“Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazen de her gece, bu küçük kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar.”
Mor Salkımlı Ev, yakın tarihimizin ruh iklimini anlamak, kavramak ve o iklimde yaşamak açısından eşsiz bir anı kitabıdır. Burada Halide Edib, kendi çocukluğunu, yetişme yıllarını, ilk yazılarını, ilk evliliğini, eşinden ayrılışını, Milli Mücadele’ye hangi sebeplerle başlandığını kaleme getirirken; bir yandan da imparatorluğun son dönem peyzajını çizer.
Selim İleri
İçindekiler
BİRİNCİ BÖLÜM
Birinci Kısım: Bu, bir küçük kızın hikâyesidir……………. 15
İkinci Kısım: Hikâye artık benim oluyor ………………….. 43
Üçüncü Kısım: Üsküdar’da oturduğumuz evlere dair…. 94
Dördüncü Kısım: Yine mor salkımlı ev ………………….. 114
Beşinci Kısım: İkinci defa kolej hayatı……………………. 135
Altıncı Kısım: Evlilik hayatı …………………………………. 145
Yedinci Kısım: Meşrutiyet İlanı…………………………….. 157
Sekizinci Kısım: Memleket haricine ilk gidiş…………… 173
Dokuzuncu Kısım: 1909 ile 1912 yılları arasında
geçen hadiseler…………………………………………. 185
Onuncu Kısım: Balkan Harbi’ne doğru ………………….. 195
On Birinci Kısım: 1913-1915 yılları arası……………….. 209
On İkinci Kısım: 1914-1916 yılları arasında……………. 230
İKİNCİ BÖLÜM
Suriye ve Arap diyarı ………………………………………….. 237
Mor Salkımlı Ev’in Hikâyesi …………………………………. 303
Sözlük………………………………………………………………. 307
Dizin ……………………………………………………………….. 319
Birinci bölüm
Birinci Kısım
Bu, bir küçük kızın hikâyesidir
Her insana var olduğunu ilk defa idrak ettiren başka başka vakalar vardır. Etraftaki eşyanın veya hadiselerin zaman zaman hafızada çakıp sönen bir şimşek ışığı içinde göründüğü yaş, galiba şahsa göre değişiyor. Bu küçük kızın kafasında çakan şimşekler, inanılmayacak kadar erken başlar fakat çok fasılalıdır.
Hafızasında hayat, kendini kayda başladığı ilk devrin hiç unutamayacağı zemini, Beşiktaş’ta, doğduğu evde başlar. Bu ev, Ihlamur’a giden uzun caddeye inen, birbirine muvazi dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kâgir1 konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Saraylarını2 görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin3 mavi sularına bakar.
Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazen de her gece, bu küçük kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi parlar.
Bahçe, iki geniş mustatil terastır. Esasen yokuştaki bütün evlerin bahçeleri ta caddeye kadar birbirine bakan birer yeşil terastır. Küçük kızın bahçesinin üst terasında, başları göğe değer gibi görünen uzun fıstıklar, akasyalar, aralarında iki tane, rüzgâr estikçe kırıtır gibi ipek tüyleri hareket eden pembe beyaz gülibrişim, çiçek açmış yemiş ağaçları, ortalarında bir tane, alev çiçekli nar ağacı vardı. Bunların ortasında yuvarlak küçük bir havuz; karşı karşıya iki beyaz mermer aslanın ağzından durmadan bu havuza billur sular akar ve güvercin, kumru sesleriyle karışır, bazen de fıstıkların dallarını harekete getirerek inleyen rüzgârın nağmesiyle birleşerek sabah ve akşam bir tabiat musikisi dinlersiniz. Aşağıdaki terasa üç-dört adım merdivenle inilir. Evin bahçeye açılan kapısı ile bahçenin arkasındaki boş sırta açılan kapı arasında, çakıl döşeli ve üstü asma çardaklı dar bir yol vardır. Yeşil, sarı üzüm salkımlarının ve zümrüt gibi yaprakların arasından sızan ışık ve yeşil gölgenin içinde küçük kız, sabah akşam oynar durur. Alt terasta da bir havuz, rengârenk yemiş ağaçları, iki tane gülibrişim ve bir de yine alev çiçekli nar ağacı vardır.
Sabahın ilk saatlerinde, burada dolaşan, çiçek ve ağaç sulayan, bir alay güvercine yem veren bir kadın görürsünüz. Bu kadın, küçük kızın anneannesidir. İşte haminne1 diye torunlarının hitap ettiği kadının kısaca portresi:
Eyüpsultanlı Nakiye Hanım. Oradaki Mevlevi tekkesiyle ailesi alakadardır. En fazla bağlı olduğu ve belki de karakterine en fazla tesir yapan adam, oranın türbedarı olan dayısıdır. Babası şekercibaşı veyahut tatlıcıbaşıymış. Yıllar geçtikçe haminnenin ruhuna Mevleviliğin hâkim olduğunu küçük kız sezmiştir. Kimseye fena lakırdı söylemez, hiddet etmez, en kuvvetli itirazını yahut takdirini, “Yediği nane macununa bak!” diye ifade eder. Namazını muntazam kılar ve oruç tutar, fakat dinî gösteriş hiç yapmaz. Bazı namazlarda küçük kız, haminnenin başına arakiye1 giydiğini görmüştür.
Kıyafeti de hususidir. Saçları kesiktir. Daima kırmızı –fakat acaba hangi devre kadar tabii, hangi devri kına– malum ya, eski ihtiyar kadınlar için kına, dinî bir zarurettir. Ak saç onlara göre sadece kokonalara2 yaraşır. Entarisinin altında, kolları uzun, yenleri dışarıya çevrilmiş, ince beyaz bir gömlek vardır, beline de bir şal bağlar. Her sokak dönüşü mutlaka su dökünür, sonra da çamaşır değişir. Yüzü, o günün çok güzel telakki ettiği simalardandır. Teni hakiki süt gibi, gözleri açık maviye kaçan bir ela, ağzı küçük, dudakları pembe, ince bir sanatla işlenmiş kıvrımları vardır. Mamafih bu güzellik ve hususiyet, o ilk bahçe devrinde, kızda hiçbir ilgi uyandırmış değildir. Haminne, ağaçlar, çiçekler arasında hiç de onlardan ayrı olmayan bir varlık; mesela nar çiçeklerinin uyandırdığı heyecan ve iç hareketini haminne uyandırmaz. Hülasa bu kadın, bu renk ve güzel koku senfonisi arasında sadece bir notadan ibarettir.
Acaba ilk varlığını idrak ettiren sahne kaç yaşında vaki olmuştur? Herhalde dört yaşından önce olacak. Çünkü bu devirde hafızasında çakan şimşeklerin aydınlattığı sahnelerde zaman zaman annesi de görünür ve küçük kız, annesini üç ila dört yaşları arasında kaybetmiştir.
İşte hafızasında çakan bir şimşek daha… Sokak üstünde, büyük bir odada, bir yer yatağında beyaz gecelikli bir kadınla koyun koyna yatmaktadır. Çocuğun içinde zamanın hatırasını silemediği bir korku, derin bir huzursuzluk vardır. Esasen pencereleri bahçeye bakmayan ve camlarının arkasından mor salkım desteleri görünmeyen odalar çocukta garip bir sıkıntı yaratır. Bu defa, bu korkuyu azdıran şey, yüzüne dokunan iki uzun siyah saç örgüsüdür. Annesinin arkası dönüktür fakat kımıldandıkça saçlar hareket eder ve küçük kıza canlı, isimsiz birer tehlikeli hayvan tesiri yapar, daha sonraları, küçük kızın hayatında bu saç örgülerinin uyandırdığı tesiri, yılan uyandırmıştır.
Bu loş gecede, anasının yüzünü o yatakta ilk defa hatırlar: solgun, zayıf bir yüz, hasta yanaklara gölge veren uzun ipek kirpikler ve aralarında ışıldayan büyük siyah gözler. Haminneye hiç benzemeyen bir yüz. Esasen bu renksiz, hasta yüze uymayan renkli, güzel dudakların ifadesi, mor salkımlı evde çok geçmeden toprağa karışan bu genç kadını fazla hatırlatacak unsurlardır. Adı Bedrifem’di. Küçük kız, o günlerde onun, siyah yeldirme1 ve beyaz başörtüyle sokaktan gelişini hiç unutmaz. Her halde2 çocuk için o, esrarlı bir mahluktur. Ona mütemadiyen sokulmak ister fakat bu sokulganlık muhabbet hissi tesiriyle olmasa gerek. Galiba o yaştaki çocukların anaya bağlılığı, onu kendilerine bir sığınak telakki etmelerinden ileri geliyor. Bir de şuuraltı dahi olsa muhitin onu göçüp giden, sönen bir insan telakki ettiğini de hissetmiştir. Evet, hem bu solgun anadan ayrılmak istemez hem de ondan korkar.
Bu ananın en fazla hatırlattığı vaka, çocuğa huzur veren, dizlerinde oturduğu anlardır. Bu da kızın tırnaklarını kestirdiği zamana inhisar eder.
Küçük kızın eli, annesinin nakış ve dikişte çok marifetli telakki edilen elinin içinde, avucunun tüy temasıyla anasının ince parmakları küçük kızın elini tatlı tatlı gıdıklar. Anasının iki ipek kirpik saçağı arasında garip bir ışıltı vardır. Tırnakları derin kesildiği zaman canı yanar; fakat en küçük bir acıya tahammül edemeyen bu çocuk, nefes almaya bile cesaret edemez. Tek bu dizlerin üstünde geçen an uzasın, tek avucunu gıdıklarken anasının sesi, “Buraya bir kuş konmuş, bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da mektepten gelmiş, hani bana, hani bana demiş,” derken küçüğün parmaklarını teker teker okşasın da isterse bu parmakları dibinden kessin, koparsın…
Bir şimşek daha… Bu defa gösterdiği vaka pek tatlı değildir. Sahne, mor salkımlı evde de değildir. Biraz yukarıda, Teşvikiye Camisi’ne giden küçük bir yokuşta küçük bir ev, annesi artık ayrı çıkmıştır. Bu devirde babasını pek hatırlamaz, daha fazla babasını saraya götürmek için gelen seyis ve iki atla alakadardır. Bu evde en yakın ve en çok konuşulan komşu, karşılarında oturan Tablakârlar ailesidir. Orada Binnaz adlı büyücek bir kız ile bir de küçük kızın oynadığı Şayeste adlı bir çocuk vardır. Annesi bu günlerde, yanından çevrilen bir kolla çalınan, acayip bir çalgıya düşkündür. Küçük kız bu çalgıdan olanca şiddetiyle irkilir çünkü falso1 seslerine tahammül edebilecek bir iradesi yoktur. Binnaz bu çalgıya düşkündür, anası tek gözü sakat olan bu Binnaz’a, sevgi ve şefkatle muamele eder ve her gelişinde ona bu çalgıyı çalar. Bir gün işte bu çalgı çalınırken, küçük kız olanca kuvvetiyle tepinmeye, çığlık basmaya başlamıştır. Fakat anası, çalmakta devam etmiş, Binnaz’ı odadan çıkartıp kapıyı kilitledikten sonra küçüğe tokat atmış, çalgının kolunu çevirmiş, çevirmiş… Kız tepinmeye, aralıksız çığlıklar atmaya devam etmişse de çalgı kulak tırmalayan sesleri çıkarmakta devam etmiştir… Bu durum ne kadar devam etmiş? Bunu küçük kız hatırlamaz çünkü tokat serisine rağmen bağırmış, bağırmıştır.
Bu evdeki başka bir hatıra da komşuların gece ziyaretleri ve
Hamam kapısı vuruldu
İçerde meclis kuruldu
Fehime’m düştü bayıldı
diye İstanbul’da o zaman söylenen bir halk türküsünü dinlerken daima oturdukları minderde uyuyup kalmasıdır.
Bu evde onunla belki annesinden fazla meşgul olan insan, sütninesi Hatice’dir. Sütninenin kocası sebze satar, kocaman bir atla kapıdan her gün geçer. Sütnine Hatice’nin Çingene olduğu söylenir. Küçük kızın inadı tuttuğu zaman, “Ne olacak, Çingene sütü emmiş!” derler.
Nihayet bu evde son perde şu acı sahneyle kapanır. Bu evden Yıldız’a yakın bir eve taşınıyorlarmış. Annesi daha hasta, daha bitkindir. Hastayı iki kişinin taşıdığı safran renginde sarı perdeli bir sedyeyle naklediyorlar. Küçük kız seyisle beraber sedyeyi takip ediyor fakat ikide birde duruyor, sedyenin içindeki anasını görmek istiyor. Sarı perdeleri yavaşça çekiyorlar, anasını gösteriyorlar. Beyaz entarili, beyaz başörtülü annenin ince yüzü erimiş, o iki garip ışıklı siyah gözler, yanaklara gölge saçan kirpikler arasında ışıldamıyor. Küçük kız ondan sonra hayatı boyunca bir daha safran rengi sarıya bakamaz, midesi bulanır, başı döner.
Yıldız’daki ev geniştir, aydınlıktır, orada annesi daima cibinlik arkasındadır. Babası sabahları ata biner, saraya gider, akşamları döner ve küçük kız hatırasında babasını ilk defa bu günlerde görür gibidir. Fakat babası bu günlerde onunla meşgul olmaz. Annesi de bu evde bir tek laf etmiş değildir. Herhalde çok az yaşamıştır. Esasen verem olan bu genç kadın, ameliyatla bir tosuncuk doğurmuş ve ameliyattan sonra kendisi de çocukla beraber ölmüştür. Küçük kız bu evde nerede yatmıştır, hatırlayamaz. Esasen bu günlerde o yok gibidir. Anası kaybolup gittikten sonra hayat, yarım bir ışık içinde geçmiş ve bir zaman için hafızası hiçbir sahne kaydetmemiştir. Bu, anasına ait hatıraların son perdesidir.
* * *
Bir şimşek daha… Bu defa anası olmadan Yıldız’daki ev hayatı. Anası nasıl ortadan kaybolup gitmiştir? Ölüm nedir? Küçük kız bunları bilmez ve anlayamaz. “Annem nerede?” diye belki sormuştur fakat ona müphem bir işaretle ufukları göstermişlerdir. Çünkü yıllar yılı, tekrar mor salkımlı evde yaşarken, terasın duvarlarına tırmanır, Kız Kulesi’nin arkasına, belki Üsküdar’a bakarak annesini orada tahayyül eder. Fakat annesi Yahya Efendi Mezarlığı’nda1 yeri kaybolan bir toprak yığınının altındadır. Yıldız’daki evde o artık aptal aptal dolaşır, bir şey hissetmez, bir şey anlamaz, tamamen terk edilmiştir. Oradaki ilk canlı hatıra, Beşiktaş’taki Ketenciler Hamamı’na götürüldüğü zamandır. Kim götürmüştür bilemez. Yalnız kapılar açılıp kapandıkça, dumanlı kubbenin altındaki akisler küçük kıza korkunç birer umacı1 sesi gibi gelir. Yarı çıplak insanların dolaştığı, içeri gittikçe su buharının kalınlaştığı yere küçük kızı da götürürler. Feryadı bütün hamamı çınlatır. Nihayet küçük kız ustanın bacakları arasına sıkıştırılır, kafası sabunlanır, sabunlanır. Kaç defa, Allah bilir… Bu hamam koşmarı2 küçük kızda o kadar korkunç ve derin tesir yapmıştır ki ondan sonra ne zaman hamam bohçası hazırlandığını görse ardı arası kesilmeyen bir çığlık basmıştır. Daha sonraları, kendi iradesine sahip olduktan sonra daima evde yıkanmıştır. Bugüne kadar Beşiktaş’ta Ketenciler Hamamı önünden geçerken kafasında daima bu heyula canlanır.
Anasının göçtüğü günden sonra küçük kız, babasının varlığıyla çok şiddetle alakadar olmuştur. Bu genç baba, her gece, önünde tek mum yanan tepsinin üzerine eğilir, tepsiye mütemadiyen gözyaşları damlar. Dizlerine sarılan küçük kızın varlığından haberdar gözükmez. Nihayet ayaklarının ucuna basarak bir hizmetçi girer, küçük kızı kucağına alır veya elinden tutarak çeker götürür.
Bu anasız evde üç insan vardır. Birincisi Ali Lala. O, bu küçük kızla en fazla meşgul olan insandır. Bu yakışıklı, uzun boylu genç Kemahlı, büyükbabasının akrabasıdır. Esasen çocukluk günlerinde erkek hizmetçilerin büyükbabasının uzak veya yakın akrabası olduğunu küçük kız unutmaz.
Ali Lala onu sokağa çıkarır, ona babasının men ettiği horoz şekerleri ve macun alır. Bu sakin, nadir konuşan Ali Lala’nın kuvvetli elinin içine elini koyduğu zaman küçük kız yalnızlığın verdiği huzursuzluğu unutur, şefkat denilen hissi ona karşı müphem bir şekilde duyar. Bir de Ali Lala’nın küçük kardeşi aptal, sırıtkan Mustafa vardır.
Evde yemek pişiren, güya temizlik yapan, küçük kızın Rasim Dadı dediği, çiçekbozuğu, sakil ve ters bir kadın da vardır. Anası kaybolduktan sonra küçük kız ekseri Ali Lala’nın odasındadır. Rasim Dadı ile Ali Lala her akşam şu mealde konuşurlar:
Rasim Dadı: “İhtiyar hanım, kızı öldükten sonra buraya pek uğramaz oldu, aklı başında değil, çocuk kimsenin umurunda değil, ben artık çocuğa istediğimi yaparım.”
Ali Lala: “Dilini tut. Çocuğun saçının teline dokunursan ananı ağlatırım senin karı.”
Rasim Dadı: “Ama bizi ele veriyor, yaptığımız şeyleri maymun gibi taklit ediyor. Anladığından değil fakat büyükler anlar.”
Ali Lala: “Yalan söylüyorsun.”
Rasim Dadı, küçük kıza bakar ve dişlerini gıcırdatır.
Esasen ona her zaman diş bilemektedir.
“Vallahi billahi, bizim yaptığımızı söylerse yengeçleri üzerine saldırtacağım.”
Ali Lala: “Yengeçler de ne oluyor?”
Rasim Dadı: “Yengeçleri parçalar, döver ve veremlilerin sırtlarına koyarlar, bizimkine koyamadan öldü. Aaaaah Ali…” Ve kısık sesle şu türküyü söyler:
Ali’m Ali’m gül Ali’m
Gül dibine gel Ali’m
Gül dibine gelmezsen
Bir şeftali ver Ali’m
Rasim Dadı, Ali Lala’nın boynuna kollarını dolayarak yanaklarını şapur şupur öpmeye başlar. Sonra döner….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıMor Salkımlı Ev
- Sayfa Sayısı328
- YazarHalide Edib Adıvar
- ISBN9789750723339
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında Atatürk ~ İsmet Bozdağ
Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında Atatürk
İsmet Bozdağ
Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın arkadaşlarından biri ve başyaveri Salih Bozok’un hiçbir yerde yayınlanmamış anıları ve onun gözünden Atatürk’ün özel hayatından bilinmeyen kesitler… Atatürk’e...
- (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’yle) Aşk ile An Seyretmek ~ Belkıs İbrahimhakkıoğlu,Melek Paşalı
(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’yle) Aşk ile An Seyretmek
Belkıs İbrahimhakkıoğlu,Melek Paşalı
Bu toprağın manevi mimarlarından Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ilim ile irfanı, akıl ile kalbi, zahir ile bâtını kendisinde birleştirmiş bir ulu kişidir. İki kanatlıdır;...
- Lal ~ Ayşe Kara
Lal
Ayşe Kara
Lâl Nergis’in Aşk Temelli Estetik İslam Algısı ve ikizinin Madde Nakli çabalarında temsil edilen Fatih Medeniyeti Kaybolan eşini, iki çocuğuyla senelerce bekleyen Nergis’in, Bosna...