Pera Muhafızı Demirbey, Galata Kulesi ve Kız Kulesi’nde işlenen cinayetlerin peşinde!
Beyoğlu’nda asayişi sağlamasıyla nam salmış Demirbey’in huzurunu bu kez Galata Kulesi yakınlarında işlenen cinayet kaçırır. Katilin peşine düşen Demirbey, bu sırada Galata Kulesi ve Kız Kulesi arasındaki bilinmeyen ilişkiyi öğrenir ve cinayeti çözmek için büyük bir ipucu elde eder. Cinayeti aydınlatmak için canla başla çalışan Pera Muhafızı, bir yandan da gördüğü rüyalarla boğuşmaktadır. Ailesi ve geçmişi, rüyalarında Demirbey’in peşini bırakmaz. Demirbey, kendisiyle ilgili sorulara da cevap bulmak zorundadır.
Sevilen polisiye yazarı Kayahan Demir’in yeni kitabı Sidelya-Yüzen Ada, tarih ve macera odaklı kurgusuyla okurlarını zamanda yolculuğa çıkaracak.
*
1.
“Sırlar kalbin incisidir. İster satar, ister saklarsın.”
Sahi bana bu sözü kim söylemişti yahu? Kadı Feyzullah Sami mi? Yoksa rahmetli babam mı? Annem?
Hatırlamıyorum, ama şu anda manasını çok daha iyi idrak edebiliyorum. Benim de kendimden dahi sakladığım ve kimseye satamadığım bazı sırlarım var. Ancak bu sırlar bir inci tanesi kader kıymetli olabilir mi? Bazı yaşanan acı hatıraların değeri anlatılmadığı, gizemli bir kutu içinde muhafaza edildiği takdirde artıyor mu gerçekten? Pek emin olamıyorum.
Tam da bu esnada hissettiğim kalp atışını andıran bir kıpırtı sayesinde kendime geliyorum. Beni düşünce deryasından çekip alan bu kıpırtı içerisinde bulunduğum sandaldan kaynaklanıyor olmalı… Evet, bir sandalın içindeyim ve sakin bir suyun üzerinde ağır ağır ilerliyorum.
Hayır, hayır… İçinde bulunduğum şey bir sandal veya kayık değil… Şimdi fark ediyorum. Bu bir ada… Evet, âdeta dört tarafı sularla kaplı küçük bir kara parçasının üzerindeyim. Ama ilginç bir şekilde bu kara parçası tıpkı motoru
bozulmuş bir gemi gibi aheste aheste ilerliyor.
Beni sarıp sarmalayan yeşil otların arasından sıyrılıp ayağa kalkıyorum telaşla. Neyse ki, gördüğüm manzara endişemi bir nebze olsun dindiriyor. Âdeta cennetten bir parçanın içine düşmüş gibi hissediyorum. Her yer yemyeşil, güzel sesli rengarenk kuşlar birbiriyle yarış hâlinde cıvıldaşıyorlar. Üzerinde ağır ağır ilerlediğim masmavi suya bakıyorum bir süre… Gökyüzünün ve güneşin ışıltısını o kadar güzel aksettiriyor ki…
“Gördüğümüz her şey ışığın bize aksettirdiğidir. Peki ya görmediklerimiz?”
İşte yine birden o gizemli soru beliriyor zihnimde. Nedendir bilmem, bu sözü söyleyeni de hatırlayamıyorum. Akıl tutulması yaşıyorum sanki, her zaman keskin olduğuna inandığım hafızam ilk defa beni yanıltıyor.
Ayaktayken üzerinde bulunduğum, çok da büyük olmayan kara parçasının hareket ettiğini daha iyi fark ediyorum. Belki bir şeyler öğrenebilirim çabasıyla gayrı ihtiyari olarak birkaç adım atsam da sonuç değişmiyor. Birçok insan için küçük ancak benim için koskocaman olan bu muammalar deryasının üzerinde çaresizce sürüklenmeye devam ediyorum. Aslında bir şikâyetim olduğu da söylenemez.
Kuş cıvıltıları ve doğanın beni benden alan güzelliği içinde bulunduğum adaya çok daha sıkı bir şekilde bağlıyor beni. Bir ömür burada yaşayabilirim ve doğrusu hiçbir şikâyetim de olmaz. Ancak bir taraftan da hafiyelik içgüdüm rahatsız ediyor benliğimi. Hâlâ neden burada, bana bir yerlerden aşina gelen tam da bu noktada olduğumu açıklıyor olamamak zihnimi kurcalıyor. Evet, geçmişime açılan sırlı kapılar bu güzel yerin bana bir yerlerden tanıdık geldiğini fısıldıyor.
Bu esnada içinde bulunduğum küçük adanın karşılıklı iki yakası bulunan bir bölgeye doğru yaklaştığını fark ediyor ve işte o anda bu cennetten parçaymış gibi görünen yerde yalnız olmadığımı anlıyorum!
Artık yüzen adacığım sayesinde iki yakayla aynı hizaya geliyorum. Bana göre solumda kalan yakaya bir süre şaşkın ve buğulu gözlerle bakıyorum. Zira o yakada birbirine sarılı hâlde iki kişi bekliyor beni. Yıllardır şahit olmadığım bir sevecenlikle, şefkatle bakıyorlar bana. Çok ama çok aşina bakışlar bunlar… Tıpkı eski bir fotoğraf gibi artık geçmişte asılı kalmış bu bakışlara ben de eşlik ediyorum. Ağzımdan istem dışı olarak dökülen kelimelerin farkında dahi değilim.
“Anne? Baba?”
Evet, en son çocukken gördüğüm annemle babam yeşilliklerin içinde birbirine sarılı hâlde beni bekliyorlar. İkisinin de yüzünde tarif edemeyeceğim hüzün yüklü hafif bir tebessüm asılı… Senelerdir görmedikleri çocuklarına hasret dolu gözlerle bakıyorlar.
Mutlu gibiler, ama sanki bir tarafları da hüzünlü… O anda bu mutluluk tablosundaki eksikliği fark ediyorum ve bu sefer kısılmaya yüz tutan sesimle “Dilruba?” diyebiliyorum. Gözlerimle annemle babamın olduğu yeri denetliyorum, lakin yok! Biricik kız kardeşim Dilruba’yı onların yanında göremiyorum. Belki de annemle babamın yüzündeki hüznün sebebi bu olmalı. Ya da telaş mı demeliyim?
“Dilruba? Dilruba nerede?”
Soruyu sorduğum anda ince bir ses yankılanıyor kulaklarımda:
“Ağabey!”
Bu onun sesi! Dünyalar güzeli küçük kız kardeşim Dilruba’nın sesi…
Sesin tesiriyle ani olarak arkamı dönüyorum. Tuhaf şey…
Dilruba karşı yakada bekliyor beni, tek başına…
Kardeşimin güzel yüzünü gördüğüm an tebessüm ediyorum. Güneş ışığı güzel yüzünü ve sarıya dönük saçlarını daha bir aydınlatıyor. Küçük yüzünün sol tarafındaki doğum lekesini dahi fark edebiliyorum.
Ancak Dilruba benim kadar mutlu değil. Dudağını buruşturmuş, tatlı tatlı bana bakıyor. Ağladı ağlayacak…
Sonrasında ben de içinde bulunduğum ana geri dönüyorum.
Dilruba’nın annemle babamın yanında olmaması tuhafıma gidiyor doğrusu. Çaresizce bir soluma bir de sağımdaki yakaya bakıyorum.
“Ağabey, beni kurtar!” diyor küçük kız, artık gözlerinden süzülen yaşlara aldırış etmeden. “Beni burada bırakma!
Unuttun mu, bana bir söz vermiştin!”
Söz mü, diyorum kendi kendime. Ne sözü? Ama kardeşimin o anki çaresizliği her şeyi unutturuyor bana. Ne yapıp edip onu bulunduğu yerden kurtarmalıyım.
Belki bir faydası olur ümidiyle “Korkma kardeşim!” diyorum, Dilruba’nın güzeller güzeli küçük yaşlı gözlerine bakarak. “Ağabeyin şimdi seni kurtaracak! Bu sefer kimse sana zarar veremeyecek.”
Seneler önce koruyamadığım kardeşimi bulunduğu yerden çekip alma içgüdüsü sarıyor her bir hücremi. Lakin bunu nasıl yapabileceğimi bilemiyorum. Bir gölün ortasında küçücük bir kara parçasının üzerindeyken kardeşime nasıl faydam olabilir, bilemiyorum.
Tek bir çare kalıyor. Suya atlayıp kardeşimin olduğu yakaya geçeceğim. Derinliğini tahmin dahi edemediğim suya tam atlamak üzereyken ani bir gök gürültüsü üzerinde bulunduğum yüzen adayı sarsmaya başlıyor. O anda ayaklarımın altındaki yüzeyin titrediğini hissediyorum. Korku dolu bakışlarımı az önce günlük güneşlik olan gökyüzüne kaldırdığımda tedirginliğim daha da artıyor. Tüm gökyüzünü saran kara bulutlar tehditkâr sesini bir kez daha duyuruyor bana. Bir gök gürültüsü daha inletiyor bulunduğumuz yeri… Bu ses az önceki sese göre çok daha şiddetli yankılanıyor kulaklarımda. Üzerinde bulunduğum kara parçası daha bir sallanıyor şimdi.
Gök gürültüsü sesleri eşliğinde Dilruba’nın gitgide silikleşen ince sesini işitiyorum:
“Ağabey, kurtar beni! Bana söz vermiştin, kurtar!”
Bir gök gürültüsü daha! Bulunduğum küçük adaya düşen yıldırım dengemi bozuyor ve yine otların üzerine kapaklanıyorum. Kara parçası yıldırımın şiddetli tesiriyle parçalanmaya başlıyor. Bense çaresizlik içinde gözü yaşlı kardeşime bakıyorum.
“Korkma Dilruba’m!” diyorum, ancak kendimin duyabileceği bir ses tonuyla. “Seni kurtaracağım, söz veriyorum!”
Bu cümlemden hoşlanmayan kara bulutlar tekrardan birbiriyle etkileşime geçip gür bir ses çıkarıyor ve sonrasında yıldırımlarından birini daha bulunduğum adaya doğru fırlatıyor! Yıldırımın şiddetiyle tutunduğum son dalın da koptuğunu hissediyor ve kendimi kısa süre içinde derinliği belli olmayan buz gibi bir suyun koynunda buluyorum.
Yüzüp karşı tarafa geçmeye çalışsam da az evvel içinde bulunduğum sakin göl bir anda hırçın denize dönüşüyor! Dalgalar bir kulaç atmama dahi fırsat vermeden beni içine alıyor.
“Dilruba!” diye bağırıyorum son çare olarak. “Korkma kardeşim, seni kurtaracağım!”
2.
Ragıp Paşa Köşkü
“Yazıyor, yazıyor! Pera Muhafızı Demirbey öldürüldü! Yazıyor!”
Tedirginlikle kasılan göz kapaklarımı zor da olsa aralıyorum. Bir süredir hayatımı sürdürdüğüm köşkün görkemli avizeleriyle göz göze geliyorum, bakışıyoruz bir süre.
Geniş ve rahat sayılabilecek yatağımda doğruluyorum. O anda az önce gördüklerimin bir kâbustan ibaret olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Ancak bir süre daha rüyanın etkisi damarlarımda dolaşmaya devam ediyor.
Dilruba, annem ve babam… Uzun zamandır onları rüyamda göremiyordum. Hatta göremediğim için hayıflandığım zamanlar dahi oluyordu. Lakin bundan sonra bu konuda çok daha temkinli olacağım. Onları bir kâbusun içinde göreceğimi hiç düşünmezdim doğrusu. Gördüklerim o kadar gerçekçi, o kadar tesirliydi ki uzun bir süre unutabileceğimi düşünmüyorum.
Dilruba… Canımdan çok sevdiğim ancak azılı katillerin elinden kurtaramadığım kız kardeşim… Neden annemden ve babamdan ayrıydı ki? Neden “Beni kurtar!” diye haykırıyordu? Bir de bir şey daha söylemişti. Neydi o? “Yazıyor, yazıyor!” İşittiğim bu tanıdık sesle aniden kendimi toparlıyorum. Öyle ya, beni uyandıran da tam olarak bu sesti! Gazeteci çocuğun o cırtlak sesi! Ama az önce “Pera Muhafızı Demirbey öldürüldü,” mü dedi o! Uykudayken emin olamadığım sorumun yanıtını cırtlak sesiyle yanıtlıyor çocuk: “Pera Muhafızı Demirbey öldürüldü! Yazıyor!”
“Ne saçmalıyor bu yahu!” deyip yatağımdan kalkıyor, ropdöşambırımı giyiyor ve aşağı iniyorum. Bulunduğum köşk yıllardır önünden geçtiğim ve hayranlıkla seyre daldığım Ragıp Paşa Köşkü… Evet, padişahımız efendimiz, şehzademizin de teklifi doğrultusunda bana bu güzelim yeri münasip gördüler. Buranın yanı sıra Dolmabahçe tarafında da kaldığım bir konak var. Bazen saraya yakın olmam gerektiğinde Dolmabahçe’deki konakta kalıyorum. Şehzademizle çoğunlukla Dolmabahçe’de bir araya geliyor, kurduğumuz Hafiye Teşkilatı ile ilgili konuları oradaki konakta konuşuyoruz. Ama Şişhane’deki Ragıp Paşa konağında da buluştuğumuz çok olmuştur. Karakola olan yakınlığından dolayı burası da oldukça önem arz eden bir konuma sahip… Gerek burada gerekse Dolmabahçe’de organize ettiğimiz toplantılara teşkilata yeni dâhil ettiğimiz hafiyeler de katılıyor. Takdir edersiniz bu toplantıların hepsi büyük bir gizlilik içinde yapılıyor.
Hafiye Teşkilatı sayesinde kısa vadede birçok suç örgütünü çökerttiğimizi söyleyebilirim. Hatta padişahımız efendimize karşı organize edilen birçok suikast girişimini de bu sayede neticesiz bıraktık. Her geçen gün büyüyen ve güçlenen bir teşkilatımız var. Aslında herkes tarafından bilenen, lakin kimse tarafından dillendirilemeyen gizli bir aileyiz biz…
Bu ailenin temellerini atan padişah efendimize ve genç şehzademize çok şey borçluyum. Böyle güçlü ve kutsal bir teşkilatın liderliğine beni layık gördükleri için…
Köşkün ihtişamlı kapısının önüne geldiğimde köşkün emektar hizmetlisi Süheyl Efendi ile bir süre göz göze geliyoruz. Ona kapıyı açacağıma dair bir bakış atıyorum. Hiç ikiletmeden mutfağa doğru yöneliyor. Çok tecrübeli ve işini gayet iyi yapan bir hizmetlidir Süheyl Efendi. Güvenlik önlemleri gereği direkt saray tarafından görevlendirilmiş biridir aynı zamanda… Hatta bir zamanlar onun da bu hafiyelik işlerine merakının olduğu lakin bir takım ailevi sebeplerinden dolayı daha zararsız uğraşlara yöneldiği rivayet edilir durur. Kendisine sorsanız dahi hiçbir şey anlatmaz, âdeta bir sır küpüdür. Ağzı olup dili olmayanlardandır Süheyl Efendi. En sevdiğim insan türü…
Köşkün ihtişamlı kapısını araladığımda karşımda gazeteci çocuğun şımarık yüzüyle karşılaşıyorum. Yine üstü başı kir pas içinde… Elinde tuttuğu bir tomar gazeteyle birlikte bana bakıyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal Polisiye
- Kitap AdıSidelya - Yüzen Ada
- Sayfa Sayısı176
- YazarKayahan Demir
- ISBN9786259464879
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm,
- YayıneviGenç Timaş / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 15 Saniye ~ Andrew Gross
15 Saniye
Andrew Gross
Bütün hayatını elinden alması için 15 saniye yeterdi… Ancak ölüm kadar basit bir sonun peşinde değildi. Peşinde olduğu, hayatından çok daha fazlasıydı. Ne de...
- Şifre ~ Camilla Lackberg-Henrik Fexeus
Şifre
Camilla Lackberg-Henrik Fexeus
Korkunç bir cinayet… Dedektif Mina Dabiri daha önce böyle bir vakayla hiç karşılaşmamıştır. Bir parkın hemen dışında kılıçlarla delinmiş bir sihirbaz kutusu ve içinde...
- İstanbul Portresi ~ Kayahan Demir
İstanbul Portresi
Kayahan Demir
“İnsan neden unutur ve neden unutulmuşu hatırlar? Peki bir şehrin portresi resmedilebilir mi? Sanal âlemde işlenen bir cinayet… İstanbul’un çeşitli noktalarına bırakılan üç cansız...