Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz.
Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekte(n) sevemeyiz.
Birine karşı hissettiğimiz duygu “ona karşı hissetmemiz gerekenler” diye önceden tarif edilmişse, onunla meselemiz bitmeyecek, hatta başlayamayacaktır bile.
Gerçek hayatta “Böyle hissetmem lazım!”, “Şöyle hissetmemem lazım!” diye bir şey yoktur çünkü. Hisler ne yöne gideceklerini gerekliliklere sormazlar. Hiçbir ‘gerçek’ ve olgun ilişki özünde nesnel değildir. Özneler ‘gerçek’ paylaşımlarını nesnellik üzerinden kurmazlar.
Kabullenme özgürlüğümüz olmayan her duygu dışarıya akamayan bir irin gibi bedenimizi ve ruhumuzu ele geçirir. İçimize hapsettiğimiz her duygu aynı zamanda içimizi hapseder.
Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız çünkü. Eksik olduğumuzu ararız, hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden. Noksanımızı, bizi zaten noksan bırakandan dileniriz bir ömür boyu.
Oysa yapabileceğimiz yegâne şey alamadığımız ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebilmemizdir. İnsan ancak kendi kendinin ebeveyni olabildiğinde yetişkin, özgür ve mutlu olabilir.
Bunlar içinizde bir yerlere biraz tanıdık geliyorsa bu kitabı okumaya hazırsınız. Size bu kitabın kimle veya kimlerle ilişkinize dair olduğunu söylemeyeceğim yine de… Çünkü biliyorum ki söylersem kaçacaksınız. Size iyi gelmediği, sizi mahvettiği, sizi hasta ettiği, sizi mutsuz ettiği hâlde kaçacaksınız.
Oysa kaçmanın kendisiydi asıl korkunuz. Biraz canınızın yanmasına izin verirseniz, canınızın yanması geçecek. Sizi kendinizin şifalı ellerine doğru çağırıyorum.
– Cem Mumcu
Yetenekli Çocuğun Dramı adlı dünyaca ünlü kitabın yazarı Alice Miller, Beden Asla Yalan Söylemez ile bu hastalıkların nasıl ortaya çıktığını gözler önüne seriyor. Bu kitap, duygularımız ile bedenlerimizin kaydettikleri ve ezelden beri içselleştirdiğimiz ahlâk kurallarına uymak için hissetmek istediklerimiz arasındaki çatışmayı ele alır.
*
Önsöz
Bütün kitaplarımdaki ana tema, çocuklukta yaşadığımız acıların inkâr edilmesidir. Bu kitapların her biri, bu olgunun belirli bir boyutu ile ilgili olup bir temayı diğerlerinden daha çok vurgular. Örneğin, Başlangıçta Eğitim Vardı (Am Anfang was Erziehung) ve Fark Etmeyeceksin (Du sol1st nicht merken) adlı kitaplarda bu inkârın sebepleri ve sonuçları üzerinde durdum. Sonraki yapıtlarda inkârın yetişkinlerin hayatları ve toplum üzerindeki etkisini ele aldım (örneğin, El Değmemiş Anahtar’da (Der gemiedene Schlüssel) özellikle sanat ve felsefe, Sessizlik Duvarının Yıkılışı’nda (Abbruch der Schweigemauer) ise siyaset ve psikiyatri üzerinde durdum). Bu farklı hususlar bütünüyle tek başlarına incelenemeyeceği için, aşikâr bir örtüşme ve tekrar vardır. Ancak dikkatli okur, mükerrer konuların farklı bağlamlarda ve farklı açılardan ele alındığını fark edecektir.
Ancak bağlamdan bağımsız olan husus, belirli kavramları ele alma biçimimdir. Örneğin, “bilinçsiz” sözcüğünü bastırılan, inkâr edilen ya da bağı koparılan şeyler (anılar, duygular, ihtiyaçlar) için kullanıyorum. Bana göre, bir insanın bilinç dışı; yaşam öyküsünden başka bir şey değildir, bütünüyle kişinin bedeninde saklı duruyor olsa da, ona bilinçli olarak yalnızca parça parça erişilebilir. Bu doğrultuda “gerçek” (Wahrheit) sözcüğünü asla metafiziksel anlamıyla kullanmıyorum, sözkonusu bireyin somut hayatı ile bağlantılı öznel bir varlık olarak kullanıyorum. Bu yüzden sürekli “onun” gerçeği diyorum, sözkonusu insanın duygularının işaret ettiği ve yansıttığı gerçek hikâyesinden söz ediyorum (s. 33; 157). Duygu (Emotion) ise çok açık değil, aynı zamanda şimşekten korkma, kandırılmaktan duyulan öfke ya da arzu edilen bir hediyenin alınmasından duyulan sevinç gibi harici ve dâhili olaylara gösterilen hayati önem taşıyan fiziksel tepkilerdir. “Gefühl” olarak kullanılan duygu ise bir emotion anlamındaki duygunun bilinçli olarak algılanmasıdır (s. 33, 119, 163). Duygusal körlük ise genellikle çok pahalıya mal olan ve çoğunlukla kendi kendini mahveden bir lükstür (2001).
Bu kitaptaki temel kaygım, gerçek ve güçlü duygularımızın inkârının bedenlerimiz üzerindeki etkileridir. Böylesi bir inkârı bizden ahlâk ve din talep eder. Hem kişisel tecrübem hem de çok sayıda insanın anlattıklarına dayanan psikoterapi hakkında bildiklerim doğrultusunda şu sonuca ulaştım: Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre uymaya kalkışabilirler. Anne babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hâlâ onlardan korkuyorlardır. Ancak ne kadar isteseler de, rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar.
Onun yerine, gerçekleşen şey hastalıklı bir bağlanma, pek de gerçek sevgi olmayan, korku ve görev duygusunun karışımıdır, bir görüntüden ibarettir. Ayrıca, çocukluğunda suistimal edilen insanlar, genellikle hayatları boyunca, bir gün o mahrum bırakıldıkları sevgiyi yaşayacaklarımı umarlar. Bu beklentiler, ebeveynlerine olan bağlılıklarını pekiştirir, bu bağlılığa dinde sevgi denir ve bir erdem gibi görünür. Ne yazık ki, terapilerin çoğunda aynı şey olur, çünkü hâlâ geleneksel ahlâkın hakimiyeti altındadır. Bu ahlâkın bedelini de beden öder.
Hissetmeleri gerekeni hissettiğine inanan ve hissetmeyi kendilerine yasakladıkları duyguları hissetmemek için ellerinden geleni yapan bireyler, sonunda hastalarırlar, yani, kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler.
Burada dinin ve ahlâkın talepleri ile çok uzun bir süre üstü kapatılan psiko-biyolojik bir yasayı ortaya koyuyorum.
Kitabın birinci bölümü, bu yasanın, ünlü şahsiyetlerin hayatlarını nasıl etkilediğini gözler önüne serer. Sonraki bölümlerde ise, kendini kandırma kısır döngüsünü kırabilen ve genellikle fiziksel belirtilerden kurtulmaya yol açan samimi iletişime ulaşmanın yolları anlatılır.
Giriş: Ahlâk ve Beden
Hastalıklar, genellikle bedenin, hayati işlevlerinin sürekli görmezden gelinmesine gösterdiği tepkilerdir. Gerçek hikâyemize sadık olmak bu işlevlerden biridir. Bu doğrultuda bu kitabın temel meselesi, hissettiklerimiz ve bildiklerimiz yani bedenlerimizin kaydettikleri ile çok erken içselleştirdiğimiz ahlâki kurallara uymak için hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimiz arasındaki çelişkidir. Genel kabul görmüş bir normun -Dördüncü Emringerçek duygularımızı kabul etmemizi sürekli engellediği ve bu fedakârlığın bedelini çeşitli fiziksel hastalıklar ile ödediğimiz ortaya çıkıyor. Bu kitap, bu kuram hakkında pek çok örnek ortaya koyar, ne var ki buradaki odak noktam, yaşam öykülerini anlatmak değildir, daha ziyade, çocuklarıni suistimal eden ebeveynlerle olan ilişki meselesidir.
Tecrübelerim bana şunu öğretmiştir; kendi bedenim, daha fazla özerklik ve özgüven kazanmamı sağlayan bütün gerekli bilgilerin kaynağıdır. Yalnızca çok uzun süre içimde hapsolmuş duyguları hissetmeme izin verdiğim zaman, geçmişimden kurtulmaya başladım. Hakiki duygular asla zorla hissedilemez. Yalnızca varlardır ve var olmalarının bir sebebi vardır, bu sebep çoğunlukla gizli olsa da. Bedenim çok iyi bildiği sebepler yüzünden buna isyan ederse, kendimi anne babamı sevmek ya da onlara hürmet etmek için zorlayamam. Ne var ki yine de Dördüncü Emre boyun eğmeye kalkışırsam, sonuç -kendimden imkânsızı talep ettiğim zaman olduğu gibihep stres olacaktır. Neredeyse hayatım boyunca böylesi bir stres altında yaşadım. Kabul ettiğim ahlâk ve değerler sistemi doğrultusunda hareket etmek için, hissettiğim kötü duyguları yok sayıp, hissetmediğim iyi duyguları tasavvur etmek için uğraştım. Aslında bir kız çocuğu olarak sevilmek için bunu yaptım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, sonunda sevgi yoksa, onu zorla yaratamayacağımı kabul etmek zorunda kaldım. Öte yandan, böylesi bir sevgiyi talep etmeyi bıraktığım ve dayatılan ahlâki emirlere boyun eğmeye son verdiğim an, -örneğin, çocuklarıma ya da arkadaşlarıma duyduğum sevgi gibisevgi hissinin kendiliğinden ortaya çıkacağını öğrendim. Ancak böylesi bir his, sadece kendimi özgür hissettiğim ve olumsuz duygular da dâhil olmak üzere bütün duygularıma açık olduğum zaman mümkün olur.
Duygularımı yönlendiremeyeceğimin, kendimi kandıramayacağımın farkına varmam, bana muazzam bir rahatlık ve özgürlük sağladı. O zaman benim gibi ne kadar çok kişinin bunun bedelini kendi bedenlerine ya da çocuklarına ödeteceklerini hiç fark etmedenDördüncü Emre uyma çabası içinde olduğunu gördüm. Çocuklar bu şekilde kullanılmalarına izin verdikleri sürece, insan kendi gerçeğinin ve hastalanmasına sebep olacak şekilde kendisini kandırdığının farkına varmadan yüz yaşına kadar yaşayabilir.
Çocukluğunda maruz kaldığı mahrumiyetlerin, kendi çocuğunu sevmesini -ne kadar kendini zorlarsa zorlasın imkânsız kıldığını itiraf etmek zorunda kalan bir anne, elbette bunu kelimelere dökme fırsatına sahip olursa ahlâksızlık ile suçlanmayı bekleyebilir. Ancak demek istediğim şu; hakiki duygularının -ahlâki yargılardan bağımsız olarakfarkında olması, hem kendisine hem de çocuğuna en çok ihtiyaç duyduğu samimi desteği sağlayabilir ve aynı zamanda kendini kandırmanın kelepçelerinden kendisini kurtarmasını mümkün kılabilir.
Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, ebeveynlerinden en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgidir; yani şefkat, dikkat, ilgi, korunma, dostluk ve iletişim kurma isteğidir. Bunlar sağlandığı takdirde, bedenleri hayatları boyunca bu iyi anıları taşıyacaktır ve sonra yetişkinler olarak aynı sevgiyi kendi çocuklarına aktarabileceklerdir. Ancak durum böyle değilse, çocuklar hayatları boyunca ilk hayati ihtiyaçlarının tatmin edilmesine dair bir özlemle başbaşa kalacaklardır. Hayatlarının geri kalanında bu özlem, başka insanlara yönelik olacaktır. Buna karşılık, çocuklar “yetiştirme” adı altında ne kadar acımasız bir şekilde sevgiden mahrum bırakılır, yadsınır ya da kötü muamele görürse, yetişkin oldukları zaman -en çok ihtiyaç duyduklarında o sevgiyi vermeyenaynı anne babaya ya da onların yerindeki kişilere o kadar çok bel bağlayacaklardır. Bu bedenin normal bir tepkisidir. Beden tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir, mahrum kaldıklarını unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler.
Ne var ki, yaşlandıkça, anne babamızın bize vermediği sevgiyi verebilecek başka insanlar bulmak daha da zorlaşır. Ancak bedenin beklentileri yaşla azalmaz, tam tersi. Yalnızca başkalarına yönelik hale gelir, genellikle kendi çocuklarına ve torunlarına yönelik olur. Bu düzeneklerin farkına varır, baskı ve inkârdan kurtulursak kendi çocukluğumuzun gerçekliğini görebiliriz. Böylece daha önce değilse de, doğumdan itibaren tatmin edilmek üzere bekleyen ihtiyaçlardan kurtulabilen bir insan yaratabiliriz kendi içimizde. Sonra anne babamızın bize göstermediği ilgiyi, saygıyı, duygularımıza dair anlayışı, gerekli olan korumayı ve koşulsuz sevgiyi kendimize gösterebiliriz.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme Psikoloji
- Kitap AdıBeden Asla Yalan Söylemez
- Sayfa Sayısı224
- YazarAlice Miller
- ISBN9786055134655
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviOkuyan Us Yayınları / 2018