Selçuk Baran’ın ikinci öykü kitabı “Anaların Hakkı” (1977) 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Dokuz öyküden oluşan kitapta Selçuk Baran çaresizliklerin, umutsuzlukların, acıların mutluluklarla, umutlarla yan yana yaşadığı, çürümeyle yeşermenin iç içe geçtiği bir toplumda, sınırlarını kendilerinin çizdiği küçük dünyalarında ömür tüketen insanların fırtınalı dünyalarına ustaca sokuluyor.
Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“Bir zamanlar pek içli dışlı olduğu gündelik yaşantısı, ondan kopup gitmişti. Ancak yeni öğrendikleriyle biçimlenebilecek, saydam, ağırlıksız bir maddeydi çevre. Üzerine hiçbir şey çizilmemiş kocaman bir cam parçası….”
*
Çardak
Zehra, Osman’ın bir eline takım-taklavat çantasını, ötekine de yarim gaz tenekesinden yapılma maltızı verdi. Tahtası iyice kararmış kapının ağır kol demirini kaldırırken de kirpiklerinin altından belli etmeden Osman’ı süzdü. Gözleri doyuran bir adamdı Osman… Boyu ortanın üstünde, yapısı inceydi. Dik, geniş omuzları, gelişmiş kaslarıyla olduğundan da iri dururdu. Sarı gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı. Çıplak kollarında kasları, bileklerine yüklenen ağırlıktan ötürü kıpır kıpırdı. Uzun kara tüyleri, arada, yel vuruyormuş gibi ürperiyordu. Zehra’nın gözleri, Osman’ın sarı gömleğinin açık yakasından görünen göğsüne, boynuna, oradan da ileriye doğru çıkık, güçlü çenesine, biçimli dudaklarına, bıyığına doğru gitti. Osman, ceketinin bir yanını omzuna atmıştı; öteki yanı sırtından aşağıya doğru sallanıyor, boş kolu bacaklarına iniyordu. Öylece, ceketi omzundan kayıp düşmeden, saatlerce yürür, yokuşlar iner çıkar, kalabalık kaldırımlardan geçerdi Osman… Süslü Osman… Adı öyle çıkmıştı mahallede. Gerçekten süslü olduğundan değil… Zavallının parası mı vardı süslenecek? Alt ucu, çatıların çevrelerini saran yağmur oluklarını, eski sobaları falan onarır işte. Ama ne giyse yaraşırdı Osman’a. Zehra’nın elceğiziyle diktiği kötü gömleği sırtına geçirdi miydi, aşağı kentin boyunbağlı memur beylerinden daha alımlı olurdu.
Zehra, kapıyı Osman’ın ardından kapatırken, hafifçe içini çekti. Ağır kapı, ölüm gibi girmişti aralarına. Sanki kapının ardında sabah güneşi içindeki aydınlık sokak değil de, dipsiz bir kuyunun karanlığı vardı. Osman, o karanlığa dalıp gidecek, bir daha da dönmeyecekti. Kapının ardı hiç böylesine yabancı gelmemişti Zehra’ya. Eşiği aştın mı korku başlıyordu. Korku, Zehra’yı bekliyordu. Yüksek taş duvarların, kapalı kapının sağlam sürgülerinin berisinde bile, ötelerin sırtına sırtına vuran ağırlığını duydu.
Zehra, arkasında bu koca yükle çardağın altındaki masaya doğru yürüdü. Sofra muşambasının üzerine yayılmış zeytin çekirdeklerine, kirli çay bardaklarına iğrenerek baktı. Sofrayı toplamaktan vazgeçip, taşlığın güneşli yerinde boş makaralardan, kibrit kutularından kuleler yapmaya uğraşan çocuklarına yanaştı; çömeldi; kollarını iki yanına açarak çocuklarını kucakladı. Biri dört, öteki altı yaşlarındaki iki kız, oyunlarını bırakıp analarına sokuldular. Leblebi tanem… bulgur tanem…. mercimeğim.
Zehra, kızlarının boyunlarına, yanaklarına, tozlu, kuru yapraklar gibi kokan saçlarına yüzünü sürdü. Birbirine karışmış üç gövde, çığlıklar atarak koklaşıyor, öpüşüyordu. Bir ara Zehra dengesini yitirip yere yuvarlanınca, çocuklar üzerine çıkıp oynaşmaya başladılar. Kahkahaları, çığlıkları birbirine karışıyordu. Zehra güçlükle doğruldu. Çocuklarının ardlarına birer şaplak atarak:
Yetti artık arsızlar, diye şakacıktan azarladı onları. Yüz vermeye gelmez sizlere. Yapıştınız mı bırakmazsınız. Elin adamına da böyle yaparsanız vay halinize!
Çocukların ellerine süzgeçli bir teneke vererek kendini kurtarabildi. O, masasının üzerini toparlarken, kızlar, ağır kovayı sürüye sürüye taşlığın üç yanını çeviren sarmaşıkları, teneke kutulara dizili sardunyaları, küpe çiçeklerini, fesleğenleri suladılar. Çardak mis gibi toprak, ekşi sardunya yaprağı, fesleğen koktu. Yüreği hızla çarpmaya başladı Zehra’nın… Bu kokuda ona öz kanı gibi yakın, gene de ne olduğunu kestiremediği, belki de önündeki uzun, hiç bitmeyecek kadar uzun yılların yavaş yavaş sunacağı bir sürü güzel, iyi şey saklıydı. Sanki Zehra, bu kokuyla dünyanın bütün güzelliğini, büyüklüğünü kucaklardı da, gene bomboş kalırdı kolları. Sabırsızlık, bir tıkanıklık yüklerdi yüreğine. Zehra, hiç tatmadığı bir şeye çok, daha çok kanmak sonra da onu gücü kalmamışçasına tüketmek, son bir gayretle yok etmek isterdi. Deminki korkusu geçmişti. Gündelik yaşantının güven verici tekrarları başlamış, o çok iyi tanıdığı ayrıntılar, bilinmeyen tehlikelere karşı koruyucu duvarlarını örmüştü. Hafiften bir türkü mırıldanarak sofrayı toplamaya başladı. Güneş yükselmişti. Çardağı çevreleyen yapraklar, taşların üzerine koyu gölgeler seriyor, arada kalan güneşli parçalarla gölgelerin kesiştiği yerlerde saydam, zaman zaman renklenen ışık yuvarlakları oynuyordu. Yaprakların arasından sızan güneş ışığının bu garip oyununu seyrederken, bir dere dibinin yosunlu çalkantisına bakıyormuşçasına başı dönerdi Zehra’nın.
Çardağı seviyordu. Çardağın doya doya keyfini sürdüğü ılık, güneşli günleri seviyordu. Kış hiç gelmese… Kışı düşününce durup dururken ağlamaklı oldu. O esintili, ıslak günlerde çardak, çıplak tahta direkleri, artık yaprakların, pembe, mavi çiçeklerin sarılmadığı ipleriyle, perdesiz odalarından kimsesizliğin ve hüznün baktığı yıkılmaya bırakılmış boş evlere benzerdi.
Islanan yanaklarını eteğinin ucuyla sildi. Neden ağlayıverdiğini düşünmeye korkuyordu. Evet, kış günleri kötü ve berbat olacaktı. Gerçi aylar vardı daha… Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçecekti güneşli günler. Sonra kara dumanlar her yanı, güneşli sokakları, Zehraların küçük evlerini örtecekti. Zehra da çocukları da, çardağın çiçekleri gibi kara dumanların altında boğulacaklardı.
Başını örtüp kovaları aldı, dışarı çıktı. Yokuşun alt başındaki çeşmeye doğru yürüdü. Çeşme başında Nuriye ile Fatma’yı görünce canı sıkıldı. Bir süredir kızlar, bir tuhaf olmuşlardı. Zehra’yı görür görmez birbirlerini dürtüp gülüşüyorlar, o yaklaşınca susuveriyorlardı. “Kafalarına kafalarına vurmalı edepsizlerin” diye geçirdi aklından. Ve kızlara yüz vermemek için suratını astı, çeşmenin az berisinde durup ötekilerin işlerini bitirmelerini bekledi. Gene de Nuriye’nin çenesi durmadı:
Osman Abimin sarı gömleği pek güzeldi. Geçerken gördük de… Sen mi diktin? Eline sağlık…
“Bu kaynanam bakışlı, sözü döndürüp dolaştırıp nerelere getirmek ister ki” diye düşündü içinden Zehra. Nuriye yirmi üçündeydi, doğru dürüst kısmeti çıkmamıştı daha.
Abim?
Yok, ben dikmedim, dedi Nuriye’nin yüzüne bakmadan. Sen dikmedin mi? Bak sen… Ya hazır mı aldı onu Osman
Hazır almıştır zaar.
Kaça aldı ki? Bir soruver be Zehra! Kardeşime alacağız da… Olur. Osman Abin akşama gelsin, sorarım.
Fatma yüzünü çeşmenin yanındaki atkestanesinden yana çevirmiş, ağacı ilk kez görmüş gibi, bakışlarını kestanenin gövdesinden ayırmıyor, gülmemek için dudaklarını ısırıp duruyordu. Nuriye’nin kovaları dolunca, Fatma kendininkileri de aldı, Nuriye ile birlikte çeşmebaşından ayrıldılar. Köşeyi döner dönmez kıkırdamaya başladılar.
Zehra, kovaların dolmasını güçlükle bekledi. Sonra da önündeki dik yokuşa aldırmadan ağır kovalarla hızlı hızlı yürüdü. Küçük önemsiz olaylar, saflıkla ağızdan kaçırılan cümlecikler, ya da inadina sezdirilmeye uğraşılan gerçekler karanlık, uğursuz bir anlam kazanmaya başlamıştı. Korku, bir adım gerisindeydi Zehra’nın. Pençesini Zehra’nın göğsüne dayamak için Zehra’nın sendelemesini bekliyordu. Can havliyle kapının mandalına asıldı. Kovaları içeri alıp kapıyı kapadı. Demir sürgüyü indirdi. Soluk soluğaydı.
O akşam Osman, kıyma, bir şişe de şarap getirdi eve. Zehra köfte, patates kızarttı, bol soğanlı ekşili bir de salata yaptı. Osman böyle akşamlarda masaya oturmaz, taşlığa kilim serdirir, sırtını kör kuyunun taşına dayar, Zehra’nın özene bezene donattığı sininin üzerinde yerdi yemeğini. Osman’ın demlenmesi uzun sürdüğünden, çocuklar daha önce yiyip yatmışlardı. Zehra, Osman’ın dizinin dibinde oturuyordu. İçince çokluk geveze olurdu Osman. Çocukluğunu, askerliğini, oluklarını onardığı evleri, karşılaştığı insanları, damların üstünden bir başka görünen kenti anlatırdı. Ne garip şeyler geçerdi Osman’ın başından… Hiçbiri inanılacak gibi değildi. Besbelli uyduruyordu.
Ama Osman bu akşam suskundu. Arada Zehra’nın dizlerini okşuyor, dalgın dalgın gülümsüyordu. Mutfak camından vuran ışıkta yüzü çocuksu, utangaç ve mutluydu. Zehra, eteğinin kucağındaki kıvrımlarıyla oynadı bir süre. Sonra Osman’a bakarak sordu:
O sarı gömleği nereden aldın?
Kısa bir susuş… Osman, karısına baktı. Zehra’nın başı gene önüne eğilmişti.
Neden sordun?
Hiiiç… Hani gömleklerini hep ben dikerdim de… Çeşme başında Nuriye de sorduydu. Pek beğenmiş Nuriyegiller sarı gömleğini. Memet’e de alacaklarmış… Şu sümüklüye.
Çeşmebaşında karılarla yarenlik etmek de nereden çıktı? Tövbe… Yarenlik neresinde bunun? Kulağımıza tıkaç sokup ağzımıza da kilit vuracak değiliz ya!
Osman’ın gömleğinden size ne, diyemedin mi? İşiniz gücünüz yok da elin adamını mı gözlüyorsunuz, diye soramadın mı?
Böyle laflar bana düşmez artık Osman… Kocasına sahip çıkandan da gel, derler. Arkamdan gülüverirler.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıAnaların Hakkı
- Sayfa Sayısı96
- YazarSelçuk Baran
- ISBN9789750847578
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Billur Köşk Hikâyeleri ~ Kollektif
Billur Köşk Hikâyeleri
Kollektif
Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına....
- Perviz ~ Celal Nuri İleri
Perviz
Celal Nuri İleri
Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nde bu kez Türk edebiyatında fantastiğin izleri sürüldü. Celal Nuri İleri’nin 1916’da kaleme aldığı Perviz’de, modernleşme sürecindeki edebiyatımızda o zamana kadar kullanılmamış...
- Küçük Prens ~ Antoine de Saint-Exupery
Küçük Prens
Antoine de Saint-Exupery
Altı yaşındayken Gerçek Öyküler adlı, balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boğa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu. Resmi...