Harika!
İşlenmemiş bir elmas. Patlamaya hazır bir bomba. Ölüme uçan eşsiz bir kelebek.
1919’da başlayan, ne zaman bittiğini –henüz– bilemediğimiz bir hayat. Dokunduğu her şeyi güzelleştiren, dokunmadıklarında bile izini bırakan inanılmaz bir kadının, Harika’nın hayatı. Bazılarımız Harika, bazılarımız H. Kara, bazılarımız H. Ak olarak tanıyor onu – ki bunlar sadece bilinen kimlikleri. Yakın tarihimizin zor yıllarında, tanıdığımız simaların arasında dolaşan, dışarıdan normal görünse de ne zaman ne olağanüstülük göstereceği asla kestirilemeyen bir kadın.
Harika bir oyuncu, Harika bir şair, Harika bir istihbaratçı, Harika bir… Harika!
Körburun’un yazarı Hikmet Hükümenoğlu şaşırtmaya devam ediyor.
Her an yeni bir Harika’yla karşılaşabilirsiniz.
Harika, hislerini tarif ederken, “Sanki ben geriye çekildim ve başka bir kadın ışığa adım attı,” cümlesini kuracaktı aylar sonra. Bu diğer kadın, kararlı, kendine güvenen ve başkalarının ne düşündüğüne aldırmayan biriydi. Sürekli kafasının içinde ona yeteri kadar iyi olmadığını söyleyip duran ses yok olmuş ve sırtındaki yük kalkar kalkmaz ruhu hafiflemişti.
“Bazıları için (…) kendilik algısı doğumda
kazanılmış bir hak gibidir. (…) tıpkı içinde
oturdukları ev gibi kendilerine miras kaldığını
düşünürler. Bazı insanlar ise o evi yakıp yıktıktan
sonra, kendilerine ait yeni topraklar bulup her şeye
sıfırdan başlamak derdindedirler.”
Rebecca Solnit, Kaybolma Kılavuzu
(Çeviren: Gökçe Gündüç)
Bu biyografideki bazı kişiler ve olaylar (bize anlatılanlar
doğruysa) hayal ürünüdür.
Bazılarıysa (bize anlatılanlar doğruysa) gerçektir.
BİRİNCİ BÖLÜM
Dök zülfünü meydana gel
Sür atını ferzana gel
Al daireni hengâma gel
1
İstanbul’un en hazin ilkbaharını tasvir eden Veysel Bey, o sabah defterine şöyle yazmıştı:
Bir zamanlar elmas gerdanlıklar gibi ışıl ışıl parıldayan şehir, şimdi buzlu camdan bir kubbenin altında donup kalmış. Gökyüzü kefen gibi beyaz, güneş hayalet
gibi silik. Boğaz’ın suyu kapkara. Dallar bir türlü tomurcuklanmıyor. Haşarı bir veledin kavanoza hapsettiği sinekler gibiyiz, cama kafamızla vurup bir nefeslik delik
açmaya çalışıyoruz…
23 Mayıs 1919 sabahı aç karnına bir bardak su içip fesini kaptığı gibi kendini sokağa attı. Yokuşun başında aniden durdu, bir şey unutmuş gibi elini çenesine götürdü ve, “Ne yapmalı? Ne yapmalı?” diye söylendi. Evden çıkmıştı ancak içinden bir ses bunun yanlış karar olduğunu, derhal geri dönüp karısının yanında durmasını söylüyordu.
Oysa karısı yalnız değildi. Macide Kalfa’yla birlikte Şehriye adındaki yaşlı ebe de başında nöbet bekliyordu. Her şeyin en yenisini, en Avrupai olanını tercih eden karısı, çocuk doğurmaya gelince, “Şehriye’yi isterim!” diye tutturmuştu. “Beni o doğurttu. Kardeşlerimi o doğurttu.
İrfan’ı o doğurttu. Asla başkasını istemem.” Veysel Bey önceki gün araba gönderip romatizmadan iki büklüm olmuş kadıncağızı Sarıyer’den aldırtmıştı. Elini Melek Hanım’ın bacaklarının arasına sokan Şehriye Hanım, “Ya bu gece gelir ya yarın,” demişti.
Başka bir gün olsa, Veysel Bey karısının yanından bir saniye bile ayrılmazdı fakat o gün karşı koyulmaz bir merak ve sorumluluk duygusu onu mıknatıs gibi dışarıya çekmekteydi.
“Ayak altında dolaşmamı istemezler,” diyerek kendini doğru kararı verdiğine inandıran Veysel Bey tramvaya yetişmek için koşmaya başladı.
Taksim’den Fındıklı’ya indiğinde ister istemez gözü toplarını saraya çevirmiş düşman gemilerine takıldı. Her sabah bunları ilk kez görüyormuş gibi önce şaşırıyor sonra fena halde içi sıkılıyordu. Çift sıra dizilmiş bu kurşuni kütleler, Veysel Bey’e masallardaki ejderhaları hatırlatıyordu. Sanki denizin yüzlerce kulaç dibinden yükselmişler, oralarından buralarından çıkan boynuzlarla, dişlerle ve pençelerle kıyıya dehşet saçmaya hazırlanıyorlardı.
Cihan Harbi’nin sonunda ateşkes ilan edilmiş ve Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Antlaşmada, “Müttefikler, güvenlikleri için gerekli gördükleri bölgeleri işgal edebilir,” diye bir madde vardı. Gazetelerin iddiasına göre İngilizler, İstanbul’un işgal edilmeyeceğine dair söz vermişti. Ne yazık ki bunun boş bir söz olduğu çok geçmeden anlaşıldı.1 1918 yılının Kasım ayında İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri, payitahtı resmen olmasa da fiilen işgale başladı. Şehrin iki yakasına 3.500-4.000 civarında yabancı asker doluştu. Demirden ejderhalara benzeyen savaş gemileri Boğaz’ı tıkadı.
Veysel Bey’in gazetedeki arkadaşları, “Ne Viyana ne Berlin işgal altında,” diye yakınıyordu. “Bunların niyeti İstanbul’u ele geçirmek!” Sadece İstanbul’u değil, bütün memleketi, diye defterine not düşmüştü Veysel Bey.
İstanbul halkı haftalardır uyurgezer gibi donuk suratlarla yürüyordu. Fazla yaklaşana tekme atan düşman askerleriyle, küstah subaylarla ve at sırtında dolaşan komutanlarla burun buruna gelmemek için sürekli kaldırım değiştiriyor, göz göze gelmemek için hep önüne bakıyor, duyulmasın diye belaları hep içinden okuyordu.
Fakat o sabah farklı bir hava vardı. Uyurgezerlerin arasında bir grup insan, başı dik, kararlı adımlarla hızlı hızlı yürümekteydi. Köprü her zamankinden daha kalabalıktı. Veysel Bey Eminönü’ne vardığında bu kararlı gruba aynı yöne doğru ilerleyen kadınlı erkekli başkaları da eklendi. Köşede genç bir kadın, siyah çarşafının altından kolunu uzatmış, gelene geçene broşür dağıtıyordu. Veysel Bey, yazılanlara şöyle bir göz gezdirdi, Sultanahmet’teki konuşmacıların listesi dışında mühim bir şey yoktu. Kâğıdı daha sonra incelemek üzere katlayıp cebine sokuşturdu. Tam o sırada bir kamyon dolusu İngiliz askeri yanından geçmekteydi. Cebine soktuğu kâğıt sanki alev almış gibi göğsünü yakıyordu. Çevresindekilere uyup adımlarını hızlandırdı.
Nal seslerinin, klaksonların ve vapur düdüklerinin arasında yerin altından yükselen bir uğultu hissetti. Hemen defterini ve kalemini çıkardı, Dev çekiçler taşlara güm güm vuruyor gibi bir ses ayaklarımdan dizlerime tırmanıyor, diye yazdı. Eminönü’ne yaklaştıkça gümbürtü şiddetlendi. Gerçekten böyle sesler duyuyor muydu yoksa göğsünde güm güm vuran kalbi mi onu yanıltıyordu? Sonraki satırları şöyleydi:
Toprağın yedi kat altından bir uğultu yükseliyor. Ufukta tabii bir hadise, belki bir tayfun ya da anafor yaklaşmakta.
* * *
Veysel Bey, ince kemikli, biraz narin yapılı, aydınlık yüzlü bir adamdı. Gösteriş meraklısı değildi fakat giyimine kuşamına dikkat eder, saçını taramadan ve iskarpinlerini parlatmadan asla sokağa çıkmazdı. Öyle görmüş, öyle öğrenmişti. Babası Haşmet Bey, İstanbul’un en meşhur doktorlarından biriydi. Bilhassa çaresi yok denen deri hastalıklarını kısa sürede iyileştirmekle nam salmıştı. Hastalarının arasında saraydan çok önemli kişilerin olduğu söylenirdi. Bunlar sadece en mahrem yerlerini açıp ona göstermekle kalmaz, kimsenin bilmediği sırlarını da anlatırdı. Doktor Haşmet Bey’in ağzından asla laf çıkmazdı. Zengin fakir demeden herkesi tedavi eder, zenginlerin cüzdanlarını boşaltır fakat fakirlerden bir kuruş para almazdı. Malda mülkte gözü yoktu. Avrupa’dan getirttiği resimli kitap, gramofon plağı, pipo tütünü gibi küçük konforlarla bezeli bir hayat sürmek ona yetiyor da artıyordu.
Dünyadaki gelişmeleri dikkatle takip eden Doktor Haşmet Bey, savaşın kokusunu erkenden almış ve oğlunu bir seneliğine Almanya’ya göndermişti. Ancak maalesef biraz fazla erken davranmıştı. Hesapları tutmamış ve onu Balkan Harbi’nden kaçıramamıştı.
Veysel Bey, Trakya cephesine gönderildiğinde 20 yaşındaydı. Birkaç ay önce Münih kafelerinde genç şairlerle ve filozoflarla sohbet ederken birdenbire kendisini çamurlar içerisinde siper kazıp süngü takarken buldu. İnce bir mizacı olmadığını sanırdı fakat harpte gördükleri ruhunu altüst etti. İnsan denen varlık, tek başına ne kadar iyi niyetli olursa olsun, üç-beş kişi bir araya geldiğinde zapt edilmesi imkânsız bir canavara dönüşüyordu. Düşman askerlerinin talan ettiği köylerdeki vahşeti kendi gözleriyle görmüştü. Birkaç gün sonra o düşmanlardan ikisi esir düştüğünde, siperde yan yana sigara içtiği arkadaşlarının adamlara yaptığı işkenceleri titrek harflerle defterine yazmış, ancak yazdıklarını görmeye dayanamayıp hatırlamak istemiyorum notuyla üzerini karalamıştı. Trakya’dan sol baldırında iki şarapnel parçası ve arada sırada beynini delen bir baş ağrısıyla döndü.
Bir süre ne yapacağını bilemedi. İlk zamanlar odasından çıkmak bile onu tedirgin ediyor, hatta bazen olmadık şeylerden paniğe kapılmasına yol açıyordu. Sonra uzun yürüyüşlerin ruhunda açılan yaralara iyi geldiğini keşfetti ve yavaş yavaş şehrin kalabalığına alıştı. Yağmurlu günlerde bacağının ağrısından topallıyordu fakat hiçbir şey onu saatlerce yürümekten alıkoymadı. Oğlunun sabahtan akşama kadar amaçsızca dolaşmasından endişelenen Doktor Haşmet Bey, dostu Celal Nuri Bey vasıtasıyla ona düşük tirajlı bir gazetede iş ayarladı.
Babası kaleminin güçlü olduğunu söylese de Veysel Bey hayatını yazarak kazanacağını hiç düşünmemişti. Hele gazetecilik? Asla! Balkan Harbi’ne gitmeden önce öğretmen olmayı hayal etmiş ancak döndüğünde kalabalık bir sınıfın içinde saatlerce kapalı kalmayı hiç cazip bulmamıştı. Babasının ısrarı üzerine Celal Nuri Bey’le konuşmaya gittiğinde, “İyi de ben gazetecilik hakkında hiçbir şey bilmiyorum,” dedi. “Sen gördüklerini yaz, gerisini yavaş yavaş öğrenirsin,” diye cevap verdi Celal Nuri Bey.
O gün bugündür cebinde bir defter, bir kurşunkalem ve bir çakı, yürüyüp duruyordu.1 Siyasi gelişmelerden şehir hayatına kadar her konuda yazıyordu. Onlarca müstear isim kullanıyor ve yazı başına ücret alıyordu.
Yazıhanede oturmayı sevmemesine rağmen makalelerini temize çekip teslim etmek ve parasını almak için arada sırada gitmek zorundaydı. Yahya Kemal Bey’le İleri gazetesinde tanıştı. Herkes üstada saygıdan “başyazarımız” derdi ancak o da tıpkı Veysel Bey gibi arada sırada uğrar, bir şiir ya da makale bırakıp giderdi. Yuvarlak suratlı, şık, kibar bir beyefendiydi. Midesine pek düşkün olduğu ve kaprisleriyle yakınlarını bazen bunalttığı söylenirdi. Kitap çıkarmamasına rağmen memleketin en mühim şairlerinden biri kabul edildiği için el üstünde tutuluyordu.
Ne zaman Veysel Bey’i görse yanına çağırır, yazıları hakkında ufak tefek tenkitlerde bulunurdu. Çantasında gazetenin eski nüshalarından birkaçını taşırdı. Kalemini çıkarıp hangi cümleyi nasıl değiştirmesi gerektiğini gösterirdi. Veysel Bey böyle önemli bir yazarın kendisiyle ilgilenmesine anlam veremese de bu ilgi hoşuna gidiyordu. Tenkitleri çok kıymetli, keşke daha sık görüşüp faydaanabilsem, yazmıştı defterine. Ancak adamı rahatsız etmekten çekiniyordu.
* * *
Veysel Bey, Cihan Harbi’nde askere alınmadığı için şanslıydı, yine de o yıllar hiç kolay geçmemişti. 1914’ün Aralık ayında babası zatürreeden ölmüş ve Veysel Bey’in notlarına bakılırsa uzun yıllar önce göçüp giden zarif ve kıymetli zevcesine kavuşmuştu. Neyse ki bu dünyadaki son günlerinde biricik oğlunun evlenip bir yuva kurduğunu görebilmişti. Miras olarak Pangaltı’nın arka taraflarındaki evle bir miktar para bırakmıştı. Bir de gerektiğinde yardım eli uzatacak bolca tanıdık. Pangaltı’daki ev, bahçe içinde olmasına rağmen konak sayılmayacak kadar küçüktü. Yine de hayattaki en büyük korkusu sokakta kalmak olan Veysel Bey için çok kıymetli bir güvenceydi.
Ne var ki düşman askerleri İstanbul’a girdiğinden beri Veysel Bey kendisini hiç güvende hissetmiyordu. Duyduğuna göre İngiliz, Fransız ve İtalyan komutanlar, gözlerine kestirdikleri evlere içlerindeki eşyalarla birlikte el koyup yerleşiyordu. “Burada artık bilmem kim oturacak!” deniyordu ve ev halkı ellerde bohçalarla kapı dışarı ediliyordu. Evinin sokağına her saptığında bahçe kapısında yabancı askerler göreceği korkusuyla Veysel Bey’in yüreği ağzına geliyordu.
Hem düşman askerlerinden hem de Türklerin gitgide kabaran öfkesinden korkuyordu. Savaş yorgunluğu, yenilginin utancı, açlık ve yokluk üst üste binip insanların sırtına çökmüştü. Amerikalı bir diplomat, İstanbul’daki durumu raporunda şöyle tarif etmişti:
Halkın ekseriyeti sefalet içinde… Enflasyon, savaşın başladığı zamana göre yüzde bin artış göstermiş durumda… Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının üzerinden beş hafta geçti. Şu âna kadar henüz büyük bir bulaşıcı hastalığa rastlanmadı ama şehir çok kirli. Çocuklar ve burada işi olmayan yetişkinlerin kesinlikle buradan uzak durmasını tavsiye ederim.
Memurlara maaş ödenemiyordu. Kışın en soğuk günleri odunsuz kömürsüz geçmişti. Vapur, tren ve tramvay seferleri kömür yokluğu yüzünden aksayıp duruyordu. Ekmeği, şekeri ancak karaborsa mallara parası yetenler satın alabiliyordu. Fakirler açlıktan ölüyordu ve ölüleri gömecek kefenin bile bulunamadığı yazıyordu gazetelerde.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıHarika Bir Hayat
- Sayfa Sayısı376
- YazarHikmet Hükümenoğlu
- ISBN9789750731594
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Başkası Olduğun Yer ~ Leyla İpekçi
Başkası Olduğun Yer
Leyla İpekçi
Ya Rabbi; Konuşmak istemiyorum. İstemiyorum izzet tacımı kaptırmak. Bir şeyler beklemek ondan bundan. Oyalanmak. Kendimi anmak istemiyorum her duyduğum hikâyede. Ne de dünyayı içine...
- Bozkır Çiçekleri ~ Selçuk Baran
Bozkır Çiçekleri
Selçuk Baran
İşinde, bodrumdaki odasında, üzerinde yükselen bütün katların ağırlığını duyuyor, boğulacağını sanıyordu. Üst katlarda odası olmayacaktı hiçbir zaman. Hayri Bey emekliye ayrıldıktan sonra onun yerine...
- Sibop ~ Başar Başarır
Sibop
Başar Başarır
Aslı, galiba ben kendimi evliliğe hazır hissetmiyodum. Geçen hafta evlendik mi gerçekten biz? Nikâh memuru inandı mı gerçekten, sözüme güvendi mi? Kara kaplı deftere...