Dostoyevski’nin Sibirya döneminde kaleme aldığı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri yazarın gizli kalmış güldürü yeteneğini gözler önüne seren, gerilimli ve esprili bir taşra hikâyesidir.
Üniversite öğrencisi Sergey Aleksandroviç, zengin dayısı Albay Rostanev’in taşra malikânesine misafir gelir. Burada, mülayim dayısı Rostanev’in tepesine çıkan Foma Fomiç adında kendini beğenmiş bir şarlatanın büyükannesine yaranmaya çalışarak, evin başköşesine yerleştiğini fark eder. Foma Fomiç’in yaptıklarını nutku tutularak izleyen Sergey’in gelişiyle evin düzeninde önemli değişiklikler olacaktır. Dostoyevski’nin bir oyun olarak tasarladığı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri, genç yazarın ustası Gogol’e verdiği bir selam niteliğindedir.
“Stepançikovo Köyü’nün Foma Fomiç’i karşı konulmaz, Molière ve Shakespeare’e rakip olabilecek birinci sınıf, komik bir eser.”
THOMAS MANN
“Stepançikovo Köyü Dostoyevski’nin kendi geçmişinin eleştirel bir incelemesidir.”
JOSEPH FRANK
İÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER……………………………………………………………………………………7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………… 11
ÖNSÖZ
1849 SONRASINDA DOSTOYEVSKİ / D.S. MİRSKY…………………………….. 23
Stepançikovo Köyü
ve Sakinleri
Birinci Bölüm…………………………………………………………………………………………………………. 41
İkinci ve Son Bölüm…………………………………………………………………………………….211
Birinci Bölüm
I
GİRİŞ
Dayım Albay Yegor İlyiç Rostanev emekliye ayrıldıktan sonra, kendisine miras kalan Stepançikovo Köyü’ne yerleşmiş, orada, ömrünü malikânesinde geçirmiş atadan bir toprak sahibi gibi yaşamaya başlamıştı. Kesinlikle her şeyi hoşnutlukla karşılayan, her şeye alışıveren insanlar vardır. Emekli albay da bunlardandı. Ondan daha uysal, her şeye boyun eğen bir insan düşünmek bile güçtür. Tutup ondan –şöyle birazcık ciddi bir tavırla– birini omzuna alıp iki versta uzakta bir yere taşımasını isteyecek olsalar taşırdı sanırım. Bir kez istemekle her şeyini vermeye, ilk isteyenle, handiyse sırtındaki son gömleğini ortak kullanmaya hazır olacak derecede iyi yürekliydi. Babayiğit bir dış görünüşü vardı: Uzun boylu, iri yapılıydı. Yanakları al al, dişleri –fildişi gibi– bembeyazdı. Uzun bıyığı koyu kızıldı. Sesi gürdü, çın çın öterdi kahkahaları. Konuşması kesik kesik, çabuktu. Emekliye ayrıldığında kırk yaşlarındaydı. Aşağı yukarı on altı yaşında girdiği hafif süvaride geçmişti ömrü. Çok genç yaşta evlenmişti, karısını çılgınca seviyordu. Ama ölmüştü karısı, dayımın yüreğinde silinmez, soylu bir anı bırakarak… Sonunda Stepançikovo Köyü kendisine miras kalınca –böylelikle altı yüz köleye ulaşmıştı varlığı– görevden ayrılmış, yukarıda söylediğim gibi, çocuklarıyla –sekiz yaşında olan İlyuşa ile (onu doğururken ölmüştü annesi) on beş yaşlarında genç bir kız olan, annesinin ölümünden sonra Moskova’da bir pansiyona verdiği büyük kızı Saşa ile– köye yerleşmişti. Ama çok geçmeden Nuh’un Gemisi’ne dönmüştü dayımın evi. Bakın neler oldu:
O mirasa konup da emekliye ayrıldığı günlerde, ikinci evliliğini on altı yıl önce, dayım asteğmenken yapan general karısı anneciği de dul kalmıştı. Annesi, ilk kocası öldükten sonra General Krahotkin ile (evlenmeyi oğlu düşündüğü sıralar) evlenmişti. Anneciği, evlenmesi için istediği anne onayını uzun süre vermemişti dayıma. Ağlayıp sızlamış, oğlunu bencillikle, nankörlükle, saygısızlıkla suçlayıp durmuştu. Dayımın iki yüz elli kölelik varlığının, ailesini (yani –çevresindeki asalaklarıyla, finolarıyla, fifileriyle, Çin kedileriyle vb.– sevgili annesinin) geçindirmeye zaten yetmediğini söylüyordu. Bu sitemlerin, azarlamaların, sızlanmaların arasında (oğlundan önce) evlenivermişti. Kırk iki yaşındaydı o zamanlar. Gelgelelim bunda da zavallı dayımı suçlayacak bir neden bulmuştu. Generalle sadece ihtiyarlığında kendisine bir sığınak edinmek, saygısız bencilin, oğlunun, bağışlanamayacak bir küstahlığa kalkışmakla –bir yuva kurmaktı dayımın bu küstahlığı– ondan esirgediği sığınağı edinmek için evlendiğini söylüyordu önüne gelene.
Görünüşte öylesine aklı başında bir insana benzeyen rahmetli General Krahotkin’i kırk ikilik bir dulla evlenmeye iten gerçek nedeni hiçbir zaman öğrenemedim. Kadının paralı olduğunu sanmış olsa gerek. Ona düpedüz bir bakıcının gerektiğini, zira sonraları, ihtiyarlığında onu her yandan saran hastalıkları daha o zamandan sezinlediğini düşünenler de vardı. Bilinen tek şey şu: Evlilikleri süresince hiç de derin bir saygı beslememişti karısına general. Her fırsatta alay etmişti onunla. Tuhaf bir insandı. Yarım yamalak bir öğrenim görmüştü, ama oldukça zekiydi. Ayırmadan herkesi küçümserdi. Prensip diye bir takıntısı yoktu. Herkesle, her şeyle alay ederdi. Yaşlanınca da düzenli, iyi sayılamayacak yaşayışı sonucu hastalıkları yüzünden huysuz, sinirli, acımasız bir ihtiyar olmuştu. Görevinde başarılıydı. Ne var ki, “tatsız bir olay” nedeniyle pek uygunsuz bir biçimde –mahkemede yakayı güç kurtararak, emekli aylığından da yoksun kalarak– emekliye ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu iyice huysuzlaştırmıştı onu. Malı mülkü hemen hiç olmadığı, sayıları yüzü bulan köleleri yoksulluk içinde kıvrandığı halde, emekliye ayrılınca yan gelip yattı general. Günlerini, tam on iki yılını, geçiminin neyle sağlandığını, ona kimin baktığını kendisine dert edinmeden geçirdi. Oysa bu arada yaşamın her türlü hazzını tatmak da istiyor, giderlerini kısmaya yanaşmıyor, özel kupa arabasını satmıyordu. Çok geçmeden ayakları tutmaz oldu. Ömrünün son on yılını, ondan en yakası açılmadık küfürlerden başka bir şey işitmemiş, boylu boslu iki uşağın, gerektiğinde bir yerden bir yere ittiği tekerlekli sandalyesinde geçirdi. Kupa arabasının, uşakların, tekerlekli sandalyenin masraflarını generalin karısının saygısız oğlu –çiftliğini, üst üste ipotek ettirerek, en zorunlu gereksinimlerinden kısarak, o zamanki durumuna göre hemen hemen hiç ödeyemeyeceği borçlara girerek– karşılıyordu. Ama bencil adından, nankör evlat adından kurtulamamıştı gene de. Dayım o denli temiz yürekliydi ki, bencil bir insan olduğuna kendi de inanmıştı sonunda. Bu yüzden kendisini cezalandırmak için, bencillikten kurtulmak için giderek daha çok para yollamaya başlamıştı annesine. General karısı tapıyordu kocasına. Aslında en çok hoşlandığı da onun bir general, kendisinin de onun sayesinde general karısı olmasıydı.
Evde general karısının –kocasının varlığıyla yokluğu belli değilken– çevresindeki asalakların, kent dedikoducularının, finoların arasında parlak bir yaşam sürdüğü ayrı bir bölümü vardı. Küçük kentin önde gelenlerindendi general karısı. Dedikodular; vaftiz analığına, nikâh analığına çağrılmalar, ufak ufak oynanan prejefans’lar,1 genel olarak da, general karısı olduğu için kendisine gösterilen saygı, evdeki sıkıntılarını silip atmaya yetiyordu. Kentin laf taşıyıcıları her gün uğrarlardı ona. Her yerde, her zaman baş köşe onundu. Sözün kısası, generallik sıfatından yararlanabildiğince yararlanıyordu. General, karısının hiçbir şeyine karışmıyordu. Öte yandan, başkalarının yanında insafsızca alay ediyordu onunla. Sözgelimi, böyle “kilise ekmekçisi” bir kadınla neden evlendiğini soruyordu. İtiraz edemiyordu ona kimse. Tanıdıkları yavaş yavaş uzaklaşmışlardı. Oysa gerekliydi onun için toplum: Çene çalmayı, hafiften tartışmayı sever; karşısında onu dinleyen birinin oturmasını isterdi. Eski liberal düşüncelilerden, tanrıtanımazlardandı. Bu yüzden göksel şeylerden söz etmeyi de severdi.
Ne var ki, küçük N… kentinin dinleyicileri göksel şeylere pek ilgi duymuyorlardı. Giderek daha seyrek ziyaretine gelmeye başlamışlardı. Aile arasında vist-preferans oynamayı deniyorlardı. Ama her oyunun sonunda sinir krizi geliyordu generale. Öyle ki, karısı da, evde asalak geçinen sığıntılar da dehşete kapılıyor; mum yakıyor, dualar okuyor, bakla falı, kâğıt falı bakıyor, cezaevinde ekmek dağıtıyorlar; yeni bir vist-preferans partisi kuracakları, yaptıkları her yanlışlık yüzünden azar, küfür işitecekleri, handiyse dayak yiyecekleri öğlen sonrası saatini korkuyla beklemeye başlıyorlardı. Bir şey hoşuna gitmediği zaman hiç kimseden çekinmezdi general. Görgüsüz bir kadın gibi ciyak ciyak bağırmaya, bir arabacı gibi ağzına geleni söylemeye başlar, bazen kâğıtları parça parça edip yere fırlattıktan, oyun arkadaşlarını kovduktan sonra can sıkıntısından, öfkesinden ağlamaya bile başlardı. Hem bütün bunların nedeni çoğu zaman, dokuzlu yerine atılan bir vale olurdu. Gözleri zayıfladığı için son zamanlarda bir okumacıya gereksinimi olmuştu. Foma Fomiç Opiskin de o zaman çıkmıştı ortaya.
Ne yalan söyleyeyim, öykümün bu yeni kişisini biraz törenli anlatmaya başladım. Hiç kuşkusuz, öykümün en önemli kişilerinden birisidir. Okuyucunun dikkatine ne denli değdiğini anlatmayacağım burada: Bu konuda okuyucunun kendisinin karar vermesi daha yerinde olur.
Foma Fomiç, General Krahotkin’in evine boğaz tokluğuna – ne daha çok, ne daha az– çalışan bir sığıntı olarak girmişti. Ortaya nereden çıktığı, bilinmezliğin karanlığıyla örtülüdür. Bununla birlikte, bazı araştırmalar yaptım. Dikkate değer bu insanın geçmişiyle ilgili ufak tefek bilgiler edindim. Bir zamanlar, bir yerde devlet hizmetinde çalıştığını, başka bir yerde – kuşkusuz– “doğruluğu yüzünden” çok çektiğini söylüyorlardı. Bir zamanlar Moskova’da edebiyatla ilgilendiğini söyleyenler de vardı. Şaşılacak bir şey değil bu: Foma Fomiç’in kara cahilliği, onun edebiyat alanındaki başarısını engelleyemezdi kuşkusuz. Ama şu biliniyordu kesinlikle: Hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı Foma. Sonunda, çile doldurmak için, okumacı olarak generalin yanına girmek zorunda kalmıştı. Generalin evinde yediği bir lokma ekmek için katlanmadığı hakaret yoktu. Doğrusu, sonraları, generalin ölümünden sonra Foma hiç beklenmedik bir biçimde, ansızın önemli, olağanüstü bir kişilik olunca, soytarılığı kabullenirken kendini yüce gönüllülükle dostluğa adadığını, generalin onun velinimeti olduğunu, generalin büyük, anlaşılmamış bir insan olduğunu birçok kez söylemişti bize. Ruhunun en değerli, en gizli sırlarını yalnız ona, Foma’ya açarmış general. Generalin isteğiyle yabani hayvanların taklidini yapması, kılıktan kılığa girmesi sadece hastalıklardan bunalan zavallı bir dostun acılarını hafifletmek, onu eğlendirmek içinmiş. Ancak, Foma Fomiç’in bu konudaki sözleri hayli kuşku götürür. Öte yandan, aynı Foma Fomiç’in, soytarıyken, general evinin kadınlar bölümünde bambaşka bir durumu vardı. Bu durumu kendisine nasıl sağladığını, bu gibi işlerde uzman olmayanların anlaması güçtür.
General karısının mistik bir saygısı vardı ona. Nereden geliyordu bu saygı, bilinmiyor. General evinin kadınlar bölümünde bir zaman sonra bazı meraklı hanımların tımarhanelerde ziyaret ettikleri bilge kişilerin, kâhinlerin uyandırdıkları etkiyi andıran bir etki uyandırmıştı. Yüksek sesle din kitapları okuyor, Hıristiyanlığın erdemlerinden gözyaşları dökerek söz ediyor, hayatını, yaptığı büyük işleri anlatıyor, öğlen ayinlerine hatta sabaha karşı ayinlerine gidiyor, bazı kehanetlerde bulunuyor, özellikle düş yorumlamasını pek iyi beceriyor, tanıdık insanları ustalıkla eleştiriyordu. General arka odalarda neler olup bittiğini sezinliyor, sığıntısını daha acımasız eziyordu. Ne var ki Foma’nın çektikleri, general karısıyla çevresindekilerin ona olan saygısını daha da güçlendiriyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıStepançikovo Köyü ve Sakinleri
- Sayfa Sayısı292
- YazarFyodor Mihayloviç Dostoyevski
- ISBN9789750535383
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fang Ailesi ~ Kevin Wilson
Fang Ailesi
Kevin Wilson
“Tuhaf, benzersiz ve gerçekten eğlenceli. Başka hiçbir kitaba benzemiyor.” Ann Patchett, Time Time, Guardian, Amazon, Esquire, People ve Kirkus’un “YILIN EN İYİ KİTABI” seçkilerinde....
- Gölgelerden Uzakta ~ Jason Wallace
Gölgelerden Uzakta
Jason Wallace
Zimbabve halkının şahit olduğu amansız bir kurtuluş savaşının gölgesinde kurulmuş; ırkçılık, derebeylik, ahlâk ve politika kavramlarını gündeme taşıyan dikkat çekici bir okuma deneyimi sunuyor.
- Anya’yı Beklerken ~ Michael Morpurgo
Anya’yı Beklerken
Michael Morpurgo
Savaş Atı kitabından tanıdığımız İngiliz yazar Michael Morpurgo’nun kaleminden, hümanist değerlerle yoğrulmuş destansı bir dayanışma öyküsü: Anya’yı Beklerken. On yaş ve üzeri her yaştan okurun yüreğini...