlerinin doruğuna varmaları için olgunlaşmaları ya kuluçkada kalmaları gerekiyordu. Burnunun bir seçkinliği yoktu, genişçeydi, tamamlanmamış gibiydi ya da en azından kayda değmezdi. Çenesi güçlüydü, biraz köşeli, öne çıkıktı, yüzüne kararlı bir hava veriyordu. Çekici ya da sevimli olan her şeyi bu kadardı, kişiliğine egemen olan yanı görünüşünden çok, alaycı, yüzeysel karakterindeydi, gücendirmeyen şakalara yatkındı, ne dış dünyada olup bitenleri ne kendi kafasında dönenleri tasa ederdi, zaten kafasındakileri sezinlemek yakınları şöyle dursun, kendisi için bile hiç kolay değildi: Nevinson içebakıştan kaçınıyor, kendi kişiliğinden ve kanılarından pek söz etmiyordu, sanki ikisini de çocuk oyunu ve vakit kaybı olarak görüyordu. Kendi kendini keşfeden, irdeleyen, gözlemleyen ve hangi tür insanlardan olduğunu bulabilmek için sabırsızlanarak çözümleyen ergenlerin tam tersiydi; öte yandan o irdeleme yararsızdır, çünkü ergen henüz tamamlanmış değildir, zaten o bilgiye ağırlıklı kararlar verilmedikçe erişilmez –şayet erişilirse, giderek değişmez ve kendini yadsımazsa–, yaşandıkça oluşur, bir kez oluştu muydu da artık düzeltmek ve başka türlü olmak için çok geçtir. Her neyse, Tomás Nevinson kendini tanıtmakla da, herhalde kendini tanımakla da pek ilgilenmiyordu ya da ikinci süreci zaten tamamlamıştı, birinciyi de narsisistlerin harcı bir alışkanlık sayıyordu. O belki ailesinin İngiliz yarısından kaynaklanıyordu, ama sonuçta nasıl olduğunu kimse pek iyi bilmiyordu. Candan ve saydam, hatta sevecen görünümünün altında bir donukluğun, bir çekingenliğin sınırı vardı. Ve donukluğun en büyüğü diğerlerinin o içine sızılmaz kabuğun bilincinde olmayışları ya da ancak belli belirsiz sezinlemeleriydi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Karasevdalılar ~ Javier MaríasKarasevdalılar

    Karasevdalılar

    Javier Marías

    María Dolz her sabah işe gitmeden önce kahvaltı ettiği kafede adeta onun için bir mutluluk timsaline dönüşen evli bir çifti gözlemlemeye başlar. Bu, onun...

  2. Acı Bir Başlangıç Bu ~ Javier MaríasAcı Bir Başlangıç Bu

    Acı Bir Başlangıç Bu

    Javier Marías

    “Acı Bir Başlangıç Bu” Madrid, 1980. Kırk yıllık diktatörlükten sonra değişim rüzgârı İspanyol toplumunda ağır ağır esmeye başlar. Genç Juan de Vere, meşhur yönetmen...

  3. Beyaz Kalp ~ Javier MaríasBeyaz Kalp

    Beyaz Kalp

    Javier Marías

    Bir kez anlatmayagörsün insan, “Her şey anlatılabilir. Başlamak yeter, sonra çorap söküğü gibi gelir kelimeler.” En vahşi sırları bilme merakı insanı işlenen suça ortak...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Şehvetin Kölesi ~ Kresley ColeŞehvetin Kölesi

    Şehvetin Kölesi

    Kresley Cole

    Nefes kesen öpücüğü aklından çıkmıyordu… Lykae klanından Bowen MacRieve, eşinin ölümüyle yıkılmıştır. Acımasız savaşçı kalpsizleşmiş ve o günden sonra hayatına kimseyi sokmamıştır… ta ki...

  2. Görülmeyenler ~ Roy JacobsenGörülmeyenler

    Görülmeyenler

    Roy Jacobsen

    “Kimse bir adayı terk edemez…” Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen’den modern bir destan… Görülmeyenler, ülkenin kuzeyindeki küçük bir adada denizin ve gökyüzünün...

  3. Kairos ~ Jenny ErpenbeckKairos

    Kairos

    Jenny Erpenbeck

        Aşkı ölümlülerin yüreğine kim düşürür – Eros mu, uğurlu anların tanrısı Kairos mu? Yıl: 1986, Kasım ayı başları. Yer: Doğu Berlin. Otobüste...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur