Haldun Taner’den kültürümüzün unutulmaz kişileri üstüne unutulmaz yazılar. Portre edebiyatımızda bir doruk kitap.
Haldun Taner’in bu en sevilen ve belki de en çok okunan düzyazı kitabı büyük bir özenle hazırlandı.
Yazılarda bahsi geçen kişilerin adları öne çıkarıldı, daha da önemlisi kişi adları dizini yapıldı. Sadece bu dizine göz atıldığında bile Haldun Taner’in nasıl geniş bir kültür evreninde kalem oynattığı ve konu zenginlikleri anlaşılıyor.
Kimler, neler var bu kitapta?
Sakallı Celal (Yalınız) • Abdülhak Şinasi Hisar • Mükrimin Halil Yinanç • Ahmet Hamdi Tanpınar • Lâtife Uşaklıgil • Asaf Hâlet Çelebi • Celal Sılay • Cemal Sahir • Aliye Berger • Refik Halid Karay • Ahmet Selahattin • Ahmet Kutsi Tecer • Halide Edib Adıvar • Haşim İşcan • İsmail Dümbüllü • Selçuk Kaskan • Seha L. Meray • Muammer Karaca • Orhan Kemal • Kemal Tahir • Ulvi Uraz • Sıddık Sami Onar • Sait Faik Abasıyanık • Sabri Esat Siyavuşgil • Suat Yakup Baydur • Muhsin Ertuğrul • Vâlâ Nurettin Vâ-Nû • İsmail Galip Arcan • Naci Sadullah Daniş • Abdi İpekçi • Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu • Yakup Kadri Karaosmanoğlu • Rauf Ulukut • Esat Mahmut Karakurt • Arif Müfid Mansel • S/S Ankara Vapuru • “Akbaba Dergisi” • Çiçek Pasajı • Tevfik Sağlam ve arkadaşları • Burhan Felek • Behçet Necatigil • Eşref Şefik Atabey • Azra Erhat, Faruk Güvenç • Bedrettin Tuncel • Orhan Eyüboğlu • Orhan Tahsin • Özdemir Asaf • Suavi Süalp • Enver Ziya Karal • Samet Ağaoğlu • Ahmet Rasim
DOĞAN HIZLAN: “Bu portreler yalnız ölen kişileri yeniden hatırlatmakla kalmıyor, onlarla birlikte çöken incelikler toplumunun ve uygarlığın çatırdadığını duyuruyor: ‘Hoyratlığı ve zevksizliği şiar edinen sözümona halkçılık’ın sürüklediği kültür yozlaşmalarının tehlikesini de söylüyor. İstanbul’un nereden nereye gelişinin de tarihçesi bu anılar. Edebiyatımızın az kullanılır türünün, az bulunur ustalıktaki ürünleri.”
KONUR ERTOP: “Haldun Taner’in öykülerinde, oyunlarında gülmeceden, taşlamadan zekice yararlanan yazar kişiliği, bu sevgi dolu portrelerde anlattığı kişilerin açmazlarını, çelişkilerini, çocuk kalmış, çevreyle ve gerçeklerle uyuşamamış yönlerini de bıyık altından gülerek sergilemekte, eleştirmektedir. Bu kişilerin bıraktığı anılarda derin bir insan sevgisinin, sıcak dostlukların izleri vardır. Bu anılar kitabı, okur için öğreten, düşündüren bir kılavuz da olacaktır.”
İçindekiler
Önsöz • 9
Sakallı Celal / Celal Yalınız • 11
Edebiyatımızın ‘Grand Seigneur’ü / Abdülhak Şinasi Hisar • 17
Bir Bellek Fenomeni / Mükrimin Halil Yinanç • 23
Ne İçinde Zamanın, Ne de Büsbütün Dışında /
Ahmet Hamdi Tanpınar • 30
Cumhuriyetin İlk ‘First Lady’si / Lâtife Uşaklıgil • 35
“Om mani padme hum” / Asaf Hâlet Çelebi • 41
“Sırıtık bir küskün” / Celal Sılay • 48
Sazlı Operetten Çardaş Fürstin’e / Cemal Sahir • 53
Rose Bonbon / Aliye Berger • 60
Hedonist Bir Kirpi / Refik Halid Karay • 64
Güneş Ufuktan Daha Doğmadan / Ahmet Selahattin • 71
“Orda bir köy var, uzakta” / Ahmet Kutsi Tecer • 78
Öne Çıkan Bir Hanım / Halide Edib Adıvar • 84
Kentlere İmzasını Atmak / Haşim İşcan • 90
Son Tuluatçı / İsmail Dümbüllü • 93
Tombul, Tatlı Bir Adam / Selçuk Kaskan • 99
Fortiter in Re / Suaviter in Modo / Seha L. Meray • 103
Şeytan Tüylü Bir Adam / Muammer Karaca • 107
İkbal’de Sabah Kahvesi / Orhan Kemal • 111
Osmanlının Peşinde / Kemal Tahir • 116
Tiyatro Bir Tutku / Ulvi Uraz • 120
Hocaların Hocası / Sıddık Sami Onar • 123
Sevimli Bir Aylak / Sait Faik Abasıyanık • 128
Yedi Meşalecilerin En Çok Yanlısı / Sabri Esat Siyavuşgil • 132
İyiler Erken Ölür / Suat Yakup Baydur • 136
Bir Tiyatro Ermişi / Muhsin Ertuğrul • 141
İki Sevimli Hece / Vâlâ Nurettin Vâ-Nû • 144
Aktörlerin ‘Doyen’i / İsmail Galip Arcan • 148
Röportaj Kralı / Naci Sadullah Daniş • 152
Sağduyunun Sözcüsü / Abdi İpekçi • 155
Adının İmlasını Değiştiren Adam /
Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu • 159
Zoraki Diplomat – Gerçek Romancı /
Yakup Kadri Karaosmanoğlu • 162
Her Gece Saat Dokuzda / Rauf Ulukut • 167
Hayatını Yaşayan Adam / Esat Mahmut Karakurt • 171
İstediği İşi Yapmak Mutluluğu / Arif Müfid Mansel • 174
S/S Ankara • 178
Akbaba’nın Ardından • 181
Çiçek Pasajı • 185
Bir ‘Sextet’ / Tevfik Sağlam ve arkadaşları • 189
Pirimizin Ardından / Burhan Felek • 197
Duyarlı Yalınlık / Behçet Necatigil • 200
Ağzına Baktıran Adam / Eşref Şefik Atabey • 204
Sisyphos’un Torunları / Azra Erhat, Faruk Güvenç • 208
Bedrettin Tuncel • 212
Dürüst ve Yürekli / Orhan Eyüboğlu • 217
Sıra Dışı Bir Diplomat / Orhan Tahsin • 221
Şiirde Espri / Özdemir Asaf • 224
Hiç Yoktan Mizah Çıkarmak / Suavi Süalp • 227
Atatürkçü Bir ‘Cartésien’ / Enver Ziya Karal • 230
Hem Yazar Hem Politikacı / Samet Ağaoğlu • 233
“Yazar mısın, durma yaz” / Ahmet Rasim • 236
Kişi Adları Dizini • 243
Ölürse ten ölür
Canlar ölesi değil
Yunus Emre
Önsöz
Bu kitapta portresi çizilmeye çalışılan kişilerin ortak bir özelliği var: Artık yaşamıyor oluşları. Ölenleri “hayırla yâd etme”yi öğütleyen olgun bir geleneğin hoşgörü açısını yeğleyen yazar, onlara diyalektik bir büyüteçle yaklaşmaya, onları eleştirip yargılamaya kalkmadı. Yakın geçmişin bu renkli kişilerini, daha çok kendi değer yargıları, kendi koşullandırılmaları, hatta bazılarını kendi sevimli tutarsızlıkları içinde, kendi yaşam kozalarını dokurken, şurasından burasından bazı gözlemlerle yansıtmayı denedi. Hepsi o kadar. Şu kubbede baki kalan birer hoş seda imişlercesine sevecenlikle kaleme alınan bir portrelerin elbette objektif olma iddiaları da yoktur. Seçilişleri bile belli bir değer ölçüsüne göre değil, sadece rastlantıya, yazarın yaşamı boyunca onları az ya da çok yakından tanımış olmasına dayanıyor. Bu portrelerin bazısı portre olarak yazıldı, bazısı da adı geçen dostların ölümleri vesilesiyle kaleme alındı. Kitabın dört portresi ise tek tek kişilere değil ama onlar kadar kişiliği olan bir gruba, bir vapura, bir pasaja, bir dergiye ayrıldı. Bu portreleri yazarken bir vefa borcunu yerine getirmekten ya da yakın geçmişin ilginç bir kişisini onları pek tanımamış olan yeni kuşaklara tanıtmak kaygısından da çok, yazarı asıl iten duygunun bu eski dostlarla hayalen de olsa bir kere daha yaşamak özlemi olduğunu burada doğruculuk adına itiraf etmek gerek. Yunus’un yüce sözü zaten bu avuntuyu da içermiyor mu?
Haldun Taner
Sakallı Celal
Bugünün çoluğu çocuğu hep sakallı. Sakal, çünkü, tozpembe yanaklarına sözümona erkeksi bir gölge katıyor kuruntusundalar. Kişilik yanakta değil, gözlerdedir, bakıştadır. Sakal onu olgunlaştıramaz ki. Çok önceleri sakal ve bıyığın revaçta olduğu bir dönemden geçmedik değil. Osmanlı İmparatorluğu’nda bıyıksız erkek, sakalsız yaşlı ya da orta yaşlı, aykırı bulunurdu. Matruş biri görüldü mü herhalde ecnebidir diye kestirilir atılırdı. Matruşluk, bugünkü deyimi ile, sakalsızlık, bıyıksızlık bizde cumhuriyetle başlamış, bir çeşit Batılılık ve uygarlık simgesi sayılmıştı. Atatürk sarı bıyıklarını kestiğinden bu yana, devlet adamlarının çoğu onu örnek aldılar. Sade devlet adamları mı? Memurlar, askerler, öğretmenler. Bıyığını kesmeyen bir azınlık kaldı ise bile, sakal dipten kazınmıştı.
ÖZGÜRLÜK ŞARKISI
İşte Sakallı Celal’in ayrıcalığı böyle bir döneme rastladığından daha da bir vurgulanıyordu. Her ayrıcalık hevesinin kökeninde –aranırsa– bir kompleks, bir göstermecilik duygusu yattığı görülür. Bundan ötürü rahmetliyi suçlamak aklımın köşesinden geçmez. Alçakgönüllü değerlerin güme gittiği bir ortamda herkesin, “ben de varım” diye bar bar bağırması, kişilikte ya da görünümde –bazen ikisinde birden– abartıya varması doğal karşılanmalıdır. Kaldı ki Sakallı Celal, sakalı dışında iddiacı bir adam da değildi. İyi mevkiler alacak yetenek ve kültürde olmasına, arkadaşlarının nüfuzlu yerlerde bulunmasına karşın o hep kenarda kalmayı yeğledi. Kimsenin uyruğuna girmeyen küçük, iddiasız ama özgür bir yaşamla yetindi. “Sakalı dışında iddiacı değildi”den neyi kastettiğimi anlamışsınızdır. Sakal onun bir çeşit özgürlük, doğallık, kimseyi takmazlık ve filozofluk bayrağı idi. Bektaşi kalenderliği ile filozof saygınlığını birleştiren bu sakal, onun ince yaradılışının söz haline getirmediği bir şeyi dile getirir gibiydi. “Ben doğal bir insanım” der gibiydi. “İhtirasım yok. Paraya önem vermem. Mevkileri takmam. Bunun için sizlerin katlandığınız nice maskaralıklardan uzağım. Sizin burjuva kalıplarınıza metelik vermem. Hepinize de içimden kıs kıs gülerim.” Evet, ağzı ile değilse de, sakalı ile böyle der, kendine için için böyle bir üstünlük böbürü yaratırdı. Onu bunca keyifli ve kendine güvenli yapan da bu olmalı idi.
SAKAL DEYIP GEÇMEYELIM
Evet, sakal deyip geçmeyelim. Sakalın çeşidi var. Keçi sakalı var, didon sakal var, kıvırcık sakal var, çatal sakal var, tahta sakal var, yanak sakalı var, favorinin azmanı, François Joseph’inki gibi boyun sakalı var, Rabelais’ninki gibi ya da çok daha sonra Soljenitsin’in moda edeceği türdeki… Celal Bey’i sakal bırakma yolunda kim, hangi örnek özendirdi diye çok düşünmüşümdür. Yaradılış bakımından onunla kolay özdeşleşebildiğim ve hele onun geçtiği yollardan, aynı liseden, aynı kültürden, aynı birikimden geçtiğim için, tahminlerim biraz daha kolaylaşıyor. Anatole France, ilk aklıma gelenidir. İlk yapıtları ile abartılı değerlendirilen, sonra Maurassisme’le1 Anarşizm arasında karar veremeyen bu yazar, sanırım, Fransız edebiyatındaki saygın yerini daha çok kendine yaraşan o beyaz sakalı ile sağlamıştır. Hazırcevaplık, spritüellik alanında Celal Bey’le çok ortak yanları olan oyun yazarı Tristan Bernard’ın uzun ve sevimli sakalı da, bu benzeşmeden ötürü Celal Bey’e çekici gelmiş olabilirdi. Nitekim dostlarından birkaçı da, rahmetliyi esersiz bir Tristan Bernard sayarlardı. Ama sade sakallarından ötürü değil, dünya görüşlerinden dolayı da, kendilerine öbür örneklerden fazla benzemek isteyeceği iki kişi daha vardı ki, bunlardan biri Karl Marx, öbürü de Fransızların babacan sosyalist lideri Jean Jaures’di.
Celal Bey’in sakal bırakma hevesine, bu aklıma gelenler dışında elbet kendi ailesi ve büyükleri içinde etken olan örnekler de bulunabilir. Mesela, Beşiktaş’taki Deniz Müzesinde sakallı bir portresi duran babası Hüseyin Hüsnü Paşa’ya benzeme hevesi ilk akla gelendir. Celal Bey’le hiç benzeşmeyen muhteris, atılgan, çok çelişkili Rıza Tevfik’in sakalının bile, salt biçimsel ve estetik yönden Celal Bey’in sakalına belli bir ilham verdiği olasılığı da yabana atılmamalıdır. Bütün bunlar benim tahminlerim. Zaten önemli olan da bu değildir. Sakalın Celal Bey’e yakışıp yakışmadığıdır. Onu tanımayanlara hemen söylemeliyim ki, elhak yakışırdı. Resmine bir bakmanız yeter. Ben onun gençliğini, sakalsız halini bilecek yaşta değildim. Kendisini tanıdığımda kırkının ortalarında idi. Ve sakalını yıllardır taşıyordu. Sakalsız yüzünü tahayyül dahi edemezdiniz. Sakal yüzünün öylesine ayrılmaz bir parçası olmuştu. Alnına dökülen kıvırcık saçları, kişilik sahibi uzun ve güçlü burnu, çocuksu bir parlaklık ve sıcaklıkla bakan neşeli gözleri, gür sakalının çevrelediği yüzüyle hem çelişkili hem uyumlu bir bileşim yaratıyordu.
SAĞLIK TAŞAN BIR İNSAN
Bir övüncü sakalı ve sakalının tutturduğu özgürlük şarkısı ise, bir başka övüncü de sıhhati, fizik gücü idi. Taşıt araçlarına hiç binmez, yaz kış asker postalları ile kilometrelerce yolu yaya yürürdü. Sınıf arkadaşı Matematik Profesörü Ali Yar’la yine sınıf arkadaşı Prof. İbrahim Hakkı Akyol’u birer eli ile tutup havaya kaldırdığına tanık olmuştum. Yurdun iki büyük bilginini birer eliyle havada tutabilmek, Sakallı Celal’e çok keyif vermişti. Bir keresinde de kısa memurluk dönemi sırasında, Aydın’da bir okul müdürü iken, okulun ek inşaatında hamallarla birlikte çalışmış, onları hayrette bırakarak, onların taşıyamayacağı ağırlıkları sırtlamış olduğunu duymuştum. Celal Bey, Bahriye Mektebi Nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Mektebi Sultani mezunu olduğunu sık sık unutup ve unutturup herhangi bir sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı. Ankara Vapuru’nun ünlü süvarisi Şefik Kaptan bana ön güvertede halatları saran sakallı bir çımacının kendisine Lamartine’in “Le Lac” şiirini ezbere okuduğunu anlatmıştı. Bu kadar güzel Fransızca bilen bu çımacıyı o güne kadar hiç görmediği için başçarkçıya sormuş, o da bu sakallı zatın İstanbul’dan İzmir’e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık istediğini anlatmıştı. Celal Bey’in, istese bu kadarcık parayı dostlarından borç alması işten değildi. Ama öyle esmiş, öyle yapmıştı. Böyle oyunlara bayılırdı.
BIR SOHBET USTASI
Ben onu aile dostumuz Halit Birsan Hoca’nın evinde tanımıştım. Oraya sık sık gelirdi. Ahmet Haşim, Ali Yar, İbrahim Hakkı Akyol da sınıf arkadaşları olurdu. İbrahim Alâettin ve Halil Nihat’la da yakın dosttu. Bekâr ve bakımsız hali, bu dostlardan evli olanların hanımlarını rikkate getirir ve onu sık sık yemeğe çağırırlardı. Sakallı Celal’in geleceği günler, yaşlı, genç tüm ev halkınca bir sevinç arifesi yaşanırdı. Çünkü Celal Bey gerçekten çok iyi bir konuşucu idi. Zeki idi. Spritüel idi. Her konuya kolayca girer çıkardı. Yaygın bir kültürü ve her çeşit insanı kavrayacak bir sunuş tarzı vardı. Bir indirgeme ustası idi. En soyut konuları çok çarpıcı somut örneklerle herkesin anlayacağı bir yalınlığa getirirdi. Konuşmalarını etkin yapan öğelerin başında da içtenliği gelirdi. İçtenliği bir, neşe ve sağlık taşan ışınımı iki. Güç beğenen Ahmet Haşim’e bile, “Celal’i dinlemek zevklerin en tatlısı ve hazların en mutenasıdır” dedirten de buydu. R’leri g’ye çeviren bir telaffuzu vardı ki, onu bu da ayrıca sevimli yapardı. Bu telaffuz bütün ‘clochard’ görünüm hevesine karşın bir yerde onun dadılı, matmazelli geçmiş çocukluğunun izlerini de faş ederdi.
HEM DERBEDER HEM TITIZ
Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar piyesindeki sevecen Lennie’si gibi, Celal Bey de fareleri severdi. Bunlara odasında ayrı bir köşe ayırdığı, inip çıkacakları merdivenler yaptığı, boş vakitlerde onlarla oyalandığı söylenirdi. Herkes muhabbetkuşu, kanarya, kedi, köpek beslemez ya. O da fare besliyordu. Bu özelliği anıldıkta hanımlar tiksinti ve korku mimikleri yaparlardı. Yaşamları dişi sırtlan gibi acımasız kadın arkadaşları, aç kurt gibi vahşi erkek dostları arasında geçtiği halde bunlardan korkmayıp da bir fare görünce korkan kadınlara herhalde Sakallı Celal de pek akıl erdirememiş olmalı idi. Bir başına yaşayan erkeklerin yüzde ellisi gibi, temizliğe pek özen gösterdiği savunulamazdı. Çamaşır ve gömleklerini giyebildiği kadar giydiği, kirlenince çıkarıp attığı söylenirdi. Bütün bunlara karşın çağrılı bulunduğu en temiz ve titiz sofralarda bile, ev sahiplerine sezdirmeden cebinden bir alkol ve pamuk çıkarıp gümüş çatal bıçakları onunla ovar, yemeğe öyle başlardı. Ev sahipleri de onun bu evhamını bildiklerinden gizli temizliğini görmezden gelir, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu gibilerden onun çelişkisine için için gülerlerdi.
PLATONIK BIR SOSYALIST
Sakallı Celal denince, onun hiç yanından ayırmadığı küçük valizini anmamaya olanak var mı? Bu küçük valizde sefertası bulunurdu, Fransızca günlük gazeteler bulunurdu, yeni çıkmış Fransızca bir iki kitap bulunurdu ve ölüm kalım parası olarak da Sakallı Celal’in belki tüm birikmiş parası olan dört bin lirası bulunduğu söylenirdi. Sakallı Celal, paşa babasının evinde matmazelle başladığı Fransızcasını Mektebi Sultani’de ilerletmişti. Fransız edebiyatını çok iyi bilirdi. Sevdiği şairlerin şiirini öğrencilik zamanının coşkusu ile ezbere okurdu. Salt Fransız edebiyatı mı? Türk edebiyatı, tarih, felsefe, sosyoloji, metafizik, güzel sanatlar üzerine konuşurdu. Konuşmasının şurasına, burasına, doğmaca espriler serpiştirerek, size nefis bir konuşma şöleni çekerdi. İyi bir aile eğitimi almış görgülü bir insan olarak, herkesin onurunu sakınan bir dikkati de vardı. Ateşli tartışmalara girdiği zaman bile ölçüyü kaçırmazdı. Bir ahbabı ona Sakallı Celal değil, “Celalli Sakal” adını koymuştu. Bu celalli halinde bile durmadan inip kalkan o koca sakalı, hiçbir zaman babacanlığını yitirmezdi. Celal Bey, sosyalizmin adını dahi anmanın tabu olduğu bir dönemden bu yana ilk sosyalistlerimizdendi. Başka türlüsünün insanım diyen insana yakışmayacağına inanarak, bunu bir böbür sorunu yapmadan, hiçbir gün gösterişe, tafrafuruşluğa kalkmadan, hiçbir örgüte bağlı olmadan ama inancında hep aynı kalarak, hiçbir ödün vermeden. Bir gün Sovyet Rusya’da düşünce özgürlüğüne karşı alınan bazı önlemlerden söz edilirken dayanamamış, “Bu ülke, dünyaya kağşı koca biğ sosyal savaş veğiyoğ ağkadaşlağ” demişti. “Oğada sefeğbeğlik bitmedi ki, sıkıyönetim kalksın.” Sakallı Celal’in tadına doyum olmaz söyleşileri uçup gitti. Ne yazık ki yeteneğinin kâğıt üzerine saptanmış bir belgesi kalmadı. O şimdi, kulaktan kulağa aktarılan anekdotları, nefis ve veciz esprileri ile anılageliyor. Onu hiç tanımamış kuşaklar da Sakallı Celal’i bu esprilerden öteye hiç bilmiyor. Bu esprileri burada yineleyecek değilim. Türk aydınlarını, “dümeni bozulmuş, karaya oturmak üzere Doğu’ya doğru giden bir gemide, arkaya doğru koşup Batı’ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara” benzetmesi, bunların en unutulmayanlarından biridir. Ulusal bahtsızlığımızı şu beş kelimeye sığdırması da, başka bir söz ve fikir ustalığıdır: “Bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
BOŞUNA AKAN PINAR
Sakallı Celal Bey’i ben hep sarp dağlar, gür ormanlar ve bozkırlar ortasında boşuna akıp giden bir pınara benzetmişimdir. Vurgulamayı lütfen boşuna sözü üzerine yapınız. Bence ziyan olmuş, eski deyimi ile heder olmuş bir değerdir. O, yurda yararlı olmanın yolunu zorlamamış, yurt da ondan yararlanmanın yolunu bulamamış, bilememiş, hatta teşebbüs bile etmemiştir. Bundan ötürü, varlığı ve değeri, yalnız onunla karşılaşabilen, onu tanıyabilen az sayıda insan tarafından bilindi, anlaşıldı. Bunlardan biri olabildiğim için kendi kendimi hep şanslı saymışımdır.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıÖlürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil
- Sayfa Sayısı256
- YazarHaldun Taner
- ISBN9789750835315
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ütopya ~ Thomas More
Ütopya
Thomas More
Ütopya, yorumları hâlâ birbiri ile çelişen, birbirini tamamlayan bir politik ekonomi klasiğidir. Karşımızda, o dönemde keşfedilmiş “Yeni Dünya”yı cennet olarak tasvir eden ikinci bir...
- Uygarlıkların Batışı ~ Amin Maalouf
Uygarlıkların Batışı
Amin Maalouf
“Uygarlıkların Batışı”, doğup büyüdüğü Lübnan’ın çokkültürlülüğünden beslenen ve bunun önemini her zaman dile getiren Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler ve Çivisi Çıkmış Dünya” ile başladığı...
- Granit ve Gökkuşağı ~ Virginia Woolf
Granit ve Gökkuşağı
Virginia Woolf
Granit ve Gökkuşağı, Virginia Woolf’un edebiyat, sanat ve biyografi üstüne yazılarından oluşan titiz ve derli toplu bir seçki. Yazarın ölümünden sonra kocası Leonard Woolf...