Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Müptezeller
Müptezeller

Müptezeller

Emrah Serbes

“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir…

“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir ev daha.” “Ona üzülmüyorum ki ben,” dedi babam. “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu. Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık.”

Güzel olmak isteyen alkolikler, berduşlar, kardeşler… Zembereği boşalmış hayat memat ezberleri, tek gözlü geceler. Yeraltının karın gurultusuna, belalı bir gündüze sarılan cuaralar.

Müptezeller, uğultuların, yoksunluğun ve kaybeden delikanlıların romanı. Lime lime, ufalanarak.

Emrah Serbes, kenarların soluğunu, dünyaya katlanamayan, kendine gömülen çocukları haykırarak anlatıyor.

Yaz biter, güz biter, hep kış gelir

*

En güzel ağbim
Nihat Tuna’ya…

*

Fakir Köpek

Köpeğin de fakiri var. Köpeğin fakiri yerleri koklaya koklaya yürür. Gel kuçu kuçu dersin gelmez, hoşt dersin gitmez. Başını okşayacak olursun ısıracakmış gibi hırlar, tekme atacak gibi yaparsın döner gelir bacağına sürtünür, her türlü yalakalığa başlar. Geceleri, duvarları sigara dumanından sararmış alçak tavanlı odalarda, hayatınız sıçıp sıvanmışken, kulak kabartın; dışarıda, bomboş sokağın ortasında, ulur gibi, acıyla havlayan köpekleri duyacaksınız. Pencereye gidip sağa sola bakacaksınız, yoklar. Hiç kimseye değil, sadece karanlığa karşı havlayan köpekler, birden havlayıp birden susar ve yok olurlar. Sebebi çok basit, fakirlik. Ama hikâyemiz bu değil.

Antalya’da garsonluk yapıyordum, Belek’te, on beş sene evvel, futbol sahaları da olan beş yıldızlı bir otelde. Basit ama yorucu işti. Biz artılarına bakalım; iyi kazanıyorduk, tip kutusu yoktu, bahşişler cebe, yüzde yirmi beşi kominin. Ayrıca personel lojmanı vardı, iki kişilik odalar, banyo tuvalet içinde, kira derdi yok, üç öğün yemek, havuz kenarında Alman kızlarla muhabbet etme imkânı her zaman açık, “Vi getz,” dersin, “vuç yu dirink samting,” dersin, bir şey olacağından değil, maksat sosyal hizmet, on dokuz yaşındasın, daha ne isteyeceksin. Kışa doğru turistler azalınca futbol takımları geliyordu, on iki ay hazır iş, Rusların Antalya’yı henüz keşfetmediği zamanlar tabii, otele girmek için bir iki cümle Almanca-İngilizce bilmek ve Kürt olmamak yeterliydi. Teröristlerin bomba koyup turistleri kaçırtmasından korkuyordu insan kaynakları müdiresi. Onu da dert etmiyorduk, o kadar stres her işte vardır.

Benim yan postada İsmail diye bir garson çalışıyordu, kazandığı bütün parayı Hacettepe’de tıp okuyan kardeşine gönderiyordu. Daha fazla bahşişi cebe atmak için mesaiye kalıyordu sürekli. Bütün yaz ortalama on altı saat çalıştı. Ben işten sonra, oda servisinden arakladığım minyatür viskileri sodayla karıştırıp içtim. İsmail mesaiden dönüp Che’nin hayatını okudu, her gün beşer onar sayfa, kardeşi hediye etmiş, Can’dan çıkan bir kitaptı, yazarını unuttum, “Adamlar çok zor şartlarda yaşamış,” diyordu kitabın kapağını her kapattığında, dişlerini fırçalamaya giderken, “bizim hayatımız çok rahat.” “Hadiseler arasında yanlış bağlantılar kuruyor olabilirsin İsmail,” diye sesleniyordum viskiden yamulmuş ağzımı toparlamaya çalışarak. Banyo kapısından başını uzatıp “Hayır,” diyordu diş macunlu ağzıyla boğuk boğuk. Ama hikâyemiz bu da değil.

Hadiselerin olduğu hafta, izin günümde, maaşımın yarısını Kaleiçi’ndeki bir türkü barda bırakmıştım, bütün masanın hesabını ödeyip arkadaşlara artistlik yapmak için, ertesi gün pişman oldum. Mali durumumu düzeltmeye karar verdim, İsmail’le beraber birkaç gün mesaiye kalayım dedim. Sezon sonuydu, turistler azalmıştı, Avusturya’dan bir futbol takımı gelmişti kampa, Rapid Wien ya da Avusturya Wien olması lazım, iki takımın kavgalı olduğu kalmış aklımda şimdi, ama hangisi otele gelmişti tam hatırlamıyorum. Restoranın başından şef garson el etti, dudak hareketlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla, “Gelin gelin,” dedi. Öyle bakmaya devam ettik. Aklımız başka yerdeydi, futbol takımının yöneticilerini görmüştük, bahşiş alma derdindeydik. Yanımıza yaklaşıp “Kime diyorum lan,” diye fısıldayınca kendimize geldik. Mutfağa yürüdük, tezgâhın altından büyükçe, siyah bir poşet çıkardı, içinde paketler vardı, “Bu biftekleri,” dedi, “sahaların yanında dolanan köpekler var ya, onlara verin, hayvancağızların karnı doysun.”

Öyle bakmaya devam ettik, “Gidin,” dedi, gitmedik. “Oğlum aptal aptal bakmayın, yürüyün gidin, ne diyorsam onu yapın,” dedi.

İsmail yol boyu söylendi, “Biz kıymalı makarna yiyoruz, köpekler niye biftek yiyor?” diye. “Kıymalı makarnayı köpekler yesin.”

“Sus İsmail.”

“Susmam. Kıyma da et.”

“Yeter İsmail! Bu şerefsiz şef kırk yılda bir insanlık yaptı, onu da sorgulamayalım.”

“Nasıl sorgulamayalım. Müdür bey geçen gün buna, ‘Sezon sonuna geldik artık, açık büfeden artan yemekleri personele verin,’ demiş, bu piç de ‘Yüz göz olmayalım şimdi personelle müdür bey, ben gereğini yaparım,’ demiş, işte gereğini görüyorsun, köpeklere verin diyor.”

“Sorun o değil İsmail. Adam belki bizi sevmiyor, adam belki büyük bir hayvansever, insanlara iyi davranmak zorunda hissetmiyor kendini.”

“Ne yani, bizim köpek kadar değerimiz yok mu?”

“Öyle düşünme İsmail. Köpekti insandı ne fark eder, aynı gemideyiz işte, çalkalanıp duruyoruz, küresel ısınmaydı, orman yangınlarıydı, nükleer felaketlerdi, toptan batacağız yakında, Shakespeare bile unutulacak.”

“Yok arkadaş! Ben yediremiyorum bu hareketi kendime.”

İsmail birden durdu, kimsenin ondan bir adım daha atmasını istemeye hakkı yokmuş gibi ayağını yere vurdu, dişlerini sıktı. Kalbi kırılmıştı ve öfkeliydi. Köpeklere verilen biftek, oteldeki çalışma şartları açısından bardağı taşıran son damla olmuştu onun için.

“Bu nedir ya!” dedi. “Burada kimse bizi insan yerine koymuyor. Ama gübre öyle mi? Orada insana insan gibi davranıyorlar.”

“Gene mi aynı muhabbet ya,” dedim, gömleğimin yakasını sağa sola çekiştirdim sıkıntıyla, “yeter!” İsmail’in mühendis bir yeğeni vardı Körfez’de, gübre fabrikasında, her gün onunla konuşuyor, kapağı oraya atmaya çalışıyordu. Beş yıldızlı otelden ayrılıp gübre fabrikasına girmek kapağı atmak sayılırsa tabii. Ona göre öyleydi, bir kere düşük sezon derdi yoktu, maaşı standarttı, onların da lojmanı vardı ayrıca, çadır değil, konteynır, insana da insan gibi davranıyorlarmış, bunu da öğrendik, saygı duymak lazım.

İsmail’in koluna girdim, “Çok düşünme İsmail,” dedim. “Verelim şunları dönelim, işimize gücümüze bakalım. Takımın yöneticileri de gelmiş hazır. Açarız güzel bir şarap, yemeğin sonunda da dayarız rakıları, Türkiş Viagra deriz, içen şampiyon deriz, yüzer şiling cepte.”

Sahaların yanında, köpekler nerede diye bakarken, karanlık köşe gönderinde bizim piç barmeni gördüm. Muhabbet koyduğum bir Alman kız vardı, Veronica, gözleri koyu mavi, saçları klasik Alman sarısı değil, kestane rengi, hafif dişlek, kolları ipince, bacakları upuzun, öyle bir kısa şortlar giyerdi ki hiç giymese daha iyi, on yedi yaşında, tam benim kalemim, anasıyla babasıyla tatile gelmiş. İşte bu piç barmen ona peçeteden lale yapmış, kokteyl vermiş, iş olmuş.

“Elinizdeki ne?” diye sordu.

“Biftek.”

“Köpeklere mi?”

“Nereden biliyorsun?”

Pis pis güldü.

“Ne gülüyorsun lan!” dedim.

Cevap vermedi, pis pis gülmeye devam etti.

“Yürü gidelim,” dedi İsmail.

Etlerin kokusunu alınca köpekler çevremizi sardı. Paketleri açıp yere koyduk. Ben bir an kıllandım belli belirsiz, düşündüm taşındım, işkillendim, kafamda bir şimşek çaktı. Bifteklerin başına çökmüş iki-üç köpeği tekmeledim, “Siktirin gidin lan hoşt,” dedim. Biraz öteye gidip döndüler. Köşe gönderini söküp koştum, üstlerine gidip en baştakinin kafasına vurdum, kaçıştılar. Paketleri topladım yerden.

“Gel,” dedim İsmail’e.

“Ne oldu,” dedi. “Biftekleri biz mi yiyelim diyorsun?”

“Öyle değil, gel bir.”

Geri döndük, portatif tribünlerin, soyunma odalarının çevresinde dolaştık, barmeni bulamadık. Personel plajına gittik, orada iki gecedir Veronica ile buluşup yiyiştiği söylentisi vardı, şezlongların önünde beklerken gördüm. Hiçbir şey demeden ağzına bir tane vurayım dedim, bileğimden tuttu, arkaya çevirip büktü, iki büklüm oldum, dizüstü çöktüm, sırtıma bir tekme attı, yüzüstü kumlara yapıştım. İsmail koştu geldi, barmene tekme tokat daldı, yere indirdi, başına çöktü. Yüzümü gözümü temizleyip bileğimi ovdum, gittim yanlarına, “Niye güldün lan az önce?” dedim. “Söyle!”

Cevap vermek yerine pis pis bakmaya devam etti, gözlerini gözlerime dikmiş başını ileri geri sallıyordu. Bir yumruk salladım çenesine, “Niye güldün lan, söyle!” dedim.

Ağzındaki kanı tükürdü, “Oğlum,” dedi. “Sen bir dur! Ben seni bir yerde yakalarım!”

“Yakalasan ne olur lan!” dedim. Barmenlere uzun saç serbest olduğundan uzatmıştı saçlarını, kızların yakışıklı da saydığı tiplerdendi, bir tane de burnunun ortasına çaktım façasını iyice bozmak için.

Acıyla karışık inledi, “Siktim lan!” diye bağırdı. “Veronica’yı siktim oğlum! Kudur lan kudur! Amını götünü bir ettim Veronica’nın! Ondan di mi bu artistliklerin! Sana değil lan bana verdi, ben siktim! Tek gel lan tek gel! Seni de sikerim!”

İsmail’e, “Sıkı tut şunun kollarını,” dedim. Paketten bir parça biftek alıp çenesini kavradım, ağzına dayadım, “Isır lan,” dedim. “Isır ıstırabını sikerim yoksa şimdi senin! Isır, amını yurdunu sikerim yoksa şimdi senin!”

Ağzını sımsıkı kapatıp çırpınmaya başladı, küçük mavi gözleri korkuyla büyümüştü, burnundan sümükler akıyordu, elimden kurtulup kafasını kumlara vurdu, bifteği yeniden dayadım ağzına, boğuk boğuk ağlamaya başladı, “Bırakın bırakın,” diye yalvardı. “Etler zehirli!”

“Isır lan!”

“Allah belamı versin ki etler zehirli! Elinizi ayağınızı öpeyim etler zehirli! Allah belamı versin ki sikmedim kardeşim, etler zehirli! Allah belamı versin ki öpüştük sadece kardeşim.”

“Vay piç. Hani sikmiştin lan!”

“Öpüştük sadece.”

“Ellemedin mi?”

“Göğüslerini elledim sadece kardeşim ama o kadar.”

“Vay piç!”

Veronica, ah Veronica! Bir yumruk daha salladım çenesine.

“Niye zehirliyor ki köpekleri bu orospu çocuğu şef?” diye sordum.

Piç barmen cevap veremedi. Ağlayıp hıçkırmaktan takatı kesilmiş, ağzının kenarından salyaları akmaya başlamıştı. Omzundan dürttüm, “Sana bir şey sordum lan it!” dedim.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıMüptezeller
  • Sayfa Sayısı163
  • YazarEmrah Serbes
  • ISBN9789750520976
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • Yayıneviİletişim Yayınları / 2017

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Hafriyat & Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi ~ Emrah SerbesSon Hafriyat & Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi

    Son Hafriyat & Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi

    Emrah Serbes

    Behzat Ç., Cinayet Büro Amirliği’nde başkomiser, hayata karşı işlenen suçlar uzmanı… Başına gelenlerden sonra lanet etmiş, çekip gitmişti aslında. (Dizinin ilk kitabı Her Temas...

  2. Erken Kaybedenler ~ Emrah SerbesErken Kaybedenler

    Erken Kaybedenler

    Emrah Serbes

    AnKara polisiyeleriyle tanıdığımız Emrah Serbes, bu defa direksiyonu kırıyor ve edebiyatımızda pek de işlenmemiş bir başka meseleye el atıyor. Erkek çocukların enerjik, hüzünlü, alengirli...

  3. Memnun Kalırsın ~ Emrah SerbesMemnun Kalırsın

    Memnun Kalırsın

    Emrah Serbes

    “Bir gün dönüp yazdıklarımı okudum. Düşünce derinliği şekline bürünen bir sürü ıvır zıvır saçmalık. ‘En azından bunun farkındasın,’ dedim kendime. Bir süre ara verdim...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Katran Karası ~ Güneş DemirelKatran Karası

    Katran Karası

    Güneş Demirel

    Ben neredeyim, kimim, unutmam an meselesiydi… Kelimelerle tarif edemezdim, kalbim yerinden fırlayıp onun kalbini yakalayacaktı neredeyse… Sevmek ne garip şey… Alıp yüreğime bassam ya...

  2. Duyusuzlar ~ Yelda KırçuvalDuyusuzlar

    Duyusuzlar

    Yelda Kırçuval

    Görmezden geldiğin her şey, tam da şu an geleceğini inşa ediyor. Görmek, duymak, tatmak, koklamak ve hissetmek… İnsanoğlunun yönetme ve geliştirme kabiliyetine sahip olduğu...

  3. Kaybolmuş Ruhlar Sarayı – 1 – Kraliçenin Kızı ~ Dilara KeskinKaybolmuş Ruhlar Sarayı – 1 – Kraliçenin Kızı

    Kaybolmuş Ruhlar Sarayı – 1 – Kraliçenin Kızı

    Dilara Keskin

    İki düşman aile, iki düşman ülke:Zirakov ve Senteria. Şimdiyse savaşın kazananı belli olmak üzere. Zirakov ülkesinin Kraliçesi Irina, bu savaşın kazananı olmak için kimsenin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur