Annesini erken yaşta kaybeden 14 yaşındaki Gina Budapeşte’de Fransız mürebbiyesi Marcelle ve general babasıyla rahat konforlu bir hayat sürerken İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine babasının kararıyla bir taşra şehrindeki yatılı kız okuluna gönderilir. Gina çok sevdiği babasının bu kararına anlam veremez, üstelik yatılı okuldaki disiplinli hayat da ilk günlerden itibaren onu canından bezdirecek kadar bunaltır. Artık tek amacı o okuldan, o taşra şehrinden kaçıp babasının yanına, Budapeşte’ye dönmektir. Ancak bir süre sonra babası kızına onu yatılı okula gönderme sebebini mecbur kalarak açıkladığında, büyük bir şaşkınlık yaşayan Gina artık çocukluktan çıkıp yetişkin olmasının zamanının geldiğini anlar.
“ ‘Abigail’ hem yürek burkan hem de büyüleyici bir roman.” – The New York Times Book Review
“Ustaca anlatılmış, göz kamaştırıcı bir hikâye.” – Elle
“Szabó bir analist sabrıyla, karakterlerine kendi yaralarını göstererek şifa bulmalarını sağlıyor.” Times Literary Supplement
1. Gina Yatılı Okula Başlıyor
Yaşamındaki beklenmedik değişim, bir bomba evini yakıp yıkmış gibi, onu her şeyden yoksun bırakmıştı.
Önce Marcelle gitti, tanıdığından beri matmazel diye hitap ettiği, on iki yıl boyunca yan odada yaşamasına ve onu eğitmesine karşın bir Fransız olarak asla düşünmediği Marcelle. O, bir mürebbiyeden, ücretli bir çalışandan daha fazlasıydı; varlığı zaman zaman aslında bir yabancı olduğunu unutturabiliyordu ama yine de küçük kızın iki yaşındayken kaybettiği annesinin yerini bütünüyle dolduramıyordu. Marcelle, Gina’nın açıkça söyleyemediği, yalnızca demek istediği ya da yalnızca kekeleyebildiği şeyi bile anlardı; neredeyse babası kadar yakın hissettiği anları olmuştu Gina’nın ona karşı. Marcelle’in sıla özlemi çektiği anlarda küçük kız bir şeyden yakınırsa, “Gina, mutlu olmalısın, çünkü seni herkesten daha çok seven baban yanında. Oysa ben, annemi babamı yıllar önce kaybettim ve bir zamanlar onlardan öğrendiğim anadilimle yaşamımı kazanmak zorundayım” diye karşılık verirdi. Yine de Gina’ların evinde yeni bir yuva bulmasının elbette ne kadar da iyi olduğunu, evlenmemiş bile olsa Vitay’ların yanında sanki bir ailesi, en azından bir çocuğu olduğunu eklerdide. Evden uzaktayken gerçek bir ana baba gibi özlenen biriydi Marcelle ve Gina kendisine iyi davranmasının ona para verdiklerinden değil, kendisini sevdiğinden kaynaklandığını biliyordu.
Şimdi artık Marcelle yok, Fransa’ya döndü. Babası, daha fazla kalamayacağını söyledi ve kuşkusuz haklıydı da; babası, zorunda kalmasaydı göndermezdi, çünkü onları birbirlerinden ayırdığında nasıl bir ilişkiyi kopardığını eğer o bilmeyecekse kim bilebilirdi? Savaş var, diye açıkladı General, Marcelle ve Gina’nın ulusları iki karşıt tarafta savaşıyor, bir Fransız kız evimizde daha fazla yaşayamaz. Yeniden barış olduğunda geri dönecek ve yaşamı bıraktıkları yerden sürdürecekler. Marcelle bütün eşyalarını götürmedi bile, yalnızca sandıklara koydu ve bodruma taşıttı.
Ama Mimó Hala, Fransız değil, Macar. Marcelle gitmek zorundaysa, niçin onu yatılı okula gönderiyor, eğitimini niçin halası üstlenemiyor? Onun kesinlikle sürekli bir denetim ve gözetim altında yaşaması gerektiğini düşünüyorsa, birlikte oturmalarını babasından istediğinde General yalnızca başını sallamıştı. Evde kalabilmek için her fırsata sarılmamış olsaydı, Gina’nın kendisi de Marcelle’in ardılının Mimó Hala olamayacağını, onun buna uygun olmadığını kabul ederdi; çünkü halasını ne kadar severse sevsin onunla dalga geçtiği de olur ve bazen on dört yaşıyla kendini, kırk yaşını aşmış bu dul kadından daha olgun hissederdi. Ama halasından da ayrılması gerektiği ortaya çıkınca onu da kaybedeceği düşüncesi, Mimó Hala karakterini yüceltip parlatmasına neden olmuştu. Onun kaybolan gençliğini koruma çabasıyla, her ortamda kendisiyle ilgilensinler diye her yeni modadan ya da kozmetik üründen mucize ummasıyla ne kadar dalga geçtiğini unutuvermişti. Mimó Hala’nın her perşembe öğleden sonra verdiği ve General’in tüm yakarışlara karşın katılmayı kabul etmediği o ünlü danslı çayların amacının, halasının öne sürdüğü gibi, küçük öksüz yeğeninin sosyal ortama alışması, insan içinde nasıl davranacağını öğrenmesi, dans edebilmesi için fırsat yaratmak olmadığını Marcell’le birlikte hemen fark ettiklerini de unuttu. Hayır, Mimó Hala aslında bu çaylı danslarda sırf kendini eğlendirmek, yeni elbiselerini, sürekli değişen saç modellerini göstermek, dans etmek ve mümkünse bir koca bulmak istiyordu, zaten bu nedenle de çoğunlukla Gina’nın babası, hatta büyükbabası olabilecek yaşta erkekleri ve yalnızca birkaç delikanlıyı kabul ediyordu. Ancak Marcelle, her ne kadar bir küçük hanımın yetişkinliğinde gerek duyacağı temel değerleri çaylarda ve dans sırasında öğrenemeyeceğini söylemekte ve kuaförü saçlarını kötü kesti diye Mimó Hala’yı gözyaşları içinde bulduğunda ona kızmakta şüphesiz haklıysa da yine de bir noktada yanılıyordu. Yaşam kuşkusuz onur ve disiplin gerektirir, ayrıca insanın başına gelenlere, neyin gerçek bir facia, neyin küçük bir dert olduğunu bilerek normal bir tepki verilmesini de; özellikle savaş dönemlerinde, her yerde on binlerce insan ölürken, beceriksizce kesilmiş bir tutam saçın ne önemi var gerçekten? Öte yandan Mimó Hala’nın o ünlü çaylarından birinde Feri Kuncz’la tanışmıştı Gina; teğmenin onun dışında neredeyse kabalık derecesinde kimseye bakmadığına tanık olmuş ve beklenmedik, belki de erken bir hediye olarak Feri Kuncz’a âşık olduğunu ve bir gün onun karısı olmak istediğini hem irkilerek hem de mutlulukla anlamıştı.
İlginç bir şekilde Marcelle, Feri olayına (babasına bahsetmeye asla cesaret edemeyeceği tek şey buydu) hiç de iyi gözle bakmadı. Halası, Gina ile teğmen arasında gelişen durumu fark ettiğinde daha anlayışlı çıktı. Mimó Hala, Gina’ya çiy gibi taptaze ilk aşktan daha masum, daha güzel bir şey olmadığını, evlilikle sonuçlanmasa bile anısının her şeyden daha parlak kalacağını ve kendisinin sevinerek bu saf, soylu aşkın koruyucu meleği olacağını açıkladı. Oldu da. Marcelle’e gelince, Feri’den hoşlanmamıştı, Feri olayından ise hiç mi hiç… General’in, Fransa’ya dönmesi gerektiğini kendisine bildirmesinden kısa bir süre önce Gina’yı, perşembe görüşmelerini, fısıldaşmalarını babasına anlatmakla tehdit etmişti, çünkü General sık sık ısrarla Gina’ya havai kardeşinin yerine, Fransız kızın göz kulak olması gerektiğini söylerdi: Subaylardan hiçbiri küçük kıza yaklaşmamalıydı, en az isteyeceği şey, birinin onunla flört etmeye başlamasıydı. Yol hazırlıklarıyla, ayrılıkla zihni meşgul olduğundan Marcelle hiçbir şey anlatmadı. Aslında anlatabilirdi de, çünkü Fransız kız ile Mimó Hala’dan sonra, şimdi teğmen de ortadan kaybolacaktı. Hem Budapeşte’de kalamayacağına göre Feri Kuncz’la nasıl ilişki sürdürebilir ki?
Marcelle yok, yarın Mimó Hala da Feri de olmayacak ve bir kuş tarafından alınıp götürülmüş gibi Atala Sokoray da yaşamından çıkacak. Bunu kabullenmesi hiç de kolay değil. Okul yaşına bastığından beri Atala Sokoray’ın adını taşıyan okula gitmişti, okulun her taşını, her köşesini bilirdi. Okulu başkentin eski, ünlü bir kız kolejiydi, öğretmenleri nitelikli ve çok geniş fikirliydi; Mimó Hala ne zaman bir ev balosu, Azize Barbara ya da Aziz Nikolas Günü’nü kutlamak için Gina’nın o gün derslerden affını istese müdire hanım hiç hayır demezdi, Gina’nın düzenli olarak tiyatroya ya da operaya gitmesi de doğaldı. General, oyuna –sezonluk biletleri olurdu– çoğu zaman artlarından gelir, Gina’nın Marcelle ve Mimó Hala’yla oturduğu locanın arkasında bir yere sokulurdu. Kapının açıldığı, hafif soğuk bir esintinin sırtına ve boynuna çarptığı, kırmızıyla kaplı koltuğun babasının oturmasıyla hafifçe gıcırdadığı o an, çoğunlukla izlediği dramadan ya da operadan daha mutlu ederdi Gina’yı. Arkasını dönüp gülümsediği yüz, kendi yüzüydü; General’in yüzünden, onunkine oldukça benzer kaşların altından bakan gri gözler, kendi gözleriydi. Gina’nınki kahverengi, General’inki kırlaşmış olsa da saçları da yapısıyla, inceliğiyle birbirinin aynıydı; yüz hatları, ağızları, dişlerinin şekli de birbirinden farksızdı. Baba kız –Gina’nın on dört yıllık yaşamında biri bunu bu kadar açıkça, bu kadar basitçe ifade etmese de– birbirlerini tutkuyla seviyorlardı ve ancak birlikte olduklarında dünyanın gerçekten tamamlanmış olduğunu hissediyorlardı. Bu yüzden, Marcelle’in gidişinden sonra taşrada bir okula gönderilme ve eğitimine orada devam etme konusundaki ani kararı ve normal şartlarda kendisinin her dediğini yapan babasının tüm yalvarmalarına kulak asmaması, hatta önceden kendisine hiç söz etmeden yazgısına karar vermesi ve kendisine yalnızca kararını bildirmesini anlamak olanaksızdı.
Herhangi bir açıklama yapsaydı, anlayabileceği, kabul edebileceği herhangi bir şey, alıştığı dünyadan koparılmasına katlanması daha kolay olurdu. Ama babası, Gina’nın kendi evinde, dört duvar arasında bir mürebbiyeden öğreneceği şeylerden daha fazlasını öğrenmesinin zamanının geldiğini, hem taşra havasının daha iyi olduğunu, çocuğuyla çok az ilgilenebildiğine göre, Gina’nın seçkin eğitimcilerin elinde olacağını bilmekten dolayı kendisini daha rahat hissedeceğini, artık bu konuda düşünmeye bile değmeyeceğini bildirdiğinde gerçeği söylemediği açıktı. Villaları Gellert Tepesi’nin yamacında Tuna Nehri’ne, şehre hâkim bir yerdeydi; hava, oradan, tepenin yamacından, devasa bahçelerinden daha sağlıklı nerede olabilirdi? Ve Marcelle’in ona öğrettiği hayat bilgisinden daha fazlasını kimden öğrenebilirdi? Daha mükemmel eğitimciler mi? Bir zamanlar çocuğu için en iyi okulu babasının kendisi seçmemiş gibi. Hayır, General şimdi gerçeği söylemiyor, yalnızca onu kendi yanından uzaklaştırmak istiyordu; bu, Mimó Hala’nın büyük olasılıkla haklı olduğundan başka bir anlama gelemezdi. Mimó Hala aylardır Gina’ya ağabeyinin değiştiğini, daha somurtkan, daha suskun olduğunu, görevinin iddia ettiği kadar zamanını almasının olanaksız olduğunu anlatıp duruyordu. İşin içinde kadın olmalı, Gina günün birinde General’in ansızın yeniden evlendiğini görecek. Yeni kadın Gina’yı kabul etmiyor olabilir mi? Babası yabancı bir kadını, kendi çocuğundan daha çok seviyor olabilir mi?
Bu konuda da babasının kızıydı, birkaç saatlik kısır yalvarıştan sonra birden sustu, hiçbir şey sormadı, şikâyet de etmedi bir daha. Kızını bir baba gibi değil de bir anne gibi tanıyan General, onun bu kararlı suskunluğunun ardında ne kadar incindiğini, nasıl umutsuz bir hüzün olduğunu anlamıştı. Çantasını da yolculuktan önceki öğleden sonra gözyaşı dökmeden, olay çıkarmadan hazırladı: Yanına o kadar az şey almasına izin verilmişti ki, Marcelle’in yardımı olmadan da çantasını hazırlaması uzun sürmemişti. Marcelle’in gidişinden önce, yeni okulunu belirlediği o taşra kentine giden babası, öğrencilerin orada özel formalarının olduğunu, çantasına iç çamaşırlarıyla sabahlık koymasının yeterli olacağını, diğer şeyleri oradan alacağını söyledi. Çantasını kapamadan önce gözlerini yavaşça odada gezdirdi ve en sevdiği oyuncağı olan benekli kadife köpeğini çantasına koydu, sonra fikrini değiştirdi, çıkarıp tekrar yerine koydu. Köpek de gelmesin, o yabancı dünyada değişim tam olsun! Ders kitapları, defterler, her şey tamamen yeni olmalı, şimdiye dek devlet okuluna gitmişti, şimdi ise kitapları, hatta kurutma kâğıtlarının bile farklı olacağı kilise okuluna gönderiliyordu.
O son gün veda ziyaretleri de yaptılar, önce halasına gittiler, sonra mezarlığa.
Mimó Hala gelme nedenlerini öğrenince sinir krizi geçirdi. Kısmen Gina’nın yanından uzaklaşacağına öfkelenmiş, kısmen de ertesi gün gideceğini o zaman öğrenmesine ve o dakikaya kadar kimsenin kendisine bir şey söylememesine… Gina bitmek bilmeyen sitemleri dinlerken kendini kötü hissetti, oysa bu konuda gerçekten elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kendisini neyin beklediğini babasından öğrenince teselli ve yardım için hemen halasına sığınmak istemiş ama başaramamıştı. Ona telefon etmek için antreye koşmuş, General yetişip ahizeyi elinden kaptığında altı numaranın tamamını çevirememişti bile. “Kimseye söyleyemezsin” demişti ve onunla her zamanki gibi değil de sanki Gina da asker ve emir bekliyormuş gibi konuşmuştu. “Mimó’ya seni ben kendim götüreceğim, ayrıca hiç kimseyle vedalaşmak yok, ne arkadaşlarınla ne tanıdıklarınla, hatta hizmetlilerle bile. Seni Budapeşte’den götüreceğimden bahsetmeyeceksin. El sıkışalım!” Elini uzattı ama babasının yüzüne bakamadı, yakınma fırsatı, veda anları, Feri’ye söylemek istediği allahaısmarladık sözü de elinden alındığı için fazlasıyla üzgündü.
Mimó Hala, ağabeyiyle ilk kez şimdi adamakıllı tartıştı. General’in kızı nereye götüreceğini söylemeye yanaşmadığı ortaya çıkınca (“Ona her dakika mektup yazarsın, paket gönderirsin, her hafta ziyaret etmeye kalkarsın. Hayır Mimó, sana söylemeyeceğim.”), Mimó Hala ayağa kalktı, geldiği için teşekkür etti, bir süre ağabeyiyle görüşmek istemediğini söyledi, sonra gözyaşlarına boğuldu, Gina’yı öptü ve gittikçe artan hıçkırıklarla koşarak odadan çıktı. Evi o kadar aceleyle terk ettiler ki, Gina’nın Feri’ye iletmesi için halasına bir mesaj fısıldayacak zamanı bile olmadı. Bu onu bambaşka bir umutsuzluğa düşürdü, çünkü geçen perşembe babasının kararından hiç haberi yokken bu hafta yine orada, Mimó Hala’nın çayında buluşmak üzere teğmenden ayrılmıştı. Boşuna bekleyecekti. Babası, onu halasından sonra mezarlığa götürdü, rahmetli kadının mezar taşının önünde sessizce durdular. Gina Budapeşte’den bir süreliğine ayrıldıkları zamanlar ettikleri vedadan belki de farklı bir vedaydı bu, diye düşündü. Babası belki de bütünüyle yeni bir hayata başlamadan önce onun sevgili annesine şimdi, son bir veda ediyordu.
O akşam, görünüşe göre, Marcelle’in gidişinden beri geçirdikleri akşamlar gibiydi. Yemek yediler, sonra General kitap okumak için şöminenin yanına oturdu, Gina da taburesini abajurun altına çekip kendi kitabını aldı eline. Satırlara bakıyor ama metni anlamıyor, sayfaları bile çevirmiyordu, yalnızca okur gibi yapıyordu ve birden arkasından da sayfa hışırtısının gelmediğini, orada da, koltuğun derinliklerinde de gerçekten kitap okunmadığını fark etti. Babasının bakışını yakaladı. “Benimle konuş!” dedi genç kız bakışlarıyla. “Ne yapmak istediğini, tüm bunların ne anlama geldiğini söyle bana! Buraya kimi getirirsen getir, seveceğim; senin zevkin, senin seçimin yanlış olamayacağına göre senin sevdiğin kişi benim için nasıl yabancı olabilir ya da ondan nasıl nefret edebilirim? Ne planladığını söyle bana, yaşamından çıkarma beni, kimsenin beni senden ayırmasına izin verme. Engel olmayacağım, seni o kadar çok seviyorum ki! Henüz çok geç değil. Gönderme beni oraya! Düşmanı değil, arkadaş olacağımı ona anlat! Konuş benimle baba!”
“Farklı bir dünyaya gidiyorsun” dedi General. “Marcelle’le İsviçre’ye, Paris’e, İtalya’ya kaç kez gittin; Viyana’ya da kaç kez yanımda götürdüm seni. Ama şimdiye dek hiç taşrada yaşamadın. Lütfen, kabullen artık!”
Gina yanıt vermedi. Ne söyleyebilirdi ki? Kitap kucağından halıya kaydı. Tepede akşamlar yazın bile serin olurdu, her ne kadar eylülün ilk günü olsa da şömineyi yakmışlardı. Elektrikli şöminenin önü, içinde gerçek odun yanıyormuş gibi kızarmıştı.
“Başka bir çözüm yok” dedi General. “Gina, lütfen anla! Gerçekten yok. Marcelle burada kalabilseydi durum farklı olurdu. Marcelle akıllı biriydi ve kesinlikle güvenilir. Ben nadiren evdeyim. Mimó’yu ciddiye almak, hesaba katmak mümkün değil. Anlatmak iste…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAbigail
- Sayfa Sayısı383
- YazarMagda Szabó
- ISBN9789750857430
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Ten ve Ateş Romanı: Kıvılcımdaki Gölge ~ Jennifer L. Armentrout
Bir Ten ve Ateş Romanı: Kıvılcımdaki Gölge
Jennifer L. Armentrout
Ne var ki Sera’nın gerçek yazgısı bütün Lasania’nın en iyi korunan sırrı, Sera sıkı koruma altında bir Bakire değil, tek görevi, tek hedefi olan...
- Riverton Malikanesi ~ Kate Morton
Riverton Malikanesi
Kate Morton
Riverton Malikânesi, iki savaş arasında İngiltere’de geçen, muhteşem bir ilk roman. Aristokrat bir ailenin, bir evin, gizem dolu bir ölümün ve sonsuza kadar kaybedilen...
- Kraken Uyanıyor ~ John Wyndham
Kraken Uyanıyor
John Wyndham
Tehlikeyi hiçe sayıp körü körüne felakete yürümek… Bilimkurgu türünün en edebi kalemlerinden John Wyndham, Kraken Uyanıyor’da kusursuz bir “yokoluş” tasviri çiziyor ve insanlığın karşı karşıya...