“Mustafa Kemal Paşa da Eskişehir civarında dolaşıyordu. Vaziyetimiz, hakikat, en tehlikeli bir hal almış bulunuyordu. Ankara’ya muvazi olan tren hattı Yunanlıların eline düşmüş, biz de Orta Anadolu’da kapalı kalmıştık. Artık, başıbozuk kuvvetlere son vererek, muntazam ordu kurmak hayatî bir zaruret halini almıştı.”
Halide Edib Adıvar, çocukluk günlerinden 1918’e kadarki anılarını Mor Salkımlı Ev başlığıyla kaleme almıştı. Türk’ün Ateşle İmtihanı, bundan sonrasını, 1918’den 1923 sonlarına kadar olan dönemi anlatıyor. Kurtuluş Savaşı sırasında yaşananlar, yazarın gözlemleri canlı ve etkileyici bir anlatımla okura sunuluyor.
Türk’ün Ateşle İmtihanı, o günleri yaşayan bir aydın olarak Halide Onbaşı’nın içten anlatımıyla, yakın tarihimize ışık tutuyor.
İçindekiler
Sunuş……………………………………………………………………… 11
I. BÖLÜM: İSTANBUL’DA ………………………………………. 15
1) Millî Mücadele’yi hazırlayan hadiseler ………………… 17
2) İzmir’in işgali ve iç kargaşalık ……………………………. 31
3) Anadolu’ya sığınma …………………………………………. 71
II. BÖLÜM: ANKARA’DA ……………………………………… 133
4) Ankara, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele ………… 135
5) İç savaşın önemli safhaları ……………………………….. 153
6) Kalaba köyü ve hayvan dostlarım …………………….. 174
7) Başıbozukların sonu ve yeni ordu …………………….. 194
8) İlk görünüş …………………………………………………… 217
III. BÖLÜM ………………………………………………………….. 227
9) Cepheye nasıl katıldım ………………………………….. 229
10) Sakarya ………………………………………………………. 233
11) Onbaşı Halide …………………………………………….. 253
12) Ateşle imtihandan sonra gayeye varış……………….. 286
13) İzmir’de………………………………………………………. 310
14) İzmir’den Bursa’ya………………………………………… 318
15) Savaşa paydos………………………………………………. 323
Epilog ………………………………………………………………. 333
Sunuş
Halide Edib Adıvar, çocukluk günlerinden 1918’e kadarki hatıralarını Mor Salkımlı Ev başlığıyla kaleme almıştı. 1918’ den 1923 sonlarına kadar olan dönemi anlattığı anılarının ikinci bölümünde yazar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında yaşadıklarını, gözlemlediklerini canlı ve etkileyici bir anlatımla okuyucuya sunuyor. Türk’ün Ateşle İmtihanı, Kurtuluş Savaşı’nın Halide Onbaşısı’nın, o günleri yaşayan bir aydınının içten anlatımıyla yakın tarihimize ışık tutuyor. İlk olarak 1928’de Asia dergisinde My share in the Turkish ordeal (Türk’ün Sıkıntılı Mücadelesindeki Payım) adıyla İngilizce olarak tefrika edilir. Yapıt, aynı yıl içinde kitap olarak da yayımlanır. Halide Edib, kitabın girişinde de yazdığı gibi, anılarını önce İngilizce, sonra Türkçe kaleme almıştır. Yani, çeviri değildirler. 1959’da Hayat dergisinde tefrika edilmeye başlanan Türk’ün Ateşle İmtihanı, ilk olarak 1962’de kitap olarak basılır. Bu baskıda, yapıtın yazarın hayattayken yapılan son baskısı (1962) esas alınmış, gerekli görülen yerlerde diğer baskılarıyla karşılaştırılmıştır.
MEHMET KALPAKLI-S.YEŞİM KALPAKLI
*
Anlatacaklarım basit şeylerdir. Türk’ün ateşle imtihanı esnasında, o mücadelede yer almış olan Türklerin ve düşmanlarının gençliği, gelecekte bunu okudukları zaman, birbirlerinin kanına girdiren düşmanlık perdesini yırtacak, göz göze gelecek, o eski kin ve nefret harabesinin üstünde bir insanlık ve barış dünyası kuracaklardır.
Nasıl Sinekli Bakkal’ı ve hatıratımın birinci cildini önce İngilizce, sonra Türkçe yazdımsa hatıratımın ikinci cildi olan ve 1918’den 1923 sonlarına kadar İstiklal Savaşı’nı içine alan Türk’ün Ateşle İmtihanı’nı da önce İngilizce, sonra Türkçe yazdım. Bunların hiçbiri tercüme değildir, fakat bazı yerleri kısa, bazı yerleri biraz uzun olmakla beraber, öz itibariyle aynıdır. Bu hatıralar, İstiklal Savaşı’nı hazırlayan zihniyetin, başka başka yönlerden, lehte ve aleyhte olan bütün fertlerin, en fazla, bir ruh tahlilinden ibarettir. Gerçi başlıca vakaları da içine alınmışsa da, bu hatıralar asıl, bütün bir memleketin, üç yıl sonunda İzmir’e, nasıl önüne geçilmez bir sel gibi beraberce aktığını gösterir.
H.E.
I. BÖLÜM
İSTANBUL’DA
Baykuş nevbet çalar Efrâsiyâb takında,
Örümcek perdedârdır Kayser’in sarayında.
SADÎ-İ ŞÎRÂZÎ
1
Millî Mücadele’yi hazırlayan hadiseler
30 Ekim 1918’den 19 Mayıs 1919’a kadar
Benim o günlerde maddî ve manevî durumum, Mütareke1 imza edilip de İttifak Kuvvetleri’nin2 İstanbul’a girişiyle memlekette hâsıl olan3 umumî hislerden başka değildi. Herkes gibi ben de, 1914’ten itibaren geçen hadiselerin tesiriyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir vaziyetteydim. Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Fakat bu korkunç çöküntü altında ezilenler sadece Birinci Büyük Dünya Savaşı’na Türkiye’yi sokan İttihatçılar değildi. Şurasını da eklemek isterim ki, o savaşa girsek de, girmesek de İmparatorluk’un devam edemeyeceğine, ben, o günlerde de inanmıştım. Bununla beraber geleceği görebilen bir siyaset takip edebilseydik, belki o günün ani ve korkunç akıbetine uğramazdık. Her hâlde, o gün İmparatorluğun ölümü apaçık bir hakikatti.
Esasen, bir taraftan Türkiye’deki azınlıklar arasında Batı devletlerinin yıllarca devam eden hazırlıkları olduğu kadar, Abdülhamid devrinde başlayan muhtelif ve karşılıklı kıtaller1 ve bilhassa tehcirler2 de bu neticeyi bir gün getirecekti.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Rusya “hors de combat”, yani savaş sahnesinin dışında kalmıştı. Bundan dolayı İngiltere, Fransa ve belki İtalya, zaferlerinin büyük ganimetine namzettiler. İtalya hissesini, bir dereceye kadar, Avusturya’dan almıştı. Ötekiler, Osmanlı İmparatorluğu’nu nüfuz bölgelerine ayırarak, onların üstünde hâkimiyetlerini yürütmek suretiyle hisselerini almak istiyorlardı. Şurası bir hakikattir ki, Türkiye’de Müttefiklerin ahlâkça üstünlüğüne ve onların insan hakları, adalet gibi büyük sözlerine inanmış olanlar dahi, bunları Türkiye’ye tatbik edeceklerinden emin değildiler. O günlerde Wilson’un on dört prensibi3 şamatayla ilân edilince bütün dünyada büyük bir tesir yaptı ve Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde, istiklâllerine dokunulmayacağı zannı4 hâsıl oldu. Bu görüşlere inanan Türk aydınları, Müttefiklerin hiç olmazsa iki şeyden sakınacaklarına inanıyorlardı. Bu şeylerden birincisi şuydu: Türkiye’nin doğusunda ve batısında bir Ermenistan kurmaya teşebbüs etmeyecekler. Çünkü, Ermeni tehcir ve kıtalinden önce de buralarda Ermeni nüfusu en az %2, en çok da %20’yi geçmemişti. İkincisi; Yunanlılara Orta Doğu’da yer vermeyecekler. Çünkü, böyle bir teşebbüsün bu iki millet arasında kanlı bir mücadele açacağı muhakkaktı. Eğer, Müttefikler bu iki şeyden kaçınmış olsaydılar, bugünün tarihi bambaşka bir şekilde gelişecekti.
Büyük Savaş’ın sonunda, Türkiye’deki millî hislerin bilânçosu muhtelif bakımlardan yapılabilir: Ben kendim, bu tarihte bambaşka şeylerle meşguldüm. Evvelâ, Türk Ocağı’ndaki1 yeni idare heyeti2 üyesi sıfatıyla tüzüğün bazı maddelerini değiştirmeye çalışıyordum.3 Üzerinde en fazla çalıştığımız nokta, birkaç doktorla beraber bir “Köycülük” teşekkülü meydana getirmekti.4 Mütarekeden birkaç hafta evvel, Talât Paşa kabinesi istifa etti. İzzet Paşa kabinesi, Mondros’ta Amiral Galthorpe ile müzakereye girişti. İzzet Paşa ile Rauf Bey5 (o zaman Bahriye Nazırı) Türk mümessili6 olarak 30 Ekim 1918’de Mütareke’yi imzaladılar. Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’a girişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bu aralık etrafta dolaşan dedikoduların en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre, sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabiî, bu bir söylentiden ibaretti. Yalnız şu var ki, Müttefik kuvvetleri, küçük bahanelerle, durmadan Türkleri tevkif1 ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazan da Müttefik merkezlerinde fena hâlde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin elinden alınıyor, içeridekiler dışarıya atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması, tabiî onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu. Bu durum, bilhassa sakin yaşamaya alışmış olan İstanbulluları çileden çıkarıyordu. Fesler, kadın peçeleri yırtılıyor ve bütün bunlara karşı şehir halkı çok vakur ve sakin davranıyordu. Burada şunu da ilâve etmek gerekir ki, Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele bütün bütün değişir.
Türk basını Müttefiklerin sansürü altında olduğu için, bu olaylar gazetelerde pek az yer alıyor ve bu yüzden mübalâğalı2 söylentiler ağızdan ağıza dolaşıyordu.
Kolonel Heathcote Smythe, İngiliz Genel Karargâhı’ nın en kudretli şahsiyetiydi. Bu adam, bir gün İstanbul’un hapishanelerini teftişe gitmişti. Bizim o günkü hapishanelerimizin çok feci bir durumda olduğunu kabul etmek lâzımdır. Ne var ki, buralara azınlıklar kadar Türkler de girerdi. Aynı zamanda buradaki mahpuslar3 arasında siyasîler yer almazdı. Daha ziyade adam öldürme ve diğer suçlardan oraya gelmişlerdi. Şurası dikkate değer ki, Türkiye’de daima siyasî suçlular idama mahkûm olmakla beraber, adam öldürenlerin çok azı bu cezayı görürler. Kolonel, azınlıklara mensup bütün mahpusları o gün hemen serbest bıraktırdı. Bunların arasında kendi ailesinden iki kişiyi öldüren bir Ermeni olduğu gibi, Tokatlıyan’ın önünde Hayri Paşa’nın oğlunu tabanca ile sinsice vuran bir Rum da vardı. Bugünlerde Türklerin hiçbiri silâh taşımamakla beraber Hıristiyanların hepsine silâh verilmişti. İşte bundan dolayı, bilhassa Fatih ve Aksaray gibi büyük bir kısmı yangından harabeye dönmüş yerlerde çok acı vakalar oluyordu.
Bu aralık, harpten sonra her şeye karşı kayıtsız ve yeis1 içinde görünen Türk gençliğinde bir uyanma olduğuna dikkat ettim. Bu devirde Ocak’ta geçen birkaç konuşmayı iyi hatırlarım. Birkaç zabit2 İtilâf Kuvvetleri’ nin3 böyle anarşiye elverişli bulunmalarına hayretlerini gösterdiler; birkaç sivil de bütün askerlerin aleyhinde bulundu. Bir tanesi, bilhassa iyi hatırlarım, Garp medeniyeti denilen şeyin o zamana kadar daha insanî olduğunu söyledikten sonra, Bolşevizm’e4 karşı tek tampon olan bizlere bu muamelelerini çok şiddetle tenkit etti ve içlerinde insanlık olmasa bile kafalarında daha ileriyi gören bir zekâ bulunduğuna beyhude5 inanmış olduğunu söyledi.
Halk arasında dolaşıp herkesi dinlerken kadınların memleket meselesinde erkeklerden daha hassas olduklarına inandım. Hepsi birden tehlikeyi anlamıştılar. Çünkü onlar, siyasî sebepleri anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine karşı derhal isyan ediyorlardı. Beyoğlu tarafındaki yüksek sosyete kadınları, İtilâf Kuvvetleri’nin bu hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilâf zabitlerini davet ederek onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler veriliyor ve İtilâf ordularının zabitleri elde edilmek isteniyordu. Belki bu zabitlerin üzerinde bir tesir yapmışlardı. Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenme ile nihayet buldu. Ben, kendim bu partilerden daima uzak kaldım. Daha çok, halk arasında dolaşıyordum ve görüyordum ki, çok konuşmamakla beraber, Türk kadınları hislerini kudretle ifade ediyorlardı.
Bu devre ait bu gibi sahnelere, en çok, tramvaylarda ve vapurlarda şahit olunuyordu. Bunların bazılarını anlatmak isterim. Buradaki azınlık kadınları bilhassa en aşağı sınıfa mensup olanlardı. Bunlar daima ikinci mevki bileti aldıkları hâlde mutlak birincide otururlardı.
Biz, o zaman Bebek’te oturduğumuz için, İstanbul’a inerken çok zaman vapura binerdik. Bir gün, iyi hatırlarım, sarı esvaplı bir kadın yan kamaraya gelerek kadınları ite kaka sıkışıp oturdu. Biletçi, biletinin ikinci mevki bileti olduğunu söylediği zaman.
— Ben İngilizlerle Fransızların himayesindeyim; hiçbir zaman birinci mevki bileti almam, diye bağırıp biletçiye epeyce hakaret etti.
Biletçi gayet sakin bir şekilde:
— İkinci mevki kamara da var, sizi oraya göndereyim, dedi. Kadın birdenbire azarak (belki biraz da sinir hastasıydı) biletçinin yüzüne tükürmeye kalktı, yumruklarını kafasına indirmeye ve ağza alınmayacak küfürler savurmaya başladı. Ama biletçi onu yine de çıkardı.
On dakika sonra, bir polis ve bir müfettişle içeriye girdi. Kadın bağırıyordu:
— Biletçinin beni dövdüğünü söyleyiniz! Müfettiş bunun doğru olup olmadığını kadınlardan nezaketle sorunca, aralarından iki üç kişi bir ağızdan:
— O, biletçiyi dövdü, dediler.
Müfettiş kadını dışarı çıkardı. Fakat herkes daha yerine oturmadan kadın tekrar geldi ve Rumca ağza alınmayacak küfürlere başladı. Aralarında Rumca bilen bir Giritli kadın heyecana geldi. Biraz sonra bütün kadınlar sövüşmeye başladı. Ben, meselenin kötüye varacağını düşünerek dışarıya çıktım, müfettişi çağırdım. Bu defa müfettiş kadını kolundan tuttu, sürükledi. Müfettiş, azınlıklardan olmasına rağmen vazifesini yapmayı biliyordu. Fakat çıkarken kadının tekrar dine, imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan bir ihtiyar kadın birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum; biraz sükûnet buldu, fakat durmadan ağlıyordu:
— Oğlum ne der? Fransızların yanında irtibat zabiti. Gayet nazik olduklarını söylüyor. Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?
Ben bundan sonra hep ikinci mevkiye, bilhassa denize bakan tarafa gidiyordum. Birinci mevkideki bütün çekişmeleri çok soğukkanla seyretmiş olan ben, güvertedeki vaziyet karşısında da çileden çıkmaya başladım. Burada, umumiyetle, siyah çarşaflı, fakat peçeleri kalkık işçi kadınlar otururdu. Bir şey söylemezlerdi. Bana daima aralarında yer verirlerdi. Fakat bu dıştaki sessizliklerine rağmen, Türk milletinin muhtemel akıbetini en çok onların hissetmemiş olduğunu sezdim.
Bu şirket vapurlarında, Bebek’ten gelirken umumiyetle İtilâf Kuvvetleri’nin Boğaziçi’ndeki donanmalarının önünden geçerdik. Beni bu manzara o kadar sarstı ve belki de bunu yüzümden belli etmiş olacağım ki, yanımdaki, eli işten katılaşmış bir kadın elimi tutup:
— Bu da geçer, dedi.
İşte bu tesir altında, İstanbul’daki evime taşınmaya karar verdim. Bebek’te oturmamızın başlıca sebeplerinden biri, küçük yaşta olan oğullarımın Robert College’e gitmeleriydi. Fakat, çocuklarımın İstanbul’dan Bebek’e gitmelerini tercih edecek kadar irademi kaybetmiştim.
Burada başka bir olay anlatacağım ki, bu, Türk’ü şuur altı bir kuvvetle İstiklâl Savaşı’na sevk eden âmillerden1 biridir. Bu defa, İstanbul semtinde, Eminönü’den son tramvaya binerek ablamın evine gidecektim. Biletçi galiba azınlıklardandı. Sıraya bakmadan içeriye azınlıkları alıyor, Türk kadınlarını itiyordu. Vakit çok geçti. Sokak fenerlerinin altında duran ihtiyar kadınların yüzlerinde, bana acı gelen bir şey vardı. Ben tramvaydaydım. Kapıya giderek bir ihtiyar kadını içeriye çektim ve ona yerimi vermek istedim. Biletçi buna o kadar kızdı ki, bilet kutusuyla beni itti ve sövmeye başladı. Ben daha ağzımı açmaya vakit bulmadan, erkeklerin oturduğu taraftan, perde açıldı ve kudretli bir ses öfkeyle bağırdı:
— O kadına küfür etmeyi bırak, yoksa vuracağım! Döndüm, baktım. Uzun boylu, şişman, orta yaşlı bir Türk subayı idi. Eli pantolonunun cebindeydi. Orada da tabanca var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Fakat, bu, kısa burunlu, büyük gözlü adamın yüzünü hiç unutmadım. Biletçi o kadar korkmuştu ki, polis çağırmaya bile cesaret edemedi. Tramvay İstanbul’un sessiz ve karanlık sokaklarından sükûnetle geçti. Acaba kimdi? Bu yeis ve felâket arasında, hiç bilmediği bir kadını korumak için, kendini tehlikeye atan bu adama karşı içimde ebedî bir minnet uyandı. Türbe’de tramvaydan indiğim zaman dizlerim titriyordu.
Galiplerin dar görüşü ve siyasetleri neticesinde hâsıl olan iç durumumuza karşı hepimizin isyanı, aklı başında ve durumu anlayan bir Batılı ile konuştuğumuz zaman biraz değişirdi. “Adalet duyguları olmasa, yalnız sağduyuları olsa, hareketlerini muhakkak değiştirirler,” diyorduk. Ben, kendim ırk ve din ayrılığına bakmadan bu şamatalı politika dünyasında daima insanların birliğine inanıyordum. Bu sebepten Batılılar arasında bizim gibi düşünen birisini görünce, içimde bir ümit uyanıyor, fakat çok sürmeden sönüp gidiyordu. Bunların arasında, ilk gördüğüm ve adını hatırlayamadığım bir İngiliz miralayı1 vardı ki, onu Kız Koleji’nde, tarih hocası olan Doktor Miller adlı kadınla çay içerken görmüştüm. Makedonya’da savaşmıştı ve Türk köylüsüne karşı büyük bir sevgi besliyordu. Düşüncesinde de, hareketinde de bir Türk’ten farklı değildi. Geçici bir sükûn veren bir Batılı da Mister Philip Browne’dı. Türkiye’ye mütarekeden sonra, Amerikan mümessili olarak gelmişti. Hatıratımın birinci cildinde, ben talebeyken bu adamın Robert College’de hoca olduğundan bahsetmiştim. Kendisi aynı zamanda Başkan Wilson’un on dört maddelik prensiplerine iman etmişlerdendi.2 Türk olan her şeyi seviyordu. Dünyadaki zihniyetin yirmi milyon halka karşı aldığı vaziyete muhalifti. Mister Philip Browne, 1908’den evvel Damat Ferit Paşa’nın3 dostuymuş, 1918 Aralık ayında Paşa’yı görerek Türk milleti namına vaziyet almasını tavsiye etmiş. Abdülhamid devrinde liberal ve demokrat olan Ferit Paşa, şimdi tekrar Sultan Vahideddin’in şahsında bir mutlakıyet kurmaya çalışıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıTürk'ün Ateşle İmtihanı - İstiklâl Savaşı Hatıraları
- Sayfa Sayısı336
- YazarHalide Edib Adıvar
- ISBN9789750721649
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Anarşist Banker ~ Fernando Pessoa
Anarşist Banker
Fernando Pessoa
20. yüzyıl edebiyatının en ilginç kişiliklerinden Fernando Pessoa, kendi adının yanı sıra kendisinin farklı yanlarını yansıtan hayalî şairlerin adlarıyla yazdığı yapıtlarıyla dünyanın en gizemli...
- Bülbülün Kırk Şarkısı ~ İskender Pala
Bülbülün Kırk Şarkısı
İskender Pala
Gönüllere Şifa Bir Hayat Hikâyesi: Hazret-i Muhammed… Selamlar ki, şeker dudaklıların vuslatı gibi içtendir, elbette onadır. Hasretler ki, âşıkların avazı kadar yanıktır, elbette onadır....
- Baharda Yine Geliriz ~ Barış Bıçakçı
Baharda Yine Geliriz
Barış Bıçakçı
“Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum,” demişti. Sonra da bana dönüp sormuştu: “İnsan güzel bir kitap...