Dönemin toplumsal yapısını, insan ilişkilerini ve bireylerin yaşam mücadelesini gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtan usta yazar Oktay Akbal’ın iki romanı bir arada…
Bir lise öğrencisinin meraklarını, ilk aşklarını, sanatsal arayışlarını ve küçük serüvenlerini anı defteri aracılığıyla anlatan; Oktay Akbal’ın yaşamından da izler taşıyan Düş Ekmeği İkinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unda geçen, dostluğa ve edebiyata dair bir roman.
Hastalandığı için sevdiklerinden uzaklaşan yaşlı bir adamın, geçmişiyle hesaplaşmasının anlatıldığı Batık Bir Gemi’de ise Oktay Akbal roman kahramanın iç dünyasında yaşadığı çalkantılar aracılığıyla toplumun yozlaşması, adaletsizlik ve bir türlü çözümlenmeyen sorunlar karşısında yaşadığı hayal kırıklığını eleştirel bir üslupla dile getiriyor.
Düş Ekmeği, Oktay Akbal’ın insan ruhunun derinliklerine yaptığı yolculukla dikkat çekerken Batık Bir Gemi, toplumsal eleştiri yönü ağır basan romanlarından biri olarak edebiyatımızda ayrıksı bir yere sahiptir.
İçindekiler
Düş Ekmeği
Batık Bir Gemi
“Biz düşlerle aynı hamurdanız.”
Shakespeare
“Bazen yanılıp ekmek yerine
Yıldız yiyorum.”
Oktay Rifat
I
6 Şubat 1940
Yüz seksen basamak. Ne bir eksik, ne bir fazla. Mazgallardan dalıp gidiyorum mavilik parçalarına. En geride kalan benim. Çantam ağır mı ağır. Aşağıda bırakmalıydım. Kim çalacak? Bu matematik, tarih, coğrafya kitaplarıyla! Ama hepimiz yüklenmişiz çantaları. Orhan, Haluk, Selim, Feyzi’nin itişmelerini, gülüşlerini duyuyorum tepeden. Selim en yukarı vardı bile. Birden unuttum saydığım basamakları. Yüz müydü, doksan sekiz mi? Bir yerde okumuştum, büyük depremden neredeyse yıkılacakmış, bir kez de yıldırım düşmüş.
Bizimkiler orta kata vardılar bile, sesleri duyulmuyor. Bir mazgalın önünde duruyorum. Beyazıt Meydanı ayaklarımın dibinde. Üniversite bahçesinde çift kale oynayanlar var. Yeşil formalılarla sarı formalılar. Vefalılarla Süleymaniyeliler belki. İki mahalle takımı olmalı. Biz de gelirdik arada, koşuşur dururduk. Ne uzaktı bir kale ile öteki kalenin arası! Neyse ki, ben hep kaleci dururdum, kimi zaman da bek.
Bir uçak geçiyordu uzaktan, Marmara’nın üstünden. Daldım gittim ardı sıra. Fırladım birden çıktım orta kata. Hepsi oradaydı. Geniş pencerelerden çevreyi seyrediyorlardı. İtfaiyecilerle konuşuyorlardı bağıra çağıra. Orhan gözlüklerini düzelte düzelte birtakım sorular soruyordu: Kaç yıllıktı bu kule? Kim yaptırmıştı? Depremde ne olurdu? Yangınlar nasıl görülürdü buradan? Anlattı durdu yaşlı itfaiyeci. Kulenin İkinci Mahmut çağında yapıldığını, önce ahşap bir yapı olduğunu, sonra bu ahşap yapının bir yangında kül olduğunu, sonra yeniden yapıldığını. Yangın Üsküdar’daysa, Boğaz’daysa, Beyoğlu tarafındaysa köşklüler “kızımız oldu” diye seslenirlermiş birbirlerine. Yangın alevleri İstanbul’dan yükseliyorsa “oğlumuz oldu” diye. Ağa da kalkar feneri asarmış direğe. Yangın bitene dek yanarmış o fener.
Pencerelere üşüştük. Kahve, çay da vardı orada. Gazino gibi bir yer. Kapalıçarşı kırkayak gibiydi altımızda. Süleymaniye bir yanda, Marmara, Kadıköy öte yanda…
“Tepeye çıkalım” dedi Orhan.
Beşer kuruş topladı itfaiyeci. Paralıymış orası. Daracık merdivenden teker teker tırmandık, en sona ben kaldım gene. Bu kez çantalarımızı aşağıda bıraktık. Rüzgâr yakaladı bizi, kasketleri sıkı sıkı tuttuk. Haluk kendi evlerini aradı Cağaloğlu yanında. Ben Fatih Camii’ni buldum, “Bizim ev o yanda” dedim. Eski evimize giden sokak görülüyordu açıkça. Beyazıt alanından yeşil bir tramvay kıvrılıp geçti. İnsanlar karınca gibiydi. Dürbün olsa tanıdıkları seçerdik. Çok duramadım.
“Sert bir rüzgâr” dedim.
“Şubattayız” dedi Haluk.
Feyzi, “Bizim okul nah şurada” dedi.
İndik gerisingeri, çantaları alıp merdivenlere atıldık. İnmek daha hoştu. Gene saymaya başladı Selim. Merdivenin ortasında bir çiftle karşılaştık. Loşlukta korktular bizden. Bir yana çekildiler. Geçtik ağır ağır yanlarından. Orhan dürttü: “Tam yeri bulmuşlar” dedi, “hiç aklıma gelmemişti.” “Milli’nin balkonundan daha iyi” dedi Selim.
Her basamakta öpüşe öpüşe çıkmak vardı. Kim görür, kim tanır? Hatta yatsan bile olurdu bir köşeye, bir mazgal aralığına. Yavaşlattık inişimizi. Düşler geçiyordu içimizden. O kızla o delikanlının gölgeleri gibiydik.
“Ah ulan…” diyordu Selim, “ah ulan!”
Son basamaklara varmıştık. Selim âşıkları hatırladı gene. “Ah ah!” çekti. Haluk çantasını kafasına indirdi. “Al, ah de şimdi” dedi. Beyazıt Kulesi’nin dibindeydik. Selim birden, “ulan çantam” diye bastı çığlığı.
“Nerede çantan Selim?”
“Yuh enayi yukarıda unuttun değil mi?”
Kırılıyorduk gülmekten. Tırman bakalım yüz seksen basamağı yeniden, sonra in bir daha! Küfürler etti Selim. Başladı yeniden tırmanmaya. Oysa çanta Haluk’un elindeydi, arkasına saklamıştı. Atıverdi birden ortaya. Kaçıştık meydanın ortasına. Beş dakika sonra Selim aşağıdaydı, çantasını kapmış bizi kovalıyordu. Harbiye Nezareti’nin büyük kapısına kadar koştuk. Bitkindi iyice. Sonunda “durun durun” diye bağırdı. Beyazıt Meydanı’na çıktık birlikte. Haluk’la Feyzi ayrıldılar. Üçümüz Şehzadebaşı’na doğru yürümeye başladık. Selim unutmuştu başına gelenleri. Gülüyordu o da. Çıkmış ta tepeye, sormuş adamlara çantasını görüp görmediklerini, aramışlar her yanı, hatta en tepeye bile çıkartmışlar!
“Ama o oğlanla kızı kıstırdım ya, değdi” dedi. Merdivenin üst basamaklarında bir mazgalın önünde sokulmuşlardı birbirlerine. Birinin geldiğini duyunca başlamışlar yeniden tırmanmaya.
“Hâlâ oradalar” dedi Selim. “Kahve içtiler yukarıda. Şimdi gene öyle öpüşe koklaşa iniyorlardır.”
Yarını düşündüm. Oysa iki arkadaşım dalmışlardı o delikanlıyla kızın evrenine. Kaç yaşındaydı çocuk? Bizden olsa olsa ikiüç yaş büyüktü. Selim çekti kolumdan, bir yumruk savurdu:
“Gidelim be gidelim” dedi.
Nereye gidecektik, biliyordum. Beyoğlu’nun o ünlü sokağına. Gitmiştik, daha doğrusu önünden geçmiştik bir-iki kez. Kapı önlerinde biriken dikizcileri seyrederek. Biz de bir kapıdan içeridekileri seyretmiştik bir ara. Çok çirkindi o kadınlar. Şişman ya da çok sıska. Hele gülüşleri korku vericiydi. On yedi yaşın gözüyle ya çok güzel görünürlerdi, ya çok iğrenç. Ben çirkin bulmuştum hepsini. Selim bayılmıştı. Bir felsefesi vardı. “Güzel müzel neymiş, yatakta güzel olsunlar, ben yüzlerine bile bakmam.” Ama tek başına oralara gidemiyordu işte. İlle bir arkadaş gerekliydi. Öyküler dinlemiştik, sen tam kadınla yatarken palabıyıklı bir adam girermiş içeri, derken…
Kırmızı bir tramvay dönemeci ince bir çığlıkla döndü. Sokak lambaları yandı. Vitrin ışıkları da… Sinemaların resimleri ilk karanlıkta yeni bir canlılık kazandılar.
“Tarihçi yarın sınav yapacak” dedim.
Ne zaman çalışacağız? Cumartesiydi yarın. Sinema günü.
Ayrıca benim için gizli bir sevinç taşıyan bir gün. Hale gelecekti gene. Gelecek mi? Gelmeliydi. Saat bir matinesinde görmeliydim onu. Sonra izlemeliydim ardı sıra. Aylardır yaptığım gibi, daha aylarca yapacağım gibi.
Fatih’e gelmişiz. Selim “Eyvallah” dedi. Orhan parka kadar geldi, orda durdu.
“Biraz otursak mı?”
Serindi iyice. Ama oturduk. Bir şey vardı Orhan’ın sormak istediği. Sormadı.
“Hava soğudu” dedim.
“Olsun” dedi.
Bir süre sustuk. Şimdi annem evde bekliyordu sofra başında.
Dersler vardı, tarih vardı. Orhan’a baktım:
“Bir sigara olsa” dedim.
“Başladın demek sen de?”
“Eh, arada bir.”
Sabahki lise öğrencisi değilim. Yıllar geçmişti ardı ardına. Sorumluluklar yüklenmiştim. Ezilmiştim altında. Sesim çıkmıyordu. Bezmişim dünyadan. Kadınlar, kızlar, dostluklar eskitmiştim. Aşklar bitirmiştim, başlatmış, gene bitirmiştim. Sonra bir akşam saatinde şu parkta bir sigara tüttüreyim demiştim. Kendimi öyle bir yaşam ânında sandım. Oysa 1940’tı. Şubat’ın bir akşam saati. Savaş kopmuştu Avrupa’da. Polonya ezilmişti birkaç haftada. Belki bir gün biz de girecektik bu savaşa. Kim bilir nerede, nasıl bir ölüm bekliyordu bizi. Bunlar geçti kafamdan. Çocukluk uzaklardaydı, her gün daha da geriye gidecekti, ilk gençlik yılları da yaşanmadan geçecekti.
“Sen de aynı şeyleri mi düşünüyorsun?” dedi. “Ne onlar dediğin?” “Savaş.” “Biz de girer miyiz dersin?” “Ağabeyim Trakya’da” dedi. Neredeydi? “Trakya’da bir yerde.” Ama nerede? Hep duyardık, ilk Dünya Savaşı’nda lise son sınıftan öğrencileri askere aldıklarını, cepheye yolladıklarını. Üç-dört aylık bir eğitim, sonra “ihtiyat zabiti” olarak savaşa… Serindi, ama tatlı bir İstanbul akşamıydı. Gece hızla iniyordu tepemize. Kimse kalmadı Fatih Parkı’nda. Tramvaylar hızlandıkça hızlandı. Sokaklar tenhalaştıkça tramvayların hızı artıyordu. Kalktık, konuşmadan ayrıldık. Yalnız kalınca eski hayallerden koptum. On dakika kadar sürerdi parktan eve kadar yol. Elle tutulmaz düşlere daldım. Sofra hazırdı çoktan. Bir şey sormadı annem. Bilirdi kötü bir şey yapmayacağımı. Sonsuz güveni vardı bana. Akşama komşular gelecekmiş. Konuk odasını hazırlamış. Mehlika Hanım, yetiştirdiği iki kız Emine ve Hatice. Oturup Mehlika Hanım’ın milletvekili kocasına ait anılarını dinlemek. Biri biter biri başlar. Hangisi doğru, hangisi uydurma, çıkamazsın içinden. Çabuk çabuk bitirdim yemeğimi.
“Ben erkenden yatacağım” dedim, “hem biraz da tarih çalışmalıyım.”
Odamın uzunca bir balkonu vardı, bir de boylu boyunca yayılmış asma. Sandalyeyi dışarı çıkardım, ayaklarımı balkonun parmaklığına dayadım. Geceyi dinledim. Mahallenin gürültüsü gecenin sesini kısıyordu. Yan bahçedeki kulübelerden karı koca kavgaları geliyor. Rahmiye’nin bu yılki kocasıydı Ali. Geçen yılki kocası Hasan birdenbire yitip gitti. Başkasını bulmuş. Gelecek yıl bakalım kim olacak kocası? Çamaşıra gider Rahmiye. Kırk yaşlarında, dişleri dökülmüş, saçları darmadağınık. Gene de genç kocalar bulur kulübesine almaya. İşsizler, hamallar, işportacılar, arabacılar. Hepsi de kocasıdır. İmam nikâhı bile yok kimi zaman…
Gürültüleri çok bu akşam. Adam belki de yarın kaçıp gidecek. Bağırdıkça bağırıyor, küfrettikçe ediyor. Bugün kızı gelmiş Üsküdar’dan. Arada gelir gider. Rahmiye çamaşırdayken baş başa kalmışlar Ali’yle. Ne olmuşsa olmuş işte. Küfürler, bağrışmalar arasında bu kadarı anlaşılıyor. Bahçede gölgeler var. Kavgayı dinlemeye, seyretmeye koşanlar. Birazdan açar kapıyı Rahmiye, “Ulan bok mu var?” diye bağırır onlara. Bir de beni görürse balkonda, loş ışık altında, “Beye de sefa lazım” diye laf atar.
Girdim içeri. Perdeleri örttüm sıkıca. Radyoyu açtım, bir tango, “Sevdim bir genç kadını…” Niye kadın da genç kız değil? Kitaplara daldım bir süre. Aşağıda zil çaldı, annemin sesi geldi ardından, “buyrun” diyordu. Alt odaya girdiler. Boğuk boğuk sesler duyuyordum şimdi. Neler konuşuyorlar? Mehlika Hanım karşıki tüccarın karısını da getirmiş bu kez. İki kızı var lisede. Süheyla ve Leyla. Yolda karşılaşırız, gülümserler, ben başımı çeviririm hemen. Sevilecek bir kız gibi gelmezler bana. Belki ufağı biraz. İri iri göğüslü daha şimdiden. Büyükse soğuk, kısacık saçlı. Doktor olacakmış, öyle diyormuş annesi anneme. Olur da! Kızlarından söz açar şimdi anneleri Cemile Hanım. Annem de benden… Neler neler geçer kafalarından!
Geçtim küçük masanın başına. Osmanlı tarihi. Venedikliler, Avusturyalılar, Macarlar, Lehler. Ne bitmez savaş, ne bitmez sefer! Hele o antlaşmalar? Tarihler aklında kalmaz ne yapsan. Pasarofça, Karlofça. Önce hangisi, Karlofça mı, Pasarofça mı? Karlowitz ve Passarowitz mi asılları? Bir daha bir daha okumalı. Küçük kâğıtlara notlar alarak, özetleyerek konuyu. Ekrem Bey ter döktürür yoksa!.. Hem seviyorum tarihi, hem de kızıyorum. İnsanoğlunun geçmişini anlatmıyor bize. Birtakım kralların, padişahların, komutanların övgüsü, yergisi! Hep kanlı serüvenler, idamlar, öldürmeler, ölümler. Yalan yanlış. Gerçekte böyle olmamıştır bile bile! Uydurmuşlar çanak yalayıcı tarih yazarları. Ya para almışlar övmüşlerdir onu bunu, ya da kızmış yermişlerdir. Attım kitabı, yeter! Yatağa uzandım. Tavanı seyrediyorum. Duvardaki resimleri. Yarım kalmış bir öyküm var, onu tamamlamalı. “İnleyen Kaval” çıkmış Yeni Sabah’ta. Üç tane birden aldım. Bir de resim koymuşlar. Kim bilir şu anda kaç kişi okuyor onu? Kim yazdı bunu diyerek.
Yaşam akacak böyle böyle… Bir gün bakacağım yaşlanmış biri var benim yerimde. Okullar bitmiş, aşklar sona ermiş. Ben, hep içinde olduğum ânın dışındayım nedense… Ya gerisinde ya ilerisinde. Ama şu ânın içinde değilim. Neden?
II
10 Şubat 1940
Francalanın yarısını Enver aldı, yarısını ben. İçine bol tereyağı sürdürdük, kalın kaşar peyniri doldurduk. Çıtır çıtır elimizde.
“Başlasak mı yemeye?” dedi Enver.
Çok acıkmış. Erkenden çıkıyoruz yola. Ben Fatih’ten o Küçükpazar’dan. Kahvaltı etmeyiz ikimiz de. Bu yüzden zayıfmışız.
“Olmaz” dedim, “Sinemada…”
Birde başlayacak film. Daha çok zaman var.
“Milli’ye mi?” dedi.
Kenan’la Hayri de geleceklerdi.
“Ne oldu sanki bizim okuldan ayrıldılar da.”
“İyi halt ettiler, resmi liseyi bitirecekler keratalar.”
Kenan’la Hayri orta ikiden beri yan yana, art arda oturduğumuz iki arkadaş. Onuncu sınıfa geçince Pertevniyal’e gittiler. Bizim okul gevşekmiş, beğenmiyorlarmış. İkisi de sınıfın en çalışkanları idiler. Enver de öyleydi ya, o çıkmadı okuldan. Şimdi ancak cumartesileri buluşuyoruz onlarla sinemada. Kimi kez Kenan bize gelir, ben de onlara giderim. İyi ayaz vardı bugün. Kar düştü dün gece. Pek tutmadı, ama kaldırımlar kaygan. Sandviçleri çantalara koyduk. Sinemalı caddeye doğru yürüdük. Çinili fırında bir tatlı poğaça kokusu geliyor.
“Ne dersin, birer de poğaça alalım mı?”
Haydi ikişer poğaça da oradan, tamam. Kenan nereden gelir, hangi yoldan? Ben aşağı, Enver yukarı bakışıyoruz. Eski paltosundan sıkılarak gelir Kenan, pörsümüş pabucundan. Çok arkadaş var öyle, utananı sıkılanı yok, ama Kenan bir tuhaf olur hep. Alışık olmadığından… İki büyük sineması varmış babasının Adapazarı’nda. Daha ilkokuldaymış Kenan. İlk sesli filmleri orada görmüş. Evinde yığınlarla, sinema programı, film broşürü vardı, açar bakardık, tanırdık o eski artistleri. Vilma Bánky’ler, Rudolph Valantino’lar, Norma Talmadge’lar…
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıDüş Ekmeği – Batık Bir Gemi
- Sayfa Sayısı160
- YazarOktay Akbal
- ISBN9786256666825
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Melekler Parkı ~ Erol Okutucu
Melekler Parkı
Erol Okutucu
O yıllarda Ukrayna’da trenler hızlı değildi. Elli kilometrede bir duran makine en fazla bu kadar sürede gidebilirdi. “Olsun” dedi kendi kendine, “en azından gidiyoruz...
- Yuvarlandığım Mezarlar ~ Serkan Kaya Almalı
Yuvarlandığım Mezarlar
Serkan Kaya Almalı
Genç yazar Serkan Kaya Almalı’nın kaleme aldığı Yuvarlandığım Mezarlar, insanlığın yüzyıllardır körü körüne savunduğu köhne değerlerin gerçekte ne denli içi boşaltılmış ve çürümüş olduğuna gönderme...
- Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır ~ Suat Derviş
Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır
Suat Derviş
Menekşe Toprak’ın önsözü, Serdar Soydan’ın titizlikle hazırladığı kronolojik biyografisiyle Bir dokuma fabrikasında sömürülen, bütün hakları gasp edilmiş bir avuç insanın hayatının anlatıldığı roman toplumcu...