“Kutsal Mezarlığa gömülen ölüler, kısa sürede yeniden hayata dönerler.”
-Bir Kızılderili İnancı-
Dr. Louis Creed ve ailesi eski kızılderili mezarlığındaki ruhların gazabına uğramışlardı… Bunun elbette nedenleri olmalıydı!..
Stephen King okurlarını, doğaüstü olaylarla bezenmiş heyecanların doruğuna götürüyor.
BÖLÜM 1
EVCİL HAYVAN MEZARLIĞI
Hazreti İsa onlara dedi ki: “Dostumuz Lazarus uyuyor, ama ben gidip onu uykusundan uyandırabilirim.”
Bunun üzerine havarileri birbirine baktılar ve banlan İsa’nın mecazi anlamda konuştuğunu bilmediklerinden gülümsediler. “Efendim, eğer o uyursa daha iyi olur,” dediler.
O zaman Hazreti İsa onlarla daha yalın konuştu. “Lazarus öldü, evel… yine de biz ona gidelim.”
YOHANNA İNCİLİ
1
Babasını üç yaşında kaybeden Louis Creed, büyükbabasını hiç tanımadığı gibi, orta yaşlılığa geçerken bir baba bulacağını aklına bile getirmemişti, ancak olan da buydu işte. Bir insanın babası olması gereken kişiyi yaşamının epey geç bir döneminde bulduğu zaman yaptığı gibi, bu kişiye “dostum” diyordu. Karısı ve iki çocuğuyla Ludlow’daki büyük ahşap eve taşındıkları akşam tanışmıştı onunla. Winston Churchill de onlarla birlikte taşınmıştı. Church kızı Eileen’in kedisiydi.
Üniversitenin konut arama komitesi çok ağır çalışmış, üniversiteye gidip gelecek uzaklıkta bir yer bulmak tüyler ürpertici bir serüven olmuştu; öyle ki, orası olduğuna kesinlikle inandığı (bütün işaretler vardı işte… Sezar’ın öldürülmesinden önceki gecenin gök işaretleri gibi, diye düşündü Louis) yere yaklaştıklarında hepsi de yorgun, sinirli ve gerilim içindeydiler. Gage’in dişleri çıktığı gibi bütün gün mızmızlık edip duruyordu. Rachel ne kadar ninni söylese de uyumuyordu çocuk. Saati olmamasına rağmen meme vermeye bile kalkışmıştı. Oğlan ağzına sokulan meme başını hart diye ısırıvermişti. Tüm yaşamı boyunca oturduğu Chicago’dan Maine’e taşınmalarını hâlâ pek kavrayamamış olan Rachel hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Eileen de annesine katılmıştı hemen. Steyşın vagonun arkasında Church yolda bulundukları on üç günden beri olduğu gibi huzursuzca adımlayıp duruyordu kapatıldığı daracık yeri. Kafeste bulunduğu sırada miyavlamasına dayanamamışlardı; ancak kedinin serbest bırakıldıktan sonra arabanın içindeki bu durmadan yürümesi insanın sinirlerini harap ediyordu.
Louis’in de içinden ağlamak gelmiyor değildi. Çılgınca ama yine de pek itici olmayan bir fikir geldi aklına: Eşyalarını getiren kamyonu beklerken Bangor’a gidip bir şeyler yemelerini önerecekti. Sonra kadere rehin olarak vereceği bu üç yolcusu arabadan inince, birden gazı kökleyecek ve arkasına bile bakmadan çekip gidecekti oradan. Güneye, Florida’da Orlando’ya kadar gidecek, orada Disney Dünyası’nda doktor olarak yeni bir ad altında iş bulacaktı. Ancak otoyola çıkmadan önce bir kenarda durup o lanet olaşıca kediyi de atacaktı dışarı.
Son dönemeci de aştıktan sonra şimdiye kadar yalnız kendisinin görmüş olduğu ev karşılarına çıktı. Maine Üniversitesi’ndeki işini garantiledikten sonra gönderdikleri fotoğraflardan ayırdıkları yedi olası yere bakmak üzere uçakla gelmiş ve işte bunu seçmişti. New England tipi eski bir ev, aşağıda üç büyük oda, yukarıda dört oda, ilerde odaya dönüştürülebilecek uzun bir sundurma ve bu ağustos sıcağında bile evi çepeçevre saran yemyeşil çimenlik.
Evin arkasında çocukların oynayabilecekleri geniş bir alan, onun ardında da sonsuza kadar uzanırmış gibi görünen orman vardı. Emlakçının dediğine göre, bu çevrede yakın bir gelecekte herhangi bir imar girişiminde bulunulmayacaktı. Micmac Kızılderili kabilesinin hayatta kalanlan Ludlow’la doğusundaki kasabaların çevresindeki sekiz bin dönüm toprakta hak iddia etmişlerdi, eyalet ve federal mahkemelerinin işe karışmalarını gerektiren dava önümüzdeki yüzyılın ortalarına kadar uzayabilirdi.
Rachel birden kesti ağlamasını. Yerinde doğruldu. “Bu…” “Evet o,” dedi Louis. Korkuyordu. Hatta dehşet içindeydi. Yaşamlanının on iki yılını ipotek etmişti bunun için; Eileen on yedisine basana kadar borç ödeyecekti.
Yutkundu.
“Ne diyorsun?”
“Şahane bir yer,” dedi Rachel. Louis’in göğsünden ağır bir yük kalkmıştı. Kafasından da. Karısının alay etmediğini görüyordu; evin arkasındaki sundurmaya uzanan asfalt yolda giderlerken eve bakışından, gözlerinin çıplak pencerelerde dolaşmasından, daha şimdiden perdeler, dolaplara muşamba örtüler ve daha Tanrı bilir neler düşünmesinden anlıyordu bunu.
“Baba?” dedi Ellie arka koltuktan. O da kesmişti ağlamayı. Gage bile kıpırdanıp durmuyordu. Louis bu beklenmedik sessizliğin keyfini çıkardı.
“Ne var, yavrum?”
Kızın dikiz aynasından görülen kahverengi gözleri de evi, bahçeyi, soldaki bir evin çatısını ve ormanlara uzanan büyük çimenliği süzüyordu.
“Evimiz burası mı?”
“Evet, yavrum.”
“Yaşasın!” Kulağının zarı patlayacaktı Louis’in. Kimi zaman Ellie’den çok rahatsız olabilen Louis, Orlando’daki Disney Dünyasını hiç görmese bile umurunda olmadığını düşündü.
Arabayı sundurmanın önüne park edip motoru kapattı. Motor takırdadı bir süre. Chicago’dan, State Caddesi’nin kalabalığından sonra çok derin görünen sessizlikte bir kuş cıvıltısı duyuldu.
Hålå eve bakan Rachel, “Yuvamız,” dedi.
“Yuva,” dedi kucağında sakin sakin oturan Gage.
Louis’le Rachel birbirlerine baktılar. Dikiz aynasında Eileen’in gözleri irileşti.
“Duydun mu…” “Gerçekten…”
“Ne dedi…”
Hepsi bir anda konuşmuşlardı, hep birlikte güldüler sonra. Gage onlara aldırış bile etmedi, parmağını emmeyi sürdürdü. Bir
aydır, “Anne,” diyordu, bir iki kez de, “Baba,” demek istediğini belirten bazı sesler çıkarmıştı.
Ancak ya rastlantıyla ya da annesini taklit ederek gerçek bir sözcük çıkmıştı ağzından. Yuva.
2
Louis, oğlunu karısının kucağından alıp kolları arasında sıktı. Ludlow’a böyle geldiler işte.
Louis Creed o amı tılsımla bir an olarak hatırlayacaktı, belki de gerçekten tilsimlı olduğu için, ama bu daha çok, akşamın geri kalanının çılgıncasına olduğu içindi. Ondan sonraki üç saat içinde ne rahat huzur, ne de tılsım vardı.
Derli toplu, düzenden hoşlanan bir insan olan Louis evin anahtarlarını bir zarfa koymuş, zarfın üzerine “Ludlow Evi, anahtarlar 29 Haziran’da alındı,” diye yazmıştı. Zarfı arabasının torpido gözüne koymuştu sonra. Bundan emindi. Ama şimdi zarf orada değildi işte.
Giderek artan bir öfkeyle anahtarları ararken Rachel, Gage’i kucağına alıp Eileen’in ardından çayırlıktaki ağaca doğru yürümüştü. Louis koltukların altını üçüncü kez ararken kızı bir çığlık attı, sonra da ağlamaya başladı.
“Louis!” diye seslendi Rachel. “Kız yaralandı.”
Eileen otomobil lastiğinden yapılma bir salıncaktan düşmüş dizini bir taşa çarpıştı. Önemli bir şey yoktu, ama kız sanki bacağı kopmuş gibi bağırıyordu. Louis yolun karşısındaki, oturma odasında bir ışık yanan eve baktı.
“Yeter artık, Ellie!” diye seslendi. “Karşıdakiler adam öldürülüyor sanacaklar.”
“Acıyor ama!”
Louis kendini tutmaya çalışarak arabaya döndü. Anahtarlar kayıptı ama ilkyardım çantası hâlâ gözde duruyordu. Çantayı alıp kızının yanına gitti. Ellie çantayı görünce eskisinden daha çok yaygara kopardı.
“Olmaz! O yakan şeyi istemem! istemem o yakan şeyi. Baba, hayır…”
“Eileen tentürdiyot bu hem yakmaz, hem de…”
“Koca kız oldun artık,” dedi Rachel. “Yalnızca…” “Hayır, hayır, hayır…”
“Ya sesini kesersin ya da kıçının ağrısından bağırırsın,” dedi Louis.
“Kız yoruldu, Lou,” dedi Rachel.
“O duyguyu iyi bilirim. Uzat şunun bacağını.”
Rachel, Gage’i yere indirip Eileen’in bacağını tuttu, Louis kizın artan çığlıklarına aldırmadan tentürdiyotu sürdü.
“Karşı evin kapısına biri çıktı,” dedi Rachel. Otlar arasında emeklemeye çalışan Gage’i kaldırdı.
“Bir bu eksikti.”
“Lou, kız…”
“Biliyorum, yorgun.” Louis şişeyi kapatıp kızına baktı. “Hiç de acıtmadı işte. Açık konuşalım, Ellie.”
“Acıttı. Çok acıyor. Çooook…”
Louis kızı tokatlamamak için güç tuttu kendini. “Anahtarları buldun mu?” diye sordu, Rachel.
“Daha bulamadım.” İlkyardım çantasını kapatıp ayağa kalktı. “Şimdi…”
Bu kez Gage haykırmaya başladı. Yaygara koparıyor ya da ağlıyor değildi, Rachel’in kucağında kıvranıyor, gerçekten haykırıyordu.
“Nesi var bunun?” diye Rachel çocuğu kocasına uzattı. Louis, bir doktorla evli olmanın yararlarından biri de bu, diye düşündü. Çocuğun ölmek üzere olduğunu sandığın her zaman hemen uzatıverirdin kocana. “Louis! Ne…”
Çocuk çılgıncasına boynunu koparmaya çalışıyor, çığlık çığlığa bağırıyordu. Louis, oğlanı çevirince boynunda beyaz bir şiş gör-
dü. Pantolonunun askısında da zayıfça kıpırdayan tüylü bir şey vardı.
Sakinleşmeye başlamış olan Eileen yeniden bağırmaya koyuldu o anda. Korkuyla geri fırlarken az önce başına iş açan taşa bir daha çarptı, sırtüstü yere düştü, şaşkınlık, korku ve acıyla ağlamaya başladı.
Çıldıracağım, diye düşündü, Louis. Çıldırıyorum. “Bir şeyler yap, Louis! Bir şey yapamaz mısın?”
Arkalarında bir ses, “İğneyi çıkarın,” dedi. “İğneyi çıkarın, üstüne biraz sodyumbikarbonat koyun. Şiş iner hemen.” Ses öylesine boğuk ve sözcükleri Doğu aksanıyla söylüyordu ki, Louis’in karmakarışık kafası ne dendiğini bir türlü anlayamıyordu.
Dönüp bakınca belki de yetmiş yaşlarında -canlı ve sağlıklı bir yetmiş yaş bir adam gördü çimenlerin üstünde. Adamın üzerinde bir tulum, sırtında da kırış kırış ensesini açıkta bırakan mavi bir gömlek vardı. Yüzü güneşten yanmıştı, filtresiz bir sigara içiyordu. Louis bakarken adam sigarasını başparmağıyla işaret parmağı arasında söndürüp izmariti cebine yerleştirdi. Elini uzatıp çarpık çarpik gülümsedi sonra. Louis sevmişti adamın gülümsemesini, ūstelik insanlara kolayca “alışan” bir tip olmamasına karşın.
“İşinizi öğretmek gibi olmasın, doktor,” dedi adam. İşte Louis, babası olması gereken Judson Crandall’la böyle tanışmıştı.
3
Adam karşıdan geldiklerini görmüş ve kendi deyimiyle “biraz sıkışık durumda olduklarını fark edince yardıma koşmuştu.
Louis çocuğu omzuna kaldırdı, Crandall yaklaşıp Gage’in boynundaki şişe baktı, romatizmalı elini uzattı. Rachel itiraz edercesine açtı ağzını, adamın eli çok beceriksiz ve Gage’in kafası kadar iri görünüyordu, ama o daha bir şey söyleyemeden yaşlı adamın parmakları kesin bir hareketle oynadı; böceğin iğnesi avucu içindeydi.
“İriymiş,” dedi. “Ödül falan almaz irilikte belki ama yine de esasli.” Louis elinde olmadan güldü.
Crandall o çarpık gülümsemesiyle baktı yüzüne. “Esaslı, değil mi?”
“Ne dedi, anne?” diye sordu Eileen. Rachel de kahkahayı bastı. Büyük saygısızlıktı bu, ama yine de öyle görünmedi nedense, Crandall cebinden bir paket Chesterfield sigarası çıkardı, ağzının kırışık köşesine bir tane yerleştirip başını salladı. Hepsi gülüyorlardı şimdi, annın soktuğu yerin şişi inmemiş olmasına rağmen Gage de. Yaşlı adam tırnağıyla yaktı kibriti. Hepsinin bir numarası vardır, diye düşündü Louis. Küçük belki, ama içlerinde iyileri de vardır.
Louis gülmeyi kesip Gage’in ıslak altında olmayan elini uzattı. “Tanıştığımıza memnun oldum bay…”
“Jud Crandall,” diyen adam elini sıktı. “Siz de doktorsunuz, sanırım.”
“Evet, Louis Creed. Karım Rachel, kızım Eileen ve arının soktuğu da Gage.”
“Tanıştığımıza memnun oldum.”
“Gülmek istememiştim… yani hiçbirimiz istememiştik… epey yorulduk da, sinirlerimiz bozulmuş olmalı.”
Her şeyi böyle önemsizmiş gibi açıklayıvermesi yeniden kıkırdamasına neden oldu. “Yorgunluktan ölecek gibiydi.
Crandall başını salladı. “Öylesine elbette.” Rachel’e baktı. “KJzınızla oğlunuzu bize götürsenize Bayan Creed. Biraz sodyumbikarbonat koyardık şişin üstüne. Karım da sizinle tanışmak isteyecektir. Pek sokağa çıkmaz. Son iki üç yılda romatizmaları çok azdı.”
Rachel kocasına baktı, Louis başını eğdi.
“Çok naziksiniz, Bay Crandall.”
“Adım Jud,” dedi adam.
Bir korna sesi ardından bir motor gürültüsü duyuldu, büyük mavi kamyon evin yoluna girdi.
“Anahtarları da nereye koyduğumu bilemiyorum,” dedi Louis. “Önemi yok,” dedi Crandall. “Bende yedek anahtar var. Sizden önce burada oturan Bay ve Bayan Cleveland vermişlerdi, on dört, on beş yıl önce. Epey uzun bir süre yaşadılar burada. Joan Cleveland karımın en iyi arkadaşıydı. İki yıl önce öldü. Bill de Orrington’daki o yaşlılar köyüne gitti. Gidip getireyim, zaten şimdi anahtarlar sizindir artık.”
“Çok iyisiniz, Bay Crandall,” dedi. Rachel.
“Yok canım. Çevremizde gençleri görmek istiyorum yine, hepsi bu. Çocuklara yolda dikkat edin, Bayan Creed. O yoldan büyük kamyonlar geçer.”
Nakliye şirketinin adamları kamyondan inip kendilerine doğru yürüdüler.
Yanlarından biraz uzaklaşmış olan Ellic, “Baba, bu nedir?” diye sordu.
Nakliyecilere doğru yürümekte olan Louis durdu. Bahçenin bitip de çayının başladığı yerde bir metre eninde bir patika tepeye doğru çıkıyor, çalılıklar ve ağaçlar arasında gözden kayboluyordu. “Bir patikaya benziyor,” dedi Louis.
“Öyle.” diye gülümsedi Crandall. “Bir gün anlatırım, küçük hanım. Bize gidip kardeşini rahatlatalım mı, ha?”
“Elbette.” Sonra bir tur umutla sordu. “Sodyum insanın canını yakar mı?”
4
Crandall anahtarları getirdiğinde Louis kendisininkileri bulmuştu. Torpido gözünün üstündeki boşluktan elektrik telleri arasına kaymıştı zarf. Kapıyı açıp adamları içeri aldı. Crandall öteki anahtarları da verdi. Kullanılmaktan parlayan eski bir zincirin…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHayvan Mezarlığı
- Sayfa Sayısı375
- YazarStephen King
- ISBN9789754051520
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Baştan Çıkaran Ölüm ~ Nora Roberts
Baştan Çıkaran Ölüm
Nora Roberts
Dante kurbanıyla yüz yüze görüşmeden haftalar önce ona siber alem üzerinden kur yapmıştı. Genç kız birkaç yudum şarap ve bir-iki saatin ardından sonra ölmüştü....
- Bir Kadın ~ Annie Ernaux
Bir Kadın
Annie Ernaux
Artık sesini duymayacağım. Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son...
- Bir Kadının Seks Günlüğü ~ Valerie Tasso
Bir Kadının Seks Günlüğü
Valerie Tasso
Bir Kadının Seks Günlüğü iyi bir aileden gelme, işletme mezunu, başından geçen cinsel ilişkiler dolayısıyla yaşadığı önemli dönüşümü anlatan Fransız bir kadının gerçek yaşam...