Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir
Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir

Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir

Vâ-Nû

Vâlâ Nureddin ‘Vâ-Nû’, günümüzde sadece Nâzım Hikmet’in yakın dostu ve biyograficisi olarak hatırlanıyor. Oysa çok , uzun yıllar “Türkiye’nin bir numaralı fıkracısı” kabul edilmiş,…

Vâlâ Nureddin ‘Vâ-Nû’, günümüzde sadece Nâzım Hikmet’in yakın dostu ve biyograficisi olarak hatırlanıyor. Oysa çok , uzun yıllar “Türkiye’nin bir numaralı fıkracısı” kabul edilmiş, hem inanılmaz genişlikteki ilgi alanıyla hem de kıvrak , Türkçesiyle özellikle kendinden genç birkaç kuşak aydının büyük bir zevkle takip ettiği iyi bir yazardı. Fıkracılık mesaisini, , 1920’lerin ikinci yarısından 1960’ların ortalarına kadar kesintisiz olarak, belli bir dünya görüşü etrafında sürdürmüş , istisnai bir kalem adamıydı. Hep şu kaygıyı gözetmişti: Yeni kurulan Cumhuriyet’in yurttaşlarını modern, seküler bir , kamusal ahlak ve bu ahlakı kurumsallaştıracak bir örgütlülük geliştirmeye teşvik etmek; toplumsal kültürümüzün bu , ahlakın geliştirilmesine engel olan yanlarını tatlı bir dille ama kıyasıya eleştirmek. , , Çok farklı türlerde “iki kamyon” dolusu metin üreten Vâ-Nû en çok fıkra yazarlığını önemsiyordu; çünkü ileriki yılların , araştırmacılarının onun tanıklık ettiği olağanüstü dönemi anlamak istediklerinde mutlaka fıkra yazarlarına başvuracağını , düşünüyordu. Biz de onu günümüz okurlarına tanıtmak için on binlerce yazısı arasından üç yüz kadar fıkrasını iki cilt , halinde sunuyoruz. Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir cildi edebiyat, dil, din ve ahlak, fikir ve sanatla ilgili , yazılarından, Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler cildi ise gündelik hayatı ve toplumsal kültürümüzü eleştiren yazılarıyla çalışma , hayatı ve siyasetle ilgili yazılarından bir seçki niteliğinde. , , Haldun Taner, Vâ-Nû’yu şöyle anlatır: “Onun sütunu bize hocalarımızın açamadığı ne pencereler açtı. Köklü bir İstanbul , terbiye ve görgüsünden gelen çelebiliği, Galatasaraylılığın verdiği ince bir esprisi, çok sevdiği Viyana’nın hayat , üslubundan edindiği zarif bir Avrupalı gustosu ve nihayet Moskova günlerinin anısı bir diyalektikten örülme, kendine özgü, , çok ilginç bir kültürü vardı.” , , Bu yazılar, eminiz, günümüz okurları için de yeni pencereler açacak!

VÂLÂ NUREDDİN VÂ-NÛ, 1901’de doğdu. Çocukluğu Beyrut ve Selanik’te geçti. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra kısa bir süre Vi­yana’da öğrenim gördü. Lisede birlikte okuduğu Nâzım Hikmet’le birlikte Milli Mücadele’ye ka­tılmak için 1921’de Ankara’ya geçti. Daha sonra Bolu’ya öğretmen olarak gönderildiler.Yine Nâzım Hikmet’le birlikte Mos­kova’ya gitti ve orada yükseköğrenim gördü. 1925’te Türki­ye’ye döndükten sonra gazetelere yazmaya ve çeviriler yapmaya başladı.Uzun yıllar içinde on binlerce yazı yazdı, yüzlerce metni Türkçeye çevirdi. 1936’da ailesiyle Ünye’ye yerleşti ve bir sene burada yaşadı. 1942’de yazdığı bir yazı nedeniyle er rütbesiyle Konya’ya sürgün edildi. 1945’te uzun zamandır haberleşmediği Nâzım Hikmet’i Bursa Ceza­evi’nde ziyaret etti. Akşam, Haber, Cumhuriyet, Tercüman, Havadis, Zafer, Meydan, Yedigün, Yön gibi gazete ve dergilerde uzun yıllar yazanVâ-Nû 1965’te sağlık sorunları nedeniyle yazmayı bıraktı, 1967’de İstanbul’da öldü.

İçindekiler

“İzler” Üzerine …………………………………………………………. 17
Vâ-Nû: Bir Fıkracının Edebiyatçı Olarak Portresi –
Tuncay Birkan …………………………………………………….. 19
DİL
Kelimecilikten Tabirciliğe ……………………………………… 41
Türkçeyi Güzel Konuşanlar …………………………………… 42
Dil Kurulu Münasebetiyle – Dedikodular ve
Hakikat ………………………………………………………… 45
Öz Türkçeyi Böyle Anlıyorum! ……………………………… 47
Türkçe Meselesi: Lisanımızın Takip Ettiği İnkişaf
Hakkında Mülahazalar ……………………………………. 51
Kabule Mecbur Olduğumuz Bir Türkçe Kaidesi ………. 54
Lisanı Nasıl Telakki Ediyorum? ……………………………… 56
Klasik Eserlerin Tercümesi ve Klasik Türkçe …………….. 58
Tiyatro Dili ………………………………………………………… 60
Türkçede Ölen Kelimeler Çok, Doğan Kelimeler Az …. 62
Osmanlıcanın Son Devrindeki Müelliflerin Tedris
Bakımından Kıymeti ……………………………………….. 64
Bugün Dil Bayramı ……………………………………………… 66
“Dildeki Anarşi”nin Tarifi ……………………………………… 68
En Esaslı Dil Kaidesi: “Tarihilik” …………………………….. 71
Öz Türkçe, Latince ve Arapçanın Çarpışması …………… 73
Dingildeyen Masa: Türkçemiz ……………………………….. 75
Türkçeye Tercüme ………………………………………………. 77
Hayat, “Yaşantı” ve “Yaşav” ……………………………………. 80
EDEBİYAT
İstirahate Muhtaç Laflar ………………………………………. 83
Samimiyetsizlik …………………………………………………… 84
İthalat ve İhracat Edebiyatı …………………………………… 86
Edebiyat Hocalarıyla Bir Hasbıhal …………………………. 88
Edebiyat Hocalarının Dikkatine …………………………….. 90
Bizde Edebî Mektepler ………………………………………… 92
Bir Evliya: Tevfik Fikret! ……………………………………….. 94
Muharrirlere Dair ……………………………………………….. 95
Üstat Ahmet Rasim’e Dair… …………………………………. 97
Halk Edebiyatına Dair …………………………………………. 99
Sade Suya Lapa Gibi Yazılar ……………………………….. 101
Adaptasyonlara, Röportajlara, Anketlere Dair… ………. 103
Yeni Edebiyat Neslinden Beklediklerimiz ………………. 106
Necip Fazıl Kısakürek ve Eseri: Çerçeve ………………… 109
Bir Genç Şairin Üç Sualine Üç Cevap …………………… 111
Muharririn Efendisi …………………………………………… 113
İstanbul Dışındaki Vatanın Edebiyatımızda Mevkisi … 116
Parlamak Zorluğu ……………………………………………… 118
Parlak Nazariyenin Vardığı Sönük Netice ………………. 120
Şiir Nazariyelerine Dair ……………………………………… 122
Türk Gözlüğüyle Türkiye’ye Bakış ……………………….. 125
Her Gördüğümüz Sakallıyı Babamız Sanmayalım! …. 127
Roman Tekniği ………………………………………………….. 130
Bir Gençle Edebiyat Hasbıhali …………………………….. 132
Hüseyin Rahmi …………………………………………………. 135
Divan Edebiyatı ve Yeni Edebiyat Zaviyelerinden
Yahya Kemal ………………………………………………… 137
Halid Ziya’nın Nesri Genç Nesircilere Meşk
Olmalıdır …………………………………………………….. 140
Heba Ettiğimiz Mahmut Yesari’ye Dair… ………………. 142
Cemiyet ve Şair ………………………………………………… 144
Genç Neslin Küçük Hikâyeleri ve CHP ………………… 147
Son Senelerin Güzel Şiirlerinden Biri …………………… 148
Şiir Tercümesi …………………………………………………… 151
Genç ve Yaşlı Türk Muharrirleri Ne Kazanır ………….. 153
İttihat ve Terakki Devrinde ve Cumhuriyet’te
Muharrirlik Mesleği ………………………………………. 158
Ecnebi Müelliflerin Telif Hakları ………………………….. 161
Güzel Sanatlar ve Makineler ……………………………….. 163
Şair ve İdeoloji ………………………………………………….. 165
Sermet Muhtar’ın Kelime, Tabir ve Cümleleri ……….. 166
Ne Neyle Ne Neva-yı Neyle… ……………………………… 168
Buhran Geçiren Muharrirlik Mesleği ……………………. 170
Hececi Şairler …………………………………………………… 172
NÂZIM HİKMET
835 Satır ………………………………………………………….. 176
Mayakovski ve Nâzım Hikmet …………………………….. 178
Hafıza Kuvveti ………………………………………………….. 181
Açlık Grevi ve Lakaytlık Grevi ……………………………. 184
Nâzım Hikmet’in Son Mektubu ………………………….. 186
Vâlâ Nureddin Nâzım Hikmet’i Anlatıyor …………….. 188
SANAT
Biraz da Hodbin Olalım ……………………………………… 196
Fütürizm ………………………………………………………….. 198
Greta Garbo’ya Pul Yapıyorlarmış… ……………………… 199
Seyyar Tiyatroculuk …………………………………………… 201
Karagöz + Alaturka + Saz + Tezhip + Zekâ ve
Gayret ………………………………………………………… 203
Top Sesleri Arasında İncesaz ……………………………….. 206
Tiyatro İnkılabı …………………………………………………. 208
Yeni Bilgiler ve Yeni Sanat …………………………………… 210
Estetik Sansürü …………………………………………………. 213
Kübik Camiler ………………………………………………….. 214
Kübik Halılar ……………………………………………………. 216
FİKRİYAT
Tevfik Fikret Bunak mıydı? …………………………………. 219
His ve Fikir ………………………………………………………. 221
Gidişattan Memnun Olmalı Mıyız? ……………………… 222
Sa’yın Bıktırıcılığı ve Yıprandırıcılığıyla Mücadele ….. 224
Plan ve Evdeki Pazar ………………………………………….. 225
Yakılacak Kitap …………………………………………………. 228
Habeşler Medeniyet İstemiyor …………………………….. 230
Intellectuel’in Tarifi …………………………………………….. 231
Arap Hayranlığından Garp Hayranlığına ……………….. 232
Tercüme Eserleri Nasıl Okutmalı? ……………………….. 233
Posta ……………………………………………………………….. 236
Müstahsil Münevverlik Müstehlik Münevverlik ……… 239
Ona da Çok Şükür: Ölüm İşkencesizdir! ……………….. 241
Gıpta Ettiğim İki Münevverimiz ………………………….. 243
Mütercimlerin Çektikleri Güçlükler …………………….. 245
Tatlı, Sert, Âlâ… ………………………………………………… 248
İnsanoğlunun Islahına Niçin İmkân Olmasın? ………… 250
Hazin Dönüş ……………………………………………………. 252
Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin …………………… 254
Zevkin Terbiyesi ………………………………………………… 257
Ayrıldığımız Şark Dünyasını Yeni Neslin
Tanıması İçin… …………………………………………….. 259
Milli Anane Meselesi ………………………………………….. 262
Tarih Telakkisi …………………………………………………… 264
Kendi Kendimizi Bir Metotla Yetiştirmek Meselesi …. 266
“Mavi Kan” Denen O Efsane… …………………………….. 269
“Akıl İçin Tarik Bir Değil!” …………………………………… 271
Keşif ve İcatların Kolektifleşmesi ………………………….. 273
“Salihat-ı Nisvandan” Ne Demektir? …………………….. 275
“Seni Gidi Marksist!” ………………………………………….. 277
“Hamiyet” Kelimesini Niçin Kullanmaz Olduk? ……… 279
Hürriyet… Peki Sonra? ……………………………………….. 281
Fikir ve Sanat Dünyamıza Bu Hürriyet Kâfi
Değildir ………………………………………………………. 284
“Hâlâ Düşünen Başlara Hep Darbe-i Tenkil…” ……….. 287
Bir Nesil Evvel Sağ ve Sol …………………………………… 289
Kıymet Ölçüleri Nasıl Değişiyor… ……………………….. 292
Hamiyetli Adam ……………………………………………….. 294
Gayriresmi Münevver Noksanı ……………………………. 296
Fikir Yuvaları …………………………………………………….. 297
Yunus Emre’nin İdamı! ………………………………………. 300
AHLAK
Eski Nasihatler ve Yeni Nasihatler ………………………… 303
Kahramanca Ölmek ve Kahramanca Yaşamak ………… 305
Pek Mühim Bir Ahlak Meselesi ……………………………. 307
Üzerine Titrenilen Şu Hayat… …………………………….. 309
Sevgilisinin Yüzünü Kesen Âşık ……………………………. 310
Terbiyede Şefkatin Rolü ……………………………………… 313
Bu Kafa Nasıl Değişecek? …………………………………… 315
Affetmek ve Affetmemek …………………………………… 317
“Ölüm Korkusu”ndan Beter: “İhtiyarlama Korkusu” … 319
Zırhlı İnsanlar …………………………………………………… 322
Manevi Bir Temel Direği …………………………………….. 324
Şimdiki Gençler, Bizim Nesilden Daha Ahlaklıdır …… 326
Züleyhaların Yusufları ve Kamberlerin Arzuları ……… 328
Cinsiyet Üzerindeki İstibdat ……………………………….. 331
Tek Ölçü “Parrra” Değildir! …………………………………. 333
DİN
Hak Din ve Hak Dil …………………………………………… 335
Allah Sevgisi ve Allah Korkusu ……………………………. 336
Dinî Ahlak Öğretimine Dair… ……………………………… 338
Müslüman Cemaat Teşkilatı ………………………………… 339
Dahleden Savmimize Bari Musalli Olsa… ……………… 341
Bir Menemen Hatırası ………………………………………… 344
Kable’l-İslam …………………………………………………….. 347
Kaba Sofuluk ……………………………………………………. 348
Bu Mistik Ruh Bize Nereden Geldi? …………………….. 351
Manevi Islahat ………………………………………………….. 353
Yahudisiz Dünya ……………………………………………….. 356
FANTEZİ YAZILAR
Beynimin İçi …………………………………………………….. 358
Şarkılar ve İsimler ……………………………………………… 361
Hararetin Renkleri …………………………………………….. 362
Dost ………………………………………………………………… 364
Hikâyeler Nasıl Yazılır? ………………………………………. 366
Adaptasyon Lügati …………………………………………….. 370
Dünya Güzeli Keriman Halis Hanım’ın Tahlili ……….. 372
Düz Çizgiden İllallah! ………………………………………… 374
“İnsanlık İlerledi” ……………………………………………….. 376
Çağların Peşinde ……………………………………………….. 378
Aşk! İnsanı Yükselten Aşk… ………………………………… 380
Dünyanın Sahipleri İnsanlar Değildir! …………………… 382
Beşinci Efendiden Allah Korusun! ………………………… 384
Bilmemek, Hayal Etmek İhtiyacına Dair… …………….. 387
Renklerin, Hararetin ve Seslerin Çeşnisi ………………… 389
Türkçemizde “Oturmak” Kelimesi ………………………… 390
Makinelerin Zekâsı ……………………………………………. 392
Hayal Kuvveti …………………………………………………… 396
Vatanperver Kedi ………………………………………………. 398
İtibarını Kaybeden Şu Kötü Yarım Asır …………………. 401
Hayata Erken Atılmak Suretiyle Çok Yaşamak
Usulü ………………………………………………………….. 403
Erik, Köpek ve Hürriyet Cinsleri… ……………………….. 406
Tebessüm, Sırıtış ve Kahkaha ………………………………. 408
Tablo Yapan Maymuna ve Tercüme Eden
Makineye Dair ……………………………………………… 410
Uzaydaki Zekâ ………………………………………………….. 412

“İZLER” ÜZERİNE

Yakında 100. yılına girecek Cumhuriyet’in yazılı mirasını yeterince tanımıyoruz. Bunu söyleyerek, Cumhuriyet’in siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel, düşünsel vs. tarihine ilişkin çok sayıda inceleme ve araştırmadan elde edilen son derece değerli malzeme birikimini ve bu birikime ilişkin yine çok sayıda önemli çözümleme ve değerlendirme girişimini inkâr ediyor değiliz elbette. Ortada devasa bir arşiv var sahiden ama çok temel eksiklerle malul bir arşiv bu.

“İzler” adını verdiğimiz bu dizide yapılacak işin önemli bir boyutunu, işte bu tür eksikleri bir ucundan “tamamlama”ya çalışmak, üç-beş meraklı haricinde kimselerin hatırlamadığı veya varlığından haberdar olmadığı, gazete ve dergilerde gömülü kalmış ama bugün hâlâ söyleyecek dikkate değer şeyleri olan çeşitli yazı ve tefrikaları, artık sadece bazı sahaflarda ve kütüphanelerde birkaç nüshası kalmış kitapları bir tür “arkeoloji” çalışmasıyla gün ışığına çıkarmak ve günümüz okurlarının dikkatine sunmak oluşturuyor denebilir kabaca. Ama meramımız bundan ibaret değil, bunu sırf “ölmüşlere merhamet” gösterip yazdıklarını unutulmuşluktan kurtarmak için yapmayacağız, “miras” deyip durduğumuz şeyle ilgili bir meselemiz de olacak.

Yazarının beyan edilmiş veya edilmemiş ideolojisi ne olursa olsun, okurda, bu miras oluşturulurken çeşitli nedenlerle gözden kaçırılmış, kimisi iyice silikleşmiş “izler”i takip ederek Türkiye tarihinin, özellikle de düşünce tarihinin belli alan ve figürleri konusundaki yerleşik kanaatleri gözden geçirme isteği yaratacak metinler olacağını umuyoruz bu diziden çıkacak kitapların. Bu kitaplarda açık veya örtük biçimlerde ama her zaman ilgiye değer bir üslupla ele alınan birçok temayı (hümanizmden insan hakları kavramlaştırmalarına, demokrasi anlayışlarından ahlak tasavvurlarına, itiraf edebiyatından edebiyat kanonunun oluşumuna, Cumhuriyet aydınının Avrupa’ya ve Osmanlı geçmişine bakışından hayvan sevgisi ve bostan kültürüne çok çeşitli temaları) kapsamlı sunuş metinleriyle tartışmaya açacağız. Türkiye’nin yerleşik bilim, felsefe, sanat, edebiyat, tiyatro, basın, psikiyatri, karikatür, gündelik hayat vs. tarihlerine, özetle düşünce tarihine mutlaka dikkate alınması gereken şerhler, dipnotlar düşen, bu çoğu unutulup gitmiş metinlerle, Cumhuriyet’in “mirası”na yeni gözlerle bakacağız. Benjamin’in tabiriyle “eskiyi yenileme”ye çalışacağız burada: Günümüz dünyasını anlama ve değiştirme çabamızda “geçmiş”in bugün bize hâlâ “kullanabileceğimiz” birçok gizli imkân ve perspektif verdiğini, silikleşse de yok olmamış, peşine düşmeye değer “izler” bıraktığını, yani o kadar geçmiş olmayabileceğini göreceğiz.

Hem tanınmış yazarlarımızın hiç bilinmeyen, bir köşede kalmış metinlerini hem de bir zamanlar çok ünlü ve etkili olsalar da bugün artık çok az kişinin hatırladığı isimlerin eserlerini analitik ve bilgilendirici olmasına özen göstereceğimiz sunuş ve/veya önsözlerle yayımlayacağımız bu dizinin, okurlarda hem bütün bu yazarların diğer eserlerine hem de yazıyla müdahil olmaya çalıştıkları tarihsel dönemlere yönelik yeni bir ilgi uyandıracağını umuyoruz.

Tuncay Birkan

VÂ-NÛ: BİR FIKRACININ
EDEBİYATÇI OLARAK PORTRESİ
Tuncay Birkan

Eser

Vâlâ Nureddin Vâ-Nû, gelmiş geçmiş bütün Türk yazarlar içinde –muhtemelen Ahmet Mithat’tan sonra– Peyami Safa’ yla birlikte en velut yani en çok yazmış isim olabilir. Bu tür verimler normalde sayfa veya sütun sayısıyla ölçülür; zaten 1934’te yazdığı bir yazıda, “Günde altı-yedi tane som sütun yazı yazarım. Cuması, pazarı yoktur,” demişliği de vardır ama o bu çokluğu sonraları daha çarpıcı bir biçimde, bir nakliye aracı birimiyle ifade etmiş: Şevket Rado, 15 Ocak 1945’te Akşam gazetesinden mesai arkadaşının muharrirliğinin yirmi beşinci yılı vesilesiyle kaleme aldığı fıkrada, Vâ-Nû’nun kendisine “bir kamyon dolusu” yazı yazdığını söylediğini aktarır ve ekler: “Küçük bir hesap onun yalnız on bin kadar fıkra yazdığını meydana çıkarır, kitapları da her halde yüzü geçmiştir.” O tarihten sonra yirmi yıl daha gazete ve dergilere yazmayı kesintisiz sürdürdüğü düşünülürse yazdıklarını sığdıracak bir kamyona daha ihtiyaç duyulacağı anlaşılır.

Günümüz okurları o iki kamyon yazı arasından sadece hayatının son yıllarında kaleme aldığı Bu Dünyadan Nâzım Geçti adlı o harika, yarı biyografi-yarı otobiyografi kitabını biliyor; daha bir meraklılar ise yazdığı, uyarladığı veya çevirdiği çok sayıda popüler romandan sahaflara ulaşabilen 10-15 tanesini bulabilirler epey zorlanarak. Zaten kitaplaşmamış romanları, kitaplaşmış olanlardan kat kat fazladır (Piyasada Vâ-Nû hakkında bulunabilen tek kitap olan İnsan ve Eser: Vâlâ Nurettin Vâ-Nû’da (Etkin, 2012) Selçuk Atay kitaplaşan 21 telif, 19 çeviri romanı varken gazete sayfalarında kalan 39 telif, 47 çeviri romanı olduğunu belirtir ki romanlarıyla özel olarak ilgilenmediğim halde ben de Atay’ın çalışmasında zikredilmeyen beş-on romanını daha gördüm.) Kendi adıyla veya “Hatice Süreyya”, “Hikâyeci” gibi müstear isimlerle yazdığı, uyarladığı veya çevirdiği binlerce hikâyesinden çok azı kitaplaşmış. Yazdığı ve çevirdiği piyesler ve radyo skeçlerine ulaşmak pek mümkün görünmüyor. İlkgençliğinde hece vezniyle yazdığı ciddi sayıda şiiri de sadece hececiler veya Nâzım Hikmet üzerine çalışan araştırmacılar ve bir avuç özel meraklı biliyordur.

