Kurara, Haru’ya ulaşmayı ve onu kurtarmayı başardı ancak bu tahmin ettiğinden de zor oldu. Prenses’in elinden sağ kurtulsalar bile Prenses, onlar için hâlâ bir tehdit unsuru ve nefesini enselerinde hissettiriyor. Prenses’in onlar için yeni bir planı olduğundan emin olan ekip, kaçmak için yeni tanıştıkları bir şikigamiyle yolculuğa çıkıyor ancak tanımadıkları bir şikigamiye ne kadar güvenebilirler?
Şikigamileri özgür kılmayı aklına koymuş olan Kurara, bunu başarmak için yola çıkıyor. En yakın arkadaşı Haru, onu bu yoldan döndürmeye çalışsa da Kurara bildiğini okumaya devam ediyor.
Kurara’nın ulaşması gereken şikigami Suzaku, onun aklındaki sorulara cevap olabilecek mi?
G İ R İŞ
PRENSES Tsukimi’nin yedinci yaş gününde, babası bir Tanrı’yı ateşe verdi.
Kar beyazı geyik, saray avlusunu çevreleyen kiraz ağaçlarından bile uzundu. Yakalanıp bedeni zincirlere vurulunca, boynuzları ağaçların dallarındaki çiçekleri yere saçtı. Boş gözleri etrafa korku içinde baktı. Prenses’in babası bir elinde meşaleyle yanına yaklaşırken geyik toynaklarıyla yeri tekmeledi, debelendi, acı içinde çırpındı.
Prenses Tsukimi’nin damarlarında bir şey titreşti. Kalbinin bu denli çarpmasına neden olan şeyin hayret mi yoksa öfke mi olduğunu bilmiyordu Prenses.
Babası geyiğe korkusuzca yaklaşırken saray halkı alkışlarla tezahürat ediyordu. Halkın gözünü boyamak için basit bir güç gösterisinden başka bir şey değildi bu yaptığı. Tsukimi daha küçük bir çocukken bile bu gösterişin güçle doğrudan bağlantılı olduğunu biliyordu. Dışarıdan güçlü biri gibi görünmek, insanları güçlü olduğuna inandırmanın en temel yoluydu.
Geyik, babasının üzerine hücum etti. İmparatorun kafatasını dişlerinin arasında parçalamak için ağzını açtı ama bağlı olduğu zincirler buna engel oldu. Tsukimi o an geyiğin beyaz dişlerini, karla kaplı gibi görünen dilini ve çene kaslarını oluşturan kâğıt katlarını görür gibi oldu. Geyik, üzerindeki kıvrımlı katları, pileli toynakları, bukleye benzer kuyruğu ve postuna dalga deseni veren kürküyle görenleri kendine hayran bırakan bir doğa harikasıydı.
Şikigamiyle* arasında yalnızca bir adım boyu mesafe kalan İmparator, elindeki meşaleyi hayvanın ayağına doğru fırlattı. Alevler yaratığın etrafında yükselmeye başladığında bedenini oluşturan kâğıt kanlı canlı bir şeyden canlanmış bir cenaze ateşine dönüştü. Geyik çığlık çığlığa bağırdı ama alevler acımasızdı. Saray halkı alkış tutup seyrederken önüne çıkan her şeyi yutan bu sıcaklık ve ışık yığını geyiğin bedenini kısa sürede yuttu.
“Hele şükür,” diye mırıldandı Prenses’in budala kardeşi. “Huzurumuzu kaçıran bir şikigamiden daha kurtulduk.” Alevlere kapılan kiraz çiçekleri küle dönüşürken Tsukimi gözünü bir an olsun geyikten ayırmadı. Kanında dolaşan bir şey şarkı söylüyor gibiydi. Zaten doğru olduğunu bildiğini şeyin gerçek olduğunu teyit edercesine fısıldıyor, gözleriyle şahit olduğu olayın bir Tanrı’nın ölümü olduğunu biliyordu. Prenses o an parmak uçlarında elektrik akımına benzer bir şey hissetti.
Geyik, alevler vücudunu yalayıp yutarken Prenses’e baktı. Göz göze geldiklerinde Prenses’in kalbine şimşek çarpmış gibi oldu.
Prenses bir daha asla böylesine güzel bir şey göremeyeceğinden emindi.
*
“Raporun tamamı bu kadar, Majesteleri.”
Tsukimi gözlerini kırpıştırdı. Harap haldeki taht odasına bakındı. Paramparça olmuş fayanslara ve kırılmış heykellere bir müddet göz gezdirdikten sonra bakışlarını önünde saygıyla diz çöken elçiye doğru çevirdi.
Doğru ya, rapor. Askerin gök şehrine verilen zararla ilgili raporunu dinlemesi gerekiyordu, geçmişte yaşananlara dalıp gitmenin sırası değildi.
Prenses iç geçirdi. Yerel halkın çok kıymetli şehirlerinin yok edilmesinden onu sorumlu tutup tutmadığını neden umursamalıydı ki? Bir aslanın, ayaklarının altındaki karıncaların duygularından daha büyük dertleri olması gerekirdi. Prenses’in ilgilenmesi gereken daha önemli şeyler vardı.
Aradan üç gün geçmişti.
Tam üç gün önce, bir ejderha şikigami Sola-İl’in en korunaksız yerine girip her şeyi yerle bir etmişti. Tam üç gün önce yazlık sarayı tuzla buz olmuş, değerli kitaplarla dolu kütüphanesi küle dönmüştü. En kötüsü de şikigami çocukların kaçıp gitmesi olmuştu.
Ama Prenses hâlâ aynı yerdeydi. Bu uçan kayanın üzerinde sıkışıp kalmıştı. Yeniden inşa edilmesi gereken bir şehir, gömülmesi gereken cansız bedenler, kendisinin suçu olmayan bir şey için her an isyan etmeye hazır öfkeli halkla uğraşması gerekiyordu. Evet, kendi şikigamisini yapmaya çalışmıştı. Ortadan kaybolsa kimsenin ruhunun duymayacağı yetimler ve dilenciler üzerinde deney yaptığı doğruydu. Ama şehre saldıran ejderhanın onunla bir ilgisi yoktu. Sorabitoların* suçlamalarına rağmen ejderhanın nereden geldiğini bilmiyordu ve açıkçası bu umurunda da değildi. Özellikle de zihnini meşgul eden çok daha önemli meseleler varken.
Çocukların peşinden gitmesini emrettiği adamdan da ses seda çıkmamıştı. O çok değerli İmparatorluk Hünerbazı** Fujiva bile bir kez bile olsun rapor göndermemişti. Yapması gereken görevin ne kadar önemli olduğunun farkında değil miydi? Böylesi şikigamilerin ne kadar nadir ve değerli olduğunu anlayamıyor muydu?
Beceriksizler! Tsukimi’nin dört bir yanı beceriksizlerle doluydu! Boğazının içinde rahatsız eden bir şeyler olduğunu hissetti. Tıpkı bir define avcısının altın parıltısını görmesi gibi, parmakları o çocukları bulup paramparça etme arzusuyla karıncalandı.
Elçi öksürdü. “Majesteleri, en azından cenazelere katılmanız iyi olacaktır. Sorabitolar aynı zamanda şu durumdan da rahatsız—”
O an taht odasının kapıları açıldı.
Üzerinde altın rengi iplerle süslenmiş siyah bir üniforma olan bir asker içeri girdi. Prenses Tsukimi askeri görür görmez onun kendi ordusundan olmadığını anladı. Adam ondan korkmayı henüz öğrenmemiş, kendinden emin bir edayla yürüyordu.
“Majesteleri, Prenses Tsukimi!” Sadece gerektiği kadar, olabildiğince az eğildi önünde. Sesi bile tiz ve rahatsız ediciydi. “Babanız, İmparator Hazretleri, size selamlarını ve hayal kırıklığını gönderiyor.”
O an Tsukimi’nin bütün keyfi kaçtı. Askerin cümlesine nasıl devam edeceğinden son derece emindi.
“Meydana gelen … felaket nedeniyle, Sola-İl’i şahsen ziyaret edip burada düzeni yeniden sağlamaya karar verdi. İmparator Hazretleri buradaki davranışlarınızla ilgili tedirgin edici söylentileri duymuş. Şikigami yaratma girişimlerinizi… İnsanlar üzerine yaptığınız şeytani deneyleri… İmparator Hazretleri kendisi buraya gelene kadar sizin Sola-İl’de kalmanızı emrediyor. Bu emre uymanız—”
O an Tsukimi ister istemez iç çekti. Babası en iyi günlerde bile canını sıkmayı başarırdı. Burada kalıp onun şikayetlerini dinlemektense Yomi’nin* en karanlık köşesine atılmayı tercih ederdi.
“Sola-İl’in saldırıya uğramasının üzerinden üç gün geçti.
Bana bu haberi şimdi mi gönderiyor?”
Asker kaşlarını çattı. “İmparator Hazretleri olanları duyar duymaz beni Sola-İl’e gönderdi. Buraya elimden geldiğince hızlı geldim Majesteleri.”
“Senin yerine mekanik kuş gönderebilirdi.”
“İmparator Hazretleri mesajını alacağınızdan emin olmak istedi.”
“Peki benim mesajını alıp almadığımı nereden bilecek?”
Asker şaşkınlıkla Prenses’e baktı. “Çünkü dönüp ona rapor vereceğim Majesteleri.”
Prenses Tsukimi güldü. Aptal adamlardan hoşlanmazdı.
“Rapor vereceksin, öyle mi? Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
Prenses’in ne demek istediğini nihayet anlamıştı asker.
“P-Prenses!” diye kekeleyen askerin yüzündeki kan tamamen çekildi.
İşte bu. Böyle olması daha iyiydi. Huzuruna çıkan bütün adamların yüzleri işte aynen böyle olmalıydı.
Prenses ayağa kalktı, adam ise çığlık çığlığa geriye doğru tökezledi, sendeleyerek bir moloz yığınının üzerine düştü.
Tsukimi’nin yