Ali Teoman’dan, zaman ötesi bir İstanbul’da cereyan eden, yeraltı dünyasının sırlarının anlatıldığı grotesk atmosferiyle çarpan, fantastik kişilerle şaşırtan, gerçeküstü olaylarla güldüren, ironiyle kara mizahın at oynattığı bir acaip masal; yazarın tabiriyle “bir melun ve mendebur roman”…
Ali Teoman’ın “Konstantiniyye Üçlemesi” YKY’de tamamlandı.
Çekimgücü yüksek bir roman: “Karadelik Güncesi”
Ali Teoman, tanıdık ama yine de tedirgin edici sanrılarla dolu bir dünyada uzun bir gezintiye çıkarıyor bizleri. Bu serüvende Dava Vekili İbrahim Nemrûd’la birlikte avukatlardan tellaklara, dervişlerden bahçıvanlara, psikanalistlerden yarı deli bilimadamlarına birçok karakterle tanışıp herbirinin öyküsüne kulak misafiri oluyoruz ve giderek belki de dava vekilinin yazgısının bu kent aracılığıyla bütün insanlığın yazgısına dönüştüğü bir sona doğru kaçınılmazcasına sürükleniyoruz.
Ali Teoman’dan, zaman ötesi bir İstanbul’da cereyan eden, yeraltı dünyasının sırlarının anlatıldığı grotesk atmosferiyle çarpan, fantastik kişilerle şaşırtan, gerçeküstü olaylarla güldüren, ironiyle kara mizahın at oynattığı bir acaip masal; yazarın tabiriyle “bir melun ve mendebur roman”.
*
Sedef kakma konsolun üzerindeki Çin mali dijital saat pazartesi sabahı tam 6’da kısa aralıklarla çalmaya başladığında, Dava Vekili İbrahim Nemrud boğuntulu karabasanlarla delik deşik rahatsız bir uykudan çoktan uyanmış, yatakta gözleri kapalı olarak sırtüstü yatıyor, haftasonu uyuşukluğundan sıyrılmaya çabalayan dev metropolün huzursuz sabah gürültülerini dinliyordu. Çocukluğundan kalma bir alışkanlıktı bu. Sabah karanlığına uyanmaktan hep nefret etmişti. Henüz küçük bir çocukken, okula gitmek için sabah erkenden kalkması gereken günlerde, annesinin onu kahvaltıya çağıran sesini duymazdan gelir, hiç olmazsa birkaç dakika daha yatağının koruyucu sıcaklığından kopmamak için gözlerini sımsıkı yumup uyurmuş gibi yaparak çevresini dinlerdi. Annesinin sabrı taşıp söylene söylene odasına gelmesine dek sürerdi bu tatlı ımızganma anları ve genellikle sertçe azarlanması, üzerindeki yorganın hışımla sıyrılıp alınması ve, eğer bu anlamsız bilmezden gelme oyununu sürdürmekte direnirse, saçı ya da kulağı çekilerek, hatta kimi kez tokatlanarak yataktan kaldırılmasıyla sonuçlanırdı. Kimi kez hayli tatsız sonuçlar doğurabilen bu tuhaf alışkanlığını, üniversitede hukuk öğrenimi görürken üç sınıf arkadaşıyla aynı evi paylaştığı yıllarda, daha sonra uzak bir taşra kentinde geçirdiği yedeksubaylığı döneminde ve nihayet evlilik yaşamında da tüm güçlüklere göğüs gererek sürdürmüştü. İlk dersleri kaçırması ona avukatlık diplomasına mal olmuş olabilirdi. Pek başarılı sayılamayacak zahmetli ve uzatmalı bir öğrenimin sonunda mezuniyet sınavını veremeyip, avukatlık yerine dava vekilliğiyle yetinmek zorunda kalmıştı. Sabah içtimalarına hep geç kalması yüzünden, askerliği boyunca aşağı yukarı tüm haftasonu tatillerini cezalı olarak garnizonda geçirmişti. Bu sıradışı sabah keyiflerinin evliliği üzerinde de olumsuz bir etkisi olup olmadığını sormaya başlamıştı kendi kendisine bir süredir. Ne var ki bu uyku ile uyanıklık arası sabah nöbetlerinin hiç bir yararını görmediği de söylenemezdi. Kırk yaşını yeni doldurmuştu ve bu kırk yıl süresince belki de en iyi öğrendiği şey, insanlar, hayvanlar ve taşıtları çıkardıkları seslerden ayırdetmekti. Bir körün olağanüstü gelişmiş duyma yetisiyle karşılaştırılabilecek bir beceriydi bu. Az önce duyduğu boğuk homurtu, sokağın birkaç kulaç altından geçen metronun sesi olmalıydı sözgelimi. Ondan hemen sonra, tekerlek gıcırtıları ve nal takırtılarıyla saka gelmiş, bakkala bir düzine büyük boy damacana bırakıp boşları alarak gitmişti. Gözlerini açmakla açmamak arasında kararsız kaldığı tam şu anda, birkaç sokak ötedeki Bozdoğan Kemeri’nin ana caddedeye bakan her iki cephesine kurulmuş dev mültivizyon ekranlarından yükselmekte olan iç gıcıklayıcı koto ezgisi eşliğinde, mahallenin topal attarı Hüseyin Efendi, elinde gergedan boynuzu bastonuyla sokağın aşınmış parke taşları üzerinde ağır aksak sekerek küçük ve izbe dükkânına doğru yürüyordu. İbrahim Nemrud bu gri ve soğuk temmuz pazartesisine uyanmamak için dijital saatin sinir bozucu bir tekdüzelikle yinelenen tiz sinyallerine çocukça bir bekiniyle elinden geldiğince direnmeye çalıştı. Nihayet sonu başından belli bu savaştan yorulup gözlerini isteksizce açtığında, perdeleri sımsıkı çekili yatak odasının naftalin ve lavanta kokulu loşluğu oldu onu karşılayan. Her sabah yaptığı gibi gözlerini tavana dikerek, son depremin ardından iyice belirginleşmiş olan tavan sıvasındaki kirli çatlakları izledi bir süre yattığı yerden bezgin bakışlarla. Eski bir coğrafya atlasındaki ırmaklar gibi dallanıp budaklanarak bütün tavanı kaplayan inceli kalınlı bu çatlakları artık ezberlemişti neredeyse; eline bir kâğıt alıp, hiç bakmadan tavanın ayrıntılı bir haritasını çizebilirdi. Çatlaklardan biri özellikle dikkatini çekmeye başlamıştı son zamanlarda. Perde kornişinin hemen üzerinden başlayan bu kılcal çatlak, bitkisel motifli kartonpiyeri yarıp gitgide derinleşerek tavanı bir uçtan bir uca çaprazlama kat ediyor ve yılankavi bir kıvrımla karşı duvardan aşağıya inip ahşap süpürgeliğin altında gözden yitiyordu. Bir gece geç saat ya da bir sabah tanyeri henüz ağarmadan, derinlerden gelen bir sarsıntıyla odanın bu çatlaktan yarılıp ikiye bölünüvereceği ve onun da yatağıyla birlikte, döşemede açılan bu geniş yarıktan aşağı, dipsiz, karanlık bir uçuruma yuvarlanacağı duygusuna kapılıyordu nedense kimi zaman ve bu tuhaf düşünce onu ürpertiyordu. Gayriihtiyari bir hareketle elini uzatıp yatağın boş duran sağ tarafını yokladı. O zaman anımsadı karısının üç ay kadar önce evi terketmiş olduğunu. Giderken, on bir yaşındaki oğullarını da yanında götürmüştü kadın. Bu ayrılığın üzerinden onca zaman geçmiş olmasına karşın, iki kişilik büyük bronz karyolada tek başına yatmaya hâlâ alışamamıştı İbrahim Nemrud; on beş yıllık birliktelikleri süresince olduğu gibi, ona ayrılmış olan bölgenin sınırlarını aşmıyor, yatağın bir süre öncesine dek karısına ait olan sağ tarafına geçmemeye özen gösteriyordu. Elinde değildi, mesleği gereği titizlikle savunmak zorunda olduğu hak ve mülkiyet ilkelerini özel yaşamında çiğneyemezdi. Bu tatsız anılar biraz kendisine getirmişti onu. Gözlerini ovuşturarak ağır ağır doğrulup yatağın kenarına oturdu. Konsolun üzerindeki dijital saat hâlâ aynı kararlılıkla çalmayı sürdürüyordu. Saati susturduktan sonra, gri linolyum zemine basan, koyu renk yün çoraplar içindeki taraklı ve şişkin ayaklarına baktı. Genellikle yaptığı gibi, önceki gece pijamasının paçalarını çoraplarının içine sokarak yatmıştı. Soğuğa karşı aldığı bir önlemdi bu. İri gövdesinin kalın bir kıl örtüsüyle kaplanmamış tek yeri olan el ve ayakları öteden beri çabuk üşürdü. Apartman yönetim kurulunun aldığı karar gereği, kalorifer gece saat 10’da söndürülüyordu. Elektrikli ısıtıcılar aşırı sarfiyata yol açarak aylik elektrik faturasının kabarmasına neden olduğu için, en iyi çare sıkı giyinmekti. Homurdana homurdana banyoya doğru yürürken, neredeyse bir haftadır giyilmekten teri emerek keçeleşmiş olan çoraplarının gevrek sertliğini hissetti ayaklarında. Yüzüne birkaç kez su çarptıktan sonra, lavabonun üzerindeki aynalı banyo dolabından tıraş takımını çıkardı. Fildişi saplı usturasını duvardaki çengele asılı deri kayışta bilerken, aynadaki görüntüsüne takıldı gözü ve kendini tanımakta zorlandı bir an. Aynadan ona bakan bu yüz, bir başkasının, bir yabancının yüzüydü sanki. Son zamanlarda aynaya her bakışında bu tuhaf duyguya kapılıyordu. Oysa her sabah tiraş olurken gördüğü surattı bu. İri bir kaya ya da kütük parçasından yontulmuş olduğu izlenimi veren, dikdörtgen biçimli bir kafası, basık ama geniş bir alnı ve ileri doğru çıkık, köşeli bir çenesi vardı. Hemen hemen boyunsuz olduğu ve hafifçe kambur durduğu için, bu kunt kafa, etli omuzlarının arasına gömülmüştü. Eğri büğrü bir patatesi andıran kırmızımsı burnu, geometrik yüz çizgileriyle keskin bir çelişki oluşturuyordu. Dudakları ise, burnunun tersine, ince ve renksizdi. Samur fırçayı tıraş sabununa sürterek iyice köpürttükten sonra, macun kıvamına gelen beyazımsı köpüğü yüzüne yaydı ve sabunun sakal diplerine işleyerek sert kılları yumuşatması için bir an bekledi. Kalın parmaklarının arasında her an kırılıverecek cam bir biblo gibi tuttuğu fildişi saplı usturayı sessiz bir besmeleyle yüzüne değdirirken, ona şimdi bunca yabancı gelen bu suratın, gençlik yıllarında neye benzediğini anımsamaya çalıştı. Kolay değildi bu. Belleğini epeyce zorlaması gerekti yirmili yaşlardaki halini gözünün önüne getirebilmek için. Hâlâ eskisi gibi gür olan kısa kesilmiş kumral saçları, son yıllarda özellikle şakaklarında enikonu kırlaşmaya başlamıştı. On yıl kadar önce, saçındaki ilk akı keşfettiğinde, canı sıkılmıştı biraz; ama sonra, akların sayısı her geçen gün artarken, yavaş yavaş alışmıştı bu duruma. Kir saçların onu daha olgun gösterdiğini düşünerek avutuyordu kendisini. Teni, gençliğe özgü o sağlıklı parlaklığa ve kaygan puruzsüzlüğe hiçbir zaman sahip olmamıştı gerçi, gençken de yaşından büyük göstermişti hep, ama en azından alnındaki kırışıklıklar yoktu o zamanlar. Şimdi bir baştan bir başa inceli kalınlı çizgiler katediyordu bu geniş ve basık alnı Aradan geçen zamanda fazlaca somurtmuş, kaş çatmış olmalıydı. Eskiden de çok neşeli bir insan değildi, ancak son yıllarda iyice unutmuştu gülmeyi. Değişmeye çalışmıştı, ama başka turlusü gelmemişti elinden. Ayrıca zamanla, ağzının iki yanında, burnundan çenesine doğru inen derin çizgiler oluşmuş ve ağzı, kurumuş ırmak yataklarının çevrelediği çorak bir tepecik gibi, hafifçe ileri doğru fırlamıştı. Yoğun iş temposu nedeniyle yıllardır gece geç yatıp sabah erken kalktığı için, yorgun gözlerinin çevresinde mor halkalar vardı. Zaten hayli kuçuk olan çipil gözleri, bu yüzden daha da kuçulmuş, yuvalarına batmış gibiydi. En son ne zaman bir hafta ya da daha uzun bir süre tatil yapmış olduğunu anımsayamıyordu. Keskin bir acıyla irkilerek geri çekildi birden. Acıyan yere dokununca. parmağına bir damla kan bulaştı. Aynaya baktığında, dudağının hemen üzerinde, ince, kırmızı bir çizginin yavaş yavaş kabarmakta olduğunu gördü. Dalgınlıkla usturayı kaçırmış. dudağının üstünü hafifçe kesmişti. Yüzünü ekşiterek yaraya baktı. Son günlerde giderek daha dalgın olmaya başlamıştı. Sürekli ufak tefek sakarlıklar yapıyor, birşeyleri kırıyor, birşeyleri unutuyordu ve hiç hoşuna gitmiyordu bu durum. Beceriksizlik ve dikkatsizlikten hep nefret etmişti. Başkalarında kınadığı bu tür sinir bozucu davranışları şimdi kendisinde görmek, dehşete düşürüyordu onu. Elinden birşey gelmiyor…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKaradelik Güncesi
- Sayfa Sayısı600
- YazarAli Teoman
- ISBN9789750824272
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nıver ~ Niver Lazoğlu
Nıver
Niver Lazoğlu
Gönül telinin bestekârının yüreğiyle ilmek ilmek dokunan bir kitap… Yaşamı anlamlı kılan nedir ki? Sadece nefes alıp vermeye denir yaşamak? Bir yüreğe dokunmak, bir...
- Huzur Sokağı ~ Şule Yüksel Şenler
Huzur Sokağı
Şule Yüksel Şenler
Huzur sokağı bir roman klasiği… Satış rekorları kırmış, her yaştan ve her kesimden onbinlerce insanımız tarafından aynı ilgi ve heyecanla okunan bir eser olarak...
- Canistan ~ Yusuf Atılgan
Canistan
Yusuf Atılgan
Yusuf Atılgan’ın tamamlamadan bıraktığı üçüncü romanı Canistan, ölümünden çok sonra, ilk kez 2000 yılında yayımlandı. Romanın coğrafyası yine Manisa; ama bu kez dönem farklı. Anadolu’nun işgal edildiği, direniş çetelerinin kurulduğu yıllar, anasını bırakıp köylere, çiftliklere çalışmaya giden çalışkan, işbilir köylü çocuğu Selim…