Bu daha klasik anlamda “edebî” türler dışında, önemli bir kısmı “Yürük Çelebi” müstearıyla yayımlanan yüzlerce röportajı; Fransız dilbilimci Jean Deny, dönemin Beyrut belediye başkanı, Kadınlar Birliği başkanı (bunu seçkiye de aldım) gibi memleketi ziyaret eden çeşitli meslek erbabı yabancılarla yaptığı özel mülakatlar; muhabir sıfatıyla ve kimini imzasıyla kimini imzasız yayımladığı binlerce haber metni; Suriye, Lübnan, Fransa, Sovyetler Birliği, İngiltere, İsrail, Yugoslavya, Almanya gibi ülkelere yaptığı gezilerin ardından yayımladığı çok sayıda gezi yazısı; kimilerini yine Yürük Çelebi adıyla kaleme aldığı, Anadolu gezilerini ve İstanbul tarihinden anekdotları içeren çok sayıda tefrikası; yıllarca her gün Akşam gazetesinin ilk sayfasında çıkan kısacık “Dikkatler” yazıları, yine aynı gazetede epeyce yıl devam eden “Günün Ansiklopedisi” yazıları (ansiklopedi fikrini ne denli önemsediğini birçok yazısında dile getiren Vâ-Nû’nun bu yanını da temsil edebilmek için elinizdeki seçkiye o sütunda çıkan “Şeyh Bedreddin” maddesini de ekledim); “Ali-Veli” imzasıyla yazdığı çok sayıda skecimsi fıkra; Haber gazetesinde epey bir süre devam ettirdiği “Sabah Gazeteleri Ne Diyorlar?” köşesinde başka gazetelerin yazarlarıyla yaptığı tatlı-sert polemikler (bunlardan da bir-iki örnek var seçkide); çok sayıda magazin ve mizah dergisine yazdığı (dönemin öncü magazini Yedi Gün’deki “Kadın Denen Meçhul” tefrikası çizgisinde) hafif yazılar; Hatice Süreyya imzasıyla okurların çeşitli dertlerine çözüm bulmaya çalıştığı Güzin Ablavari yazılar; Akşam’daki mesaisine ilave olarak yıllarca Burhan Cahit’le birlikte çalıştığı Köroğlu gazetesinde köylülere hitaben yazdığı sayısız yazı ve haber metni … de var gazete ve dergi köşelerinde kalan benim tespit edebildiğim kadarıyla. (Tıpkı Peyami Safa gibi, Refik Halid gibi ömrü boyunca sadece yazdıklarıyla geçinen, çok gençken çok kısa bir süre bankacılık yapması sayılmazsa sadece telif veya çeviri metin üreterek hayatını kazanan az sayıda muharririmiz gibi o da tam bir “yazı makinesi” olarak çalışmak zorunda kalmış –üstelik 1940’ların başlarında evlendiği eşi Müzehher Hanım da onun gibi tam mesai metin üretmiştir– onca çalışma karşılığında elinde, ellerinde kalan tek mülk Salacak’ta yaptırdığı bahçeli bir ev olmuştur).

Bunlar arasında da gayet kıymetli çok sayıda metni var elbette ama Vâ-Nû’nun memleket edebiyat ve düşüncesine esas önemli katkısı, yukarıda Rado’nun, sayısının daha 1945’te on binlere vardığını söylediği ama daha gerçekçi bir tahminle gazetelere yazmayı sürdürdüğü 1965’e kadar sayıları en az on beş bine ulaşan fıkralarında, bugünkü tabirle köşe yazılarında aranmalıdır.1 Zaten kendisi de bunun farkındadır, daha 1935’te bir ankete verdiği cevapta, “En kıymet vermediğim yazılarım kitap halinde basılmıştır fakat kıymet verdiğim yazıları henüz tasnif etmedim. Bunun için ihtiyar olmak ve bir köşeye çekilip boş vakit sahibi olmak lazımdır,” der (O boş vakti ancak ömrünün en son iki yılında bulabilmiştir muhtemelen ama o zaman da sağlığı elvermemiştir); yazdığı envai çeşit metin arasında geleceğe kalacak olanların fıkraları olacağını düşünür. Özbilinçli bir tanıklık, kayda geçirme ve düşünme faaliyeti olarak sürdürür fıkra yazarlığını: kendi yaşadığı dönemleri “içeriden” anlamak isteyen müstakbel araştırmacıların günü geldiğinde gazetelere, en çok da kendisinin yazdığı türden fıkralara başvuracağı, başvurması gerektiği tezini birçok yazısında dile getirir.

İki örnek vereceğim, birincisi 1947’den: “Önümüzdeki asırların insanları şu çeyrek asır içinde memleketimizde neler cereyan ettiğini merak ederlerse –romanlarda, hikâyelerde hatta siyasi nutuklarda, başmakalelerde bulamadıklarını– gazete fıkracılarının gündelik yazılarında bol bol bulacaklardır. Bol bol ve hakikate en yakın… Ömrü bir günlük sandığımız satırlar, çarkın cilveli bir dönüşüyle bin yıllık olabilir.” (“Burhan Felek’in Kitabı”, Akşam, 25 Haziran 1947.)

İkincisi 1941’den: “Eminim şu yaşadığımız devrin Türkiye’sindeki hayatın ne şekilde olduğunu anlamak, bunu ilim ve edebiyat eserlerine geçirmek isteyen müstakbel müdekkik ve edip, her şeyden ziyade gazete fıkralarına ehemmiyet atfedecektir. Onlarda hayatımızın ve düşünce tarzımızın samimi bir aynasını bulacaktır. Gelişigüzel kaleme aldığımız ibareler, Bizans vakanüvislerinin ruznameleri gibi, icap ettikçe, asırlar sonra, satır satır vesika olarak kullanılacak. Bu ne heveslendirici bir tahmindir! Türk hayatını anlatmak hususunda elhabı bozan bizim nesildir. Ecdat makale yazmamış, darbımesel söylemiş.” (“İstanbul Dışındaki Vatanın Edebiyatımızdaki Mevkisi”, Akşam, 2 Ocak 1941.)

Son iki cümlede kendi neslinin daha önce olmayan bir şey başlattığı fikrine dikkat! Ben de Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri adlı kitabımın ikinci bölümünün önemli bir kısmında bu başlatılanın ne olduğunu tartışmaya çalışmıştım. Ama oradaki “Türkçede modern nesir dilini 1910’ların sonlarıyla 20’lerin ortalarında Falih Rıfkı, Refik Halid ve Ahmet Haşim kurmuştur,” tezime, Vâ-Nû’nun binlerce yazısıyla yakından meşgul olduğum aylardan sonra şu ilaveyi mutlaka yapmak isterim: Bu nesir diline, gündelik hayata ait envai çeşit fenomeni, (Refik Halid ve Haşim’de olduğu gibi) esasen hayal gücü ve fantezi yeteneğini uyaracak şekilde kaydetmenin ve (Falih Rıfkı’da olduğu gibi) siyaset veya ideoloji tarafından müdahale edilip ıslah edilmek üzere işaretlemenin ötesine geçerek, gerçek anlamda düşünceye konu etme kabiliyet ve kıvraklığını verenler de Vâ-Nû-Peyami Safa-Ataç üçlüsü ve kısmen de Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl olmuştur. Bunu da 40 küsur yıl boyunca istikrarlı ve özbilinçli olarak sürdüren, Safa, Necip Fazıl ve Nâzım Hikmet gibi köşe yazarlığı kendisini daha ciddi uğraşlara girmekten alıkoyan lanet olası bir mecburiyetmiş hissini yaşamadan veya bu jeste başvurmadan, keyfini çıkarıp gururla devam ettiren tek isim Vâ-Nû’dur. (Ataç ise Ankara’ya yerleştiği 40’lardan sonra gazete yazılarında çok nadiren gündelik hayatla ilgilenmiş, kendini daha çok edebiyat sorunlarını tartışmaya ve öz Türkçecilik misyonunu vazetmeye vakfetmiştir).

Zaten bu iki ciltlik seçkiye de dahil ettiğimiz çok sayıda metinde göreceğiniz gibi, Vâ-Nû edebiyat hakkında yazarken hemen her zaman muhataplarını (bazen edebiyat araştırmacılarını, bazen öğretmenleri, bazen de genç şair ve yazarları) “edebiyat”ın kapsamını genişletmeye, sözlükçülükten ansiklopediciliğe, çeviriden folklor derlemelerine, radyo skecinden mizah yazılarına, gazete fıkralarından –diline de özen gösteren– fikir yazılarına kadar birçok nesir türünü edebiyat kapsamı içinde görmeye başlamaya davet eder. Edebiyatı o klasik şiir-roman-hikâye üçlüsüyle sınırlamak, çok dar bir bakış açısıdır ve dahası bu darlık memleketimizde söz konusu üçlünün de yenilenip gelişmesini, modern asrın okurlarına hitap edebilmesini önleyen önemli etkenlerden biridir ona göre. Yukarıda da başvurduğum ankette bunu şöyle anlatır: “Gazeteler edebiyatçıları çekti, edebiyat pratiğe geldi, ütiliter oldu… İstidatları fıkralarda, makalelerde, gazete hikâyelerinde aramalı. Edebiyatın böyle gazete sütunlarında toplanması bir realizm doğuruyor… Gazetelerde yazı yazanlar yan yana geldikleri zaman enfüsilikten [öznellikten] ayrılarak afaki [nesnel] olmaya doğru gidiyorlar ve mecburi olarak realist oluyorlar; belediyenin işlerine karışacak kadar realist.” (R.A. Sevengil, Her Gün Bir Ediple içinde, M. Armağan [yay. haz.], Timaş Yayınları, İstanbul, 2010 [1935], s. 44). Sadece edebiyata dahil edilecek türlerin artırılmasıyla ilgili bir mesele değildir bu görüldüğü gibi: Edebiyatı, yazarın öznel his ve izlenimlerini önceden tanımlanmış türlerin teamüllerine uyarak dışavurması olarak gören anlayışın aşılması elzemdir ona göre. Dünyanın yazarın öznelliğine iyice nüfuz etmesi, yazarın algı ve ilgi kapılarını sonuna kadar açık tutarak adeta nesnelliği/dünyayı içine alacak kadar geniş bir öznelliğe varması gerekir ki dışavurduklarının, yazdıklarının bir kıymetiharbiyesi olabilsin. Vâ-Nû elbette tam bu formülasyonu herhangi bir metninde açıkça dile getirmiş değildir; edebiyatla ilgili, buraya elbette çok sınırlı bir kısmını alabildiğimiz, çok sayıda yazısını okuduktan sonra bende oluşan izlenimi özetlemeye çalışıyorum.

1930’larda edebiyat sahnesinde seslerini duyurmaya başlayan Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip, Ahmet Hamdi gibi yeni-hececi şairlere gaddarca “Cep Takvimi Şairleri” adını vermesi, 40’lar boyunca Garip ekolünden şairlere “küçük hisseli ve mahdut mesuliyetli şiir kooperatifi” diye isim takması bir nesil kıskançlığı ve görece muhafazakâr bir şiir ve edebiyat anlayışına sahip olması meselesinden ibaret değildir (Bunların, özellikle ikincisinin de payı vardır gerçi: Kendi neslinden sonra yazmaya başlamış birçok önemli şair ve yazarın kıymetini teslim edememiş, şair olarak biraz Dağlarca ama daha çok Celal Sılay, yazar olarak da Aziz Nesin ve Yaşar Kemal dışında pek kimseyi önemsememiştir). Demek istediğim şey, Garipçileri “ellerinde minimini fotoğraf makineleri, küçük hayatlarındaki küçük enstantaneleri çekiyorlar… Fikir ve hayatın büyük davalarına karışmıyorlar” (“Şiir Kooperatifi”, Akşam, 27 Mart 1946) diye tarif etmesinden yola çıkarak daha iyi kavranabilir belki de: Şiir anlayışı esasen Nâzım Hikmet ve Yahya Kemal gibi iki dev ismin şiirleriyle biçimlenmiş olan Vâ-Nû, sonraki şairlerin dünyalarını fazla dar ve küçük buluyordur. Bu küçük ve dar öznelliklerin dışavurumu da doğal olarak yavanlık üretiyordur.

Yani Vâ-Nû’nun aslında edebiyatla bir ucundan ülfet kuran herkesi kendi öznel hapishanelerinden çıkıp dünyalarını genişletmeye, mümkün olduğunca çok şeyle, aslında her şey’le ilgilenmeye çağırdığını söylemek mümkündür. Burada işler ilginçleşiyor. Zira Vâ-Nû her şeyle ilgilenmenin, her şeyden bahsetmenin esasen “gazete kronikçisi”nin ihtisası olduğunu düşünür ve birkaç yazısında vurgular bunu. İki örneğe yakından bakalım: 1935 yılında İstanbul’da açılan Sovyet ressamları sergisini gezip resimler hakkındaki eleştirilerini aktardığı yazısına şöyle başlar: “Bir resim münekkidi olamayacağımı biliyorum. Lakin gazeteci, bilhassa gazete kronikçisi her şey’den bahsetmek salahiyetini kendinde görür. Çünkü bizim ihtisasımız her telden çalmak’tır.” (“Sovyet Ressamlarının Sergisi”, Haber, 18 Ocak 1935). 1951’de de spor yazarlarının sahasına girmesini aynı şekilde gerekçelendirir: “Bir gazete fıkracısı –ortalama bir vatandaş olarak– her mevzuya dokunur. Bu da onun ihtisasıdır. Bir şubedeki mütehassıslar, ‘Acaba ortalama vatandaşlar üzerinde ne tesir bırakıyoruz?’ diye gazete fıkralarını okurlar… Bir gazete fıkracısı ihtisas ölçüleri değil, içtimai ölçüler kullanarak her telden çalar.” (“Spor Hakkında İki Zıt Fikir”, Akşam, 16 Temmuz 1951). Burada Vâ-Nû bu her şeyle ilgilenme iştahını bütün fıkracı ve kronikçilere teşmil ediyor gibi görünse de aslında onun ilgi alanının meslektaşlarının büyük çoğunluğunda rastlanmayan benzersiz genişliği, tabiri caizse ansiklopedikliği bütün dikkatli okurlarının gözüne çarpmıştır. Birazdan bu okurların yazdıklarını örneklendireceğim. Ama bundan önce bahsettiğim “her şeyle ilgilenme” iştahını, bir önceki paragrafta anlattığım şeyin yani Vâ-Nû’nun “edebiyatın/öznelliğin kapsamını genişletme” çağrısının bir uzantısı olarak gördüğümü vurgulayarak mevzuyu, kulağa pek olacak şey gibi gelmiyor ama, Derrida’yla ilintilendireceğim.

Bilindiği üzere bu ünlü Fransız felsefeci muarızları tarafından sık sık edebiyatla felsefeyi karıştırmakla, felsefeyi edebiyata indirgemekle suçlanır. Derrida’nın bir sempozyumda bu suçlamaya cevap verirken söyledikleri, Vâ-Nû’nun neden popüler kurmaca eserleriyle değil de tam da bizde hiç edebiyat kapsamında görülmemiş birçok şey de dahil olmak üzere her şeyi ama her şeyi anlatma iştahı ve enerjisiyle dolu “kronikleri” ile edebiyatçı sayılması gerektiğini anlamakta işe yarayacaktır gibime geliyor. Uzunca alıntılayacağım metninde “edebiyatı” gayet alışılmadık bir biçimde, “her şeyi söyleyebilmeye izin veren ilkesel hak” olarak tanımlıyor Derrida:

Edebiyat beni tam da özel hayatın ifadesine taban tabana zıt bir şey olarak ilgilendiriyor. Edebiyat yakın tarihlerde icat edilmiş, görece kısa bir tarihi olan, hukukun evrimiyle bağlantılı her türden uzlaşımın yönlendirdiği ve ilkesel olarak her şeyin söylenmesine izin veren kamusal bir kurumdur. Dolayısıyla, Avrupa tarihinin belli bir dönemi içinde, edebiyatı tanımlayan şey ile hukuk ve siyasetteki bir devrim arasında derin bağlar vardır: Belli ilkelere dayanarak, her şeyin kamuya açık olarak söylenebilmesine cevaz verilmiştir. Başka bir deyişle, ben edebiyatın icadını, edebiyatın tarihini demokrasinin tarihinden ayıramıyorum. Edebiyat, kurmaca bahanesiyle, her şeyi söyleyebilmelidir; başka bir deyişle, edebiyat insan haklarından, ifade özgürlüğünden vs. ayrılamaz… Her halükârda, edebiyat her şeyi söyleyebilmeye izin veren ilkesel haktır ve edebiyatın büyük avantajı aynı zamanda hem siyasi hem demokratik hem de felsefi bir işlem olmasıdır, çünkü edebiyat insana felsefi bir bağlamda genellikle bastırılan soruları sorma imkânı sağlar. Doğal olarak, bu edebî kurgusallık kişiyi aynı zamanda hem sorumlu (Her şeyi söyleyebilirim, böylece canımın istediğini söylemekle kalmayıp aynı zamanda kime karşı sorumlu olduğum sorusunu da sorarım) hem de sorumsuz (Canım ne isterse onu söyleyebilirim ve bunu bir şiir, bir kurmaca ya da bir roman kılığında söylerim) kılar. Edebiyattaki bu her şeyi söyleme sorumluluğunda, kimin kime karşı ve ne için sorumlu olduğunu bilmekle ilgili siyasi bir deneyim vardır. Demokrasinin öncelikle Avrupa’daki tarihsel macerasıyla bağlantılı büyük bir şanstır bu; siyasi ve felsefi düşünce buna kayıtsız kalmamalı ve edebiyatı özel alanla ya da ev alanıyla sınırlamamalıdır. (“Yapıbozum ve Pragmatizm Üzerine Düşünceler”, Yapıbozum ve Pragmatizm, C. Mouffe [derleyen], çev. Tuncay Birkan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s. 129-130. Vurgular bana ait.)

Derrida’nın da edebiyat derken kurmaca veya şiiri örnek gösterdiği yolunda gelebilecek bariz itiraza rağmen, ben bu ilintinin hiç de benim gayretkeşliğimden ibaret olmadığında ısrar edeceğim. Bir kere Derrida bu örneği vermese de gazete kroniğinde veya yaygın tabirle fıkrada da “her şeyin kamuya açık olarak söylenebilmesine cevaz verildiği” açık olsa gerek. Ayrıca “edebiyatı özel alanla ya da ev alanıyla” sınırlamama uyarısı, tam da Vâ-Nû’nun memleket edebiyatçılarına sıkça yaptığı çağrıyla, özel hayatlarını dünyaya ve hayata açılarak, büyük, kamusal sorunlarla, felsefi meselelerle hemhal olarak genişletme çağrılarıyla epey örtüşmüyor mu? Vâ-Nû’nun Türk edebiyatçılara getirdiği eleştirilerde, “Hazır asri/modern dönemde edebiyat kavramı öznel hissiyatın terennümünün çok ötesine geçip yepyeni, gepgeniş ufuklar açmışken, artık ‘her şeyi’ söylemek mümkünken neden kendi küçücük ‘özel’ dünyanıza kapanıyorsunuz, çok önemli bir fırsatı kaçırıyorsunuz!” feryadı da yok mu? Burada bir tür kibir de teşhis edecekler olabilir ama ben burada samimi bir üzüntü, “Biz kronikçi muharrirlerin hasbelkader yapmaya çalıştığımız şeyi siz ‘edip’ler de yapsanız, ‘her şeyi söyleme sorumluluğunu üstlenseniz’ çok daha fazla sayıda güçlü romanlarımız, hikâyelerimiz, şiirlerimiz olabilirdi, yazık,” hayıflanması görüyorum daha çok.

Ama yukarıda Vâ-Nû’nun “ilgi alanının meslektaşlarının büyük çoğunluğunda rastlanmayan benzersiz genişliği”nden söz ederken ima etmeye çalıştığım gibi, ediplere de örnek teşkil edecek geniş dünya ilgisi ve bu ilgiyi derinleştirmeyi sağlayacak zihinsel ve fikrî donanım çok az muharririmizde vardı. Vâ-Nû’nun bu özel konumunu ilk fark edip yazıya dökenlerden birinin, özel bir fıkracılık tarzının, muazzam gelişkin duyularının hükmettiği kalemiyle gündelik hayattaki en ufak dalgalanmaları bile hissedip oyuncul ve hafif bir edayla kâğıda geçiren tarzda kronikçiliğin Türkçedeki büyük öncüsü Refik Halid Karay olması şaşırtıcı değil. Karay, uzun bir sürgün döneminden sonra 1938’de memlekete döndükten sonra tanışıp uzun yıllar sürecek sıkı bir dostluk geliştirdiği VâNû’ya kısa sürede hayranlık duyacak hale gelmiş olacak ki 1941 başlarında ona ve eski dostu Ulunay’a yönelik bir methiye yazar: “İkisi de kültür ehlidirler; iyi, devamlı ve çok okumuşlardır… Tiyatro tenkidi mi? Yaparlar. Edebî münakaşa mı? Girerler. Tarih bahisleri mi? Bilirler. Lisan meseleleri mi? Pek vukufludurlar. Belediyecilik mi? Âlâsından anlarlar. Tercüme mi? Çoğundan üstündürler. Resim, heykeltıraşlık, musiki, aruz vezni, hattı mihi, hiyeroglif, şamanizm, saymayayım, artık ne kadar ‘izm’li, ‘ji’li marifetler varsa hepsi sihirli dağarcıklarında mevcuttur… Ve bütün bunları, güler yüzle, gelin başından çiçek atarcasına, neşe saçıp zevk alarak yazılarına serpiştirirler.” (Refik Halid Karay, “İki Rind Meslekdaş”, [Tan, 22 Ocak 1941], Bu Gazeteciler içinde, T. Birkan [yay. haz.], İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2014, s. 50-51.)

Ulunay’ı Vâ-Nû kadar yakından tanımasam da epey bir fikir edinecek kadar yazısını okumuşumdur: Malumatlılığı, ansiklopedik ilgi alanı vs. konularında Karay’ın tespitlerine hak verebilirim ama çok temel bir şeyin eksikliği hissedilir onda: Tutarlı bir dünya görüşü, Vâ-Nû’nun Falih Rıfkı ve Mehmet Akif için uygun gördüğü tabirle “felsefe”si yoktur. Şöyle der Vâ-Nû kendi konumuna da işaret ederek1 : “Bizde bir muharririn felsefesi noktasından tenkit yahut takdir edildiği pek nadirdir… Ne lüzum var ağız kalabalığına, tumturağa, ukalalığa… Felsefeli muharrir istemeyiz… Lakin her yazının, ten içinde can gibi, bir görünmez, gizli felsefesi vardır. Bu, bir zihniyet, bir tarz-ı telakki-i cihan ifade eder… (ben) umumiyetle felsefe vahdetsizliği yapmamaya çalışırım. Bir gün ırkçı, ertesi gün Marksçı, daha ertesi gün demokrat değilim… Bence şimdiki muharrirler arasında felsefede vahdetiyle en mükemmel bir şahsiyet Falih Rıfkı Atay’dır. Onun her yazısı, kariini Garpçılığa doğru çeker. Bir an ne Pierre Loti’nin tesirine kapıldığı ne de nargileden zevkle bahsettiği duyulmuştur. Bir nesil evvel de Akif tam anlamıyla vahdet sahibiydi.” (“Muharrir ve Felsefe”, Haber, 24 Ağustos 1937.)

Vâ-Nû’nun ölümünün ardından yazılanlarda da hem inanılmaz genişlikteki ilgi alanına hem de tutarlı bir dünya görüşüne sahip olduğuna dikkat çekenler olmuş. Sözgelimi 60’lı yılların bambaşka ikliminde fıkra âleminin iki starından biri olan İlhan Selçuk, “Kendi çağının fıkracılarından şüphesiz başka idi,” demiş. “Fıkranın gevezelik sayıldığı, patlıcan musakkasından ve Boğaz gezintilerinden söz açıldığı devirde bir şöhretti. Buna rağmen tek tek fıkraları, bir sistem ve bir görüş içine sakin sakin yerleşiyordu. Bu da onun düzenli kültürünün kendisine bağışladığı ayrıcalıktı. Türkiye’nin acı gerçeklerine kişisel acı tecrübeleri de katılınca kişiliğinin çapından daha dar kalan bir çerçeveye sığmayı kabullenmişti. (“Bu Dünyadan VaNu da Geçti”, Cumhuriyet, 11 Mart 1967.)

Sinema ve tiyatro oyuncusu Nüvit Özdoğru da Türk Tiyatrosu dergisinin Ocak 1968 tarihli sayısındaki “Geçen Yılın Götürdükleri” başlıklı yazıda Vâ-Nû’ya ayırdığı kısacık bölümde ayırt edici özelliklerini değme yazardan daha iyi saptamış: “Vâlâ Nureddin Vâ-Nû eskilerin ‘allame-i cihan’ dedikleri aydınlarımızdandı. Nükleer silahsızlanmadan eğitim sistemimize, sal rüzgârlarından balık köftesine kadar her türlü konuda kalem oynatmasını bilirdi. Halk Türkçesinin deyimlerini, rengini, kıvraklığını aydın Türkçesiyle öyle bir bağdaştırmıştı ki yazılarının tadına doyum olmazdı. Günlüklerini –bitmesin diye– yudum yudum okuduğumu bilirim. Kaleminden bal damlardı. Sosyal konuların gazetelerde pek tutulmadığı günlerde bıkmadan usanmadan sosyal güvenlik sorununu işledi. Türkiye’yi daha güzel günlere hazırlayanlardandı… Günlükleri, şiirleri, oyunları, çevirileri arasından seçmeler yaparak büyük bir cilt halinde toplamak yayınevlerimize düşen görevlerdendir.”

Ama sanırım ardından en güzel, en derinlikli yazıyı, portre sanatının büyük ustası Haldun Taner yazmış, biraz uzun aktaracağım:

On beş hatta yirmi yıl boyu Türk basınının bir numaralı fıkracısı kaldı. Akşam’ın sol köşesinden her gün, öyle bilgiçlik taslamadan, edebiyat yapmadan, kelimeleri atıp tutmadan, hatta biz farkında olmadan bizi uyardı… Çok rahat ve akıcı üslubunun altında bilinçli bir halk eğiticisi, bir vulgarizatör kişiliği sezilirdi. Onun sütunu bize hocalarımızın açamadığı ne pencereler açtı. Köklü bir İstanbul terbiye ve görgüsünden gelen çelebiliği, Galatasaraylılığın verdiği ince bir esprisi, çok sevdiği Viyana’nın hayat üslubundan edindiği zarif bir Avrupalı gustosu ve nihayet Moskova günlerinin anısı bir diyalektikten örülme, kendine özgü, çok ilginç bir kültürü vardı. Düşüncelerindeki açık seçiklik, düzenlilik ve çok taraflılık buna dayanırdı. Ama okuyucularına ve dostlarına cömertçe açtığı bu hazinenin sıcaklığını başka bir şey sağlıyordu: Bu bilginin kitabi, ikinci elden bir bilgi olmayışı… Yaşam tecrübesi içinde denenmiş olması. Vâ-Nû her şeyden çok bir yaşam filozofu, bir yaşam sanatkârı idi… Vâ-Nû’yu bir cümleyle çiz deseler, “O her şeye karşı alabildiğine uyanık bir insandı,” tanımını yaparım. Her insanın bir ihtirası, bir mesleği, bir merakı oluyor. Çoğu insanın zekâsı bu alanlarda gelişiyor. Buna karşılık başka alanlarda güdük kalabiliyor. Oysa VâNû’nun beyninde sürülmemiş tarla yok gibi idi. Fransız İhtilali’yle ne kadar övür olmuşsa, patlıcanın besin özelliklerine karşı da o derece ilgili idi. Hiçbir gün kaçırmadığı ajans haberlerini ne kadar dikkatle dinleyip ahkâm çıkarırsa Süleymaniye’nin arkitektonik estetiği üzerinde de aynı isabetli yargıları yürütebiliyordu. Yeni açmış bir yaprağın taze yeşili nasıl onu saatlerce oyalayabilirse, bir ceviz kütüğünün möble olabilmesi için ne kadar yıl, nasıl kurutulması gerektiğini de bir marangoza öğretebilirdi. Bu “uyanık” ilgi yüzünden hayatının her ânı dolu ve yoğun geçti. Bunca sene, en hasta gününde bile, onun boş bir bakışını yakalayamadım. VâNû’yu bu kadar sevimli, sıcak, hayat dolu ve genç yapan da bu idi. (“İki Sevimli Hece”, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, YKY, İstanbul, 2016, s. 144-145.)

Taner’le hemfikir olmadığım tek nokta Türkiye’nin bir numaralı fıkracısı olarak kaldığı süreyi daha uzun tutmak, mesela yirmi beş-otuz yıla uzatmak gerektiğini düşünmem herhalde. Ama Taner’in harika portresinin asıl “kendine özgü, çok ilginç bir kültürü” olduğunu söylediği cümlesinden yola devam etmek istiyorum. Orada muazzam bir yaşam deneyimine, dönem okurunun çoğunun Vâ-Nû’yu az çok tanıdığını varsayarak, sadece başlıklar halinde değiniyor Taner. Halbuki bugünün okuru için Vâ-Nû sadece büyük şair Nâzım Hikmet’in biyografisini de yazan bir dostundan ibaret. Fiziksel ya da sanal herhangi bir ansiklopediden Taner’in değinip geçtiği bu başlıkların içeriğini biraz daha doldurmak da mümkün tabii. Dahası meraklı okura Bu Dünyadan Nâzım Geçti kitabını da bu sefer Vâ-Nû’nun kendi hayat hikâyesine yoğunlaşarak okumasını salık vermekle de yetinebilirdim. Ama sadece yazılarında, çoğunlukla da mevzuya giriş kabilinden anlattığı birçok ayrıntı var ki o “kendine özgü” kültürünü, bilgilerinin handiyse tamamının “yaşam tecrübesi içinde denenmiş” olmasını anlamak için en azından bir kısmını anlatmak şart.

Hayat

Vâ-Nû 1901 yılının ilk aylarında doğmuş. Birkaç yazısında hayata 20. asırla aynı sıralarda başlamış olduğunun özellikle altını çizer. Babası Mehmet Nureddin üst düzey bir Osmanlı memuru, Selanik (kesin olmamakla birlikte Vâ-Nû da muhtemelen orada doğmuş) ve Beyrut valilikleri yapmış. Vâ-Nû da doğal olarak çocukluk dönemlerinin önemli bir kısmını günümüz Türkiye’sinin sınırları dışında kalan bu iki şehirde geçirmiş. Sık sık neredeyse hiç hafızası olmadığını söylediği yakın arkadaşı Nâzım Hikmet’in tersine inanılmaz güçlü bir hafızası olan Vâ-Nû buralardaki hayatına dair çok şey hatırlar. Selanik’teyken, babası İttihat ve Terakkili olduğu için Enver ve Talat paşaların evlerine sık sık geldiklerini ve yine sık sık Üsküp ve Manastır’a gittiklerini, Meşrutiyet ilan edildiği gün yedi yaşında bir çocuk olarak Enver Paşa’nın elini öptüğünü anlatır. Eve sık gelen ricalin babasıyla konuştukları “yüksek Türkçe”ye buralardan aşina olduğu anlaşılıyor.

Daha sonra Lübnan’a geçtiklerinde babası onu Beyrut’ta (o neredeyse hep “Berut” diye yazar) üç Hintli biraderin yönettiği bir Amerikan kolejine yazdırmış. Büyük bir bahçesi olan bu okulda öğrencilere hep bir şeyler yetiştirmeyi telkin ederlermiş. Vâ-Nû’nun bu dönemle ilgili yazdıklarından tabiat ve ağaç sevgisinin temellerinin burada atılmış olduğu anlaşılıyor. Ayrıca on yaşındayken bu okulda Halepli Abdurrahman diye bir hoca ona “kum mu daha kuvvetli demir mi” diye sorarak kolektife karşı ferdin önemini anlatmış, ferdi temsil eden kumun kolektifi temsil eden demiri çizebildiğini göstermiş (“Kum mu Demir mi?”, Akşam, 27 Ağustos 1940). Bu ders ruhunda çok derin bir yere temas etmiş olacak ki özellikle 1920’lerle birlikte bütün dünyada yükselişe geçen kolektivist hareketlerin ferdi ezme tehlikesine karşı uyarılarda bulunan çok sayıda yazı yazmıştır. İleriki yıllarda Nâzım Hikmet’le birlikte gittikleri Moskova’da birçok açıdan ikna edici bulduğunu, dünya görüşünün en önemli bileşenlerinden biri haline getirdiğini bildiğimiz Marksizmin eğitimini aldığı sıralarda etraftaki kolektivizmin bazen kendisine çok boğucu geldiğini şu satırlardan da anlıyoruz: “Bir ecnebi diyarda her şeyi umumi olan bir mektepte okurken, otelde oturan bir dostumun ara sıra ziyaretine gider; banyo dairesine, ihtiyacım olmadığı halde girerek yarım saat, bir saat, sırf kendi kendimle baş başa kalmak için kilitlenir, orada ‘maşeri [kolektif] insan’ olmanın boğuntusundan kurtulurdum” (“Kolektif Terbiye ile Ferdi Hüviyet Arasında Muvazene”, Akşam, 13 Ağustos 1946). 1925’te memlekete döndüğünde komünist hareketle her türlü resmî bağını koparmış olmasının ardında, belki kısmen anarşizan da denebilecek bu ferdiyetçi damarın olduğu söylenebilir (Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler cildinde yer verdiğimiz, siyaset ve iktisatla ilgili birçok yazısından da anlaşılacağı üzere “liberalizm”e hiç sıcak bakmaz çünkü, ama bizdeki uygulamasına işçi sınıfını tamamen yok saydığı için sert itirazlar getirse de “devletçiliği” yine de ehven bir yol olarak gördüğü için anarşist sayılması mümkün değildir. Sonuçta ferde önem verse de ideolojik olarak kesinlikle, “demokratik sosyalizm” diye adlandırılabilecek bir tür kolektivizmden yanadır).

Fazla hızlı gittik, geri dönelim. Babasının ağırlaşan hastalığı yüzünden Beyrut’u terk edip İstanbul’a döndüklerinde aile büyükleri, bütçeleri aslında pek elvermese de çocuklarının geleceği adına zamanın seçkin ailelerinin toplandığı Göztepe’ye yerleşirler; gençliğe daha tam adım atmamış Vâlâ’nın Beyrut’ta başlayan tabiat sevgisi burada daha da pekişir (“Çocukluğum Göztepe taraflarında geçtiği için kır, çayır, tarla tarzındaki düzlükleri çok severim. Denizi, dağları ve diğer güzellikleri bir toprak genişliğinin ufkundan temaşa eylemek apayrı zevktir.” İstanbul’un Latif Bir Kısmı, Akşam, 21 Şubat 1941). Vâ-Nû Ka­dıköy’deki “Frerler” okuluna gitmeye başlar, ama kısa bir süre sonra babası ölünce oradan alıp Galatasaray’a yatılı öğrenci olarak verirler. Annesi, biri de yeni doğan dört çocukla zor günler geçirirken, Vâlâ’nın okuldaki macerası da pek iyi başlamaz. İlk sınavda önceki okuldan zaten ezbere bildiği bir hikâye çıktığı için önce Fransızca üçüncü sınıfa alırlar ama yaptıkları Türkçe sınavında Sabah gazetesinin ağır terkiplerle dolu başmakalesini iyi anlayamayınca tekrar ikiye geçer. Sonra Fransızcasının da o kadar iyi olmadığı anlaşılınca bire geçirilir. Bütün okulun alay konusu olur (Bunu “Bir Hicran” adlı bir hikâyesinde anlatır). Yine de böyle kötü başlayan Galatasaray macerası ona çok şey kazandırmıştır. Ailecek de tanıştıkları Nâzım Hikmet’le esasen burada dostluk kurar. Hocalarının çoğunu da ölümlerinin ardından yazdığı yazılarda genellikle olumlu anacaktır ama en çok riyaziyeci Bedros Adruni’den aldığı formasyonu önemser: “Çalışma ve düşünce kabiliyetimin ilk teşekkülünü riyaziye muallimimiz Bedros Adruni’ye medyunum… Bu adam, riyaziye gibi kupkuru ve illallah dedirtici bir dersi, adeta şairane bir şekilde, aşkla öğretir ve bizi hayran hayran dinletirdi. Riyaziyeyi mektepte moda yapmıştı… o hâlâ nazarımda manevi bir devdir” (“İyi Hocalar”, Haber, 27 Temmuz 1937).

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Deneme
  • Kitap AdıFikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir
  • Sayfa Sayısı432
  • YazarVâ-Nû
  • ISBN9789750752667
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler ~ Vâ-NûAsri Rüyalar, Fetiş Rejimler

    Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler

    Vâ-Nû

    Vâlâ Nureddin ‘Vâ-Nû’, günümüzde sadece Nâzım Hikmet’in yakın dostu ve biyograficisi olarak hatırlanıyor. Oysa çok uzun yıllar “Türkiye’nin bir numaralı fıkracısı” kabul edilmiş, hem...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Rüya ~ Namık Kemal, Ziya PaşaRüya

    Rüya

    Namık Kemal, Ziya Paşa

    “Mademki Devlet-i Âliye dahi Avrupa familyasından sayılmaktadır, bütün âleme muhalif olarak bizim bu halde bekamız imkân dahilinde olamaz. Millet meclisi, dokunsa dokunsa vekillerin bağımsızlıklarına...

  2. Kapalı Gişe Yalnızlık ~ Serkan ÖzelKapalı Gişe Yalnızlık

    Kapalı Gişe Yalnızlık

    Serkan Özel

    Canı yanardı… “Geçmiş olsun!” derdim. Yüreği burkulurdu… “Geçmiş olsun!” derdim. “Ama seni seviyorum…” derdi. “Geçmiş olmasın!” derdim. Niye biliyor musunuz? Çünkü aşktı benim tek...

  3. Gizemli Bir Dünya: Sinema ~ İslam GemiciGizemli Bir Dünya: Sinema

    Gizemli Bir Dünya: Sinema

    İslam Gemici

    Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur