Yavru Ceylan’ın kahramanı Eszter, kırsal Macaristan’ın acımasız koşullarında, yoksul düşmüş seçkin bir ailenin çocuğu olarak yetişmiştir.
Hayatını aşağılanma ve yoksulluğu tanıdığı çocukluk yıllarından başlayarak, kronolojik olmayan bir dizi iç monologla anlatır. Hem toplumsal hem duygusal anlamda bir dışlanmayı yaşamış, ayakta kalmak ve sevgi için sürekli ama karşılığı alınmamış bir mücadele vermiştir. Şimdi zengin,başarılı, ünlü ve sevilen bir aktristir. Acılarının nedenini anlamak ve meydana çıkarmak için geçmişini didiklemektedir. Olaylara her şeyi yaşamış ve hiçbir şeyin kendisini şaşırtamayacağı biri gibi, rahatsız edici bir soğukkanlılıkla uzaktan baksa da, kalbinde her sözünün her hareketinin ortaya koyduğu tek bir duyguya yer vardır: hınç. İçine attığı ve bütün hayatına ölümcül bir zehir gibi bulaşan bir hınç. Sonunda yakaladığı sevgi de bu hınç tarafından gölgelenecektir.
Roman bize Eszter’in hikâyesi aracılığıyla –dünyanın o kesiminde yaşayan insanların birçoğu üzerinde yıkıcı etkileri olan, birçokları için karakter bozuklukları ve kişisel trajedilere yol açan- iki savaş arası yılların ve 1950’lerin Macaristan tarihi ve toplumunun canlı bir görünümünü sunar. Eszter karakterini oluşturan etmenler onu çevreleyen dünyayla bağlantılı olarak keşfedilir ve onun yaşadığı tarihsel ve toplumsal bağlamla ilişkilendirilir.
1.
Daha önce gelmek istiyordum, ama Gyurica’yı beklemek zorunda kaldım. Sen de bilirsin ki her zaman, her yere geç kalır. Saat 9’da geleceğini söylemişti, dış kapıdan girdiğini gördüğümde ise saat 11’i geçiyordu. Gyurica’yı herkes, elindeki doktor çantasına rağmen, eğitmen ya da dergi satıcısı sanırdı. Avlunun ortasında durdu, gözlerini kırpıştırarak onu çağırdığımız 39 numarayı aradı. Kadınlar onu gördüklerinde, koridorda kaçışıp kapılarını kapattılar. Numarayı bulduğunda derin bir soluk alarak alnını kuruladı, Gizike’den bir bardak su istedi. Ayağıma gelince az yürümemi ve kompres yapmamı, önemli bir şey olmadığını söyledi. Yine de yarın akşama kadar ağaçtan aşağı atlayabilecek kadar iyileşmesi imkânsız. Yukarıdan aşağıya, yukarıdan aşağıya, taşıyorum onları yukarıdan aşağıya.
Gyurica, senden hiç bahsetmedi. Saygısından değil, artık konuşacak bir şey olmadığından. Ne diyebilirdi ki? Yuvarlak masanın yanında dimdik oturmuş, ellerini bir ev kadını edasıyla kucağında birleştirmiş Gizike’den gözlerini ayırmıyordu. Gyurica kalktığında Gizike, leğene su döküp temiz bir havlu çıkardı.
Yatağı düzeltmiştik ancak ortalıktaki eldivenlerimle çantamdan geceyi burada geçirdiğim belliydi. Józsi’nin bastonuyla kapüşonlu yağmurluğu kancada asılı, tıraş fırçasıyla sabunu da lavabonun üzerindeki raftaydı. Ben, Gizike’nin büyük çiçek desenli sabahlığıyla otururken Gizike çoktan siyah elbisesini giyinmiş, Gyurica geldiğinde önlüğünü ve başlığını ütülemekteydi. Ayağımı muayene ederken Gizike’nin üç renkli büyük kedisi, avludan içeri zıpladı ve pantolonunda tüyler bırakarak Gyurica’nın bacaklarına süründü. Gyurica gittikten sonra Gizike, leğeni sanki bulaşıcı bir şey varmış gibi kuvvetle fırçaladı.
Aslında gece Margit Adası’nda kalmaya niyetliydim. Juli ikindi ayinine gittiğinden evde yalnızdım. Büyük Otel’e gideceğimi bildiren bir not yazıp, çantamı hazırladım ve bir taksi çağırdım. Açıkhava Tiyatrosu’nun önünde arabayı durdurup parasını ödedim. Tam içinden müzik sesleri yükselen otele girecekken masaların üzerindeki mavi tenteleri toplamaya başladılar: Güneş batmıştı. Önümde çevirdikleri kollarla mavi tente yavaşça toplanmaya, onu tutan madenî çerçeve katlanmaya başlamıştı. O anda gözüm, döşemecinin karşımızda yaptığı yamaya takıldığında tenteyi yırtan fırtınanın kokusunu duydum ve kendimi seninle birlikte kalın camların ardından yağmurun yağışını, şimşeklerin çakışını seyrettiğimiz o restoranda hissettim.
Şehir merkezine geri döndüm. Eve geldiğimde Gizike merdivenin tepesine oturmuş, eteğini özenle dizlerine örtmüş beni bekliyordu. O gün izinliydi ve gece kendisinde kalmam için beni almaya gelmişti. Olanlardan çok fazla bahsetmedik. Gizike başkentin, bütün evlerinin kapıları ortak bir avluya açılan çirkin konutlarından birinde oturuyordu ve evinin kapı numarası 39’du, ancak çatıya çıkan merdivenin yanında 60 numara da vardı. Neredeyse her kapının yanında çengele asılı bir kuş kafesi bulunur, çocukların avludan bağrışmaları gelir, pencerelerden yemek kokuları yayılır ve ortak tuvaletlerin kapısı hiç kapanmazdı.
Gizike’nin evine girerken kapının önündeki çöp tenekesine ayağım takıldı ve yarım saate kalmadan bileğim şişti. Gizike taze kaymaklı çörek yapmıştı, yemeğimi yatakta yedim. Odadaki iki yataktan sadece kendisininkini açmıştı ve orada Juszti’nin çok genç, elinde bir mersin buketi tutan, gözlerini yere dikmiş gelinlik fotoğrafının altında beraber uyuduk. Gizike’nin Jozsi’yi nereye gönderdiğini sormak istemedim.
Gece neredeyse hiç uyumadık, ayağım ağrıyordu. Gizike kompresi değiştirmek için sık sık kalktı. Sabah doktora telefon etmek için bakkala indi, gerisini sen de biliyorsun. Gyurica gidince, Gizike bir taksi çağırdı, kendisini Hattyú’ya yüz metre kala meydanda bıraktıktan sonra devam ettim. Giriş kapısının önünde oturan çiçekçiler, bana seslendi ama sonra rahat bıraktılar. Tuhafiyeciden bir düzine firkete satın aldım; benimkileri yine etrafa saçıp kaybetmiştim. Kapıdan içeri süzülecekken bahçe duvarını arsızca aşan çiçekli bir ağacı görüp girmekten vazgeçtim. Dün ya fark etmemiş ya da dikkatle bakmamış olacaktım ki, kan kırmızısı çiçeklerle yüklü boruçiçeği sarmaşığını ilk defa bugün gördüm.
Boruçiçeği sarmaşığının ne olduğunu biliyor musun?
Babam olsa bunun botanikteki adını söylerdi, ben de biliyordum bir zamanlar, bir ara aklıma gelir. Köves Sokağı civarından geçmiş olsaydın çiçekleri küçük bir gramofon borusuna benzeyen, şekilsiz ama inatçı, hep yukarılara tırmanan bir sarmaşık olduğunu sen de bilirdin. Angela’ya ilk gittiğim gün, tek eliyle parmaklıklara tutunmuş, dudaklarının arasında kırmızı bir boruçiçeği, dikkatle gelişimi bekliyordu.
Her neyse, giriş kapısından girmeyip şapele doğru yürümeye devam ettim. Biraz topallıyordum ama ayağımda Gizike’nin ayakkabıları vardı; ayağı benimkinden büyük olmasına rağmen yine de sıkıyor, parmaklarım zonkluyordu. Şapele girer girmez ayakkabıyı çıkarıp, ayaklarımı dua sırasının altına soktum, taşın soğukluğu iyi gelmişti. Benden başka içeride
Aziz Antal heykelinin önünde diz çökmüş, dudakları kıpırdayan yaşlı bir adam vardı ve ellerini, Pipi’nin Jan Dark’ta” yaptığı gibi birleştirmişti: Gözle görülür bir içtenlikle dua ediyordu. Duasını bitirdikten sonra kumbaraya bronz bir 20 fillér attı. Kiliseden çıkmasıyla ağlamaya başlamam bir oldu.
Vanya en çok uzun ahenkli hıçkırıklarla ağlayışımı sever. Nasıl ağladığımı ve inlediğimi asıl şimdi duymalıydı. Beni ağlatan neydi bilmiyorum ama sen değildin, sanırım şapelin loş ortamıydı; en son ne zaman kiliseye gitmiştim hatırlamıyorum bile. Mihrabin kandili titriyordu, Meryem Ana sunağında iri taçyapraklı sarı güller vardı. Kilisede olmak çok güzeldi, tarif edilemeyecek kadar güzel. Eğer Tanrı’ya ya da herhangi bir şeye inanıyor olsaydım, kendimi bu kadar iyi hissetmeyecektim. Çünkü o zaman O’ndan bir şeyler ister, şikâyet eder ve yalvarır, hatta karşılığında vaatlerde bulunurdum. İnanmayınca hiçbir karşılık beklemeden doyasıya ağlayabilirdim, yardımın gelmeyeceğini biliyordum, gelmesini dilemiyordum da; dua etme yeteneğim olsa bile boşuna zahmet; bu durumda bundan sonra nasıl daha iyi bir insan olacağımı, neden yalan söylemeye mecbur kaldığımı, üzerimdeki tüm yükü göklere havale ettiğimden dışarı kızarmış bir burunla ama hafiflemiş bir şekilde çıkmayı düşünmem gerekmiyordu. Hayır, tüm yüküm içimde kaldı, sadece bir anlığına gevşemiştim ama sonrasında her şey daha da ağırlaşmıştı. Yine de orada bulunmaktan neden bu kadar zevk aldığımı açıklayamıyordum.
Kalkmak istediğim zaman Gizike’nin ayakkabılarını ayağıma çok zor geçirebildim; bağlarını bağlayamamıştım ama şişliğinden dolayı sandaletin bantları ayağımı o kadar iyi kavramıştı ki, çıkma korkusu kalmamıştı. Boruçiçeği sarmaşığının yanından geçmemek için büyük kapıyı dolanıp, yan…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYavru Ceylan
- Sayfa Sayısı192
- YazarMagda Szabó
- ISBN9789750852954
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Maya’nın Günlüğü ~ Isabel Allende
Maya’nın Günlüğü
Isabel Allende
Benim adım Maya Vidal, on dokuz yaşındayım, cinsiyetim kız, bekârım, sevgilim yok, ama fırsat çıkmadığından, yoksa kılı kırk yardığımdan değil, California’da Berkeley’de doğdum, Amerikan...
- Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru ~ Heinrich Böll
Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru
Heinrich Böll
İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Heinrich Böll, eserlerinde savaş dönemlerini, savaş sonrası yokluk yıllarındaki yurtsuzluk, işsizlik gibi konuları ve...
- Üç Köşeli Dünya ~ Natsume Soseki
Üç Köşeli Dünya
Natsume Soseki
“Sadece aklın istikametinde hareket edersen insanlardan uzaklaşırsın. Duygularınla hareket edersen sürüklenirsin. Ruhunu açarsan ve dilediğin gibi yaşamazsan sıkışırsın. Nasıl bakarsan bak, insanlarla yaşamak zordur.”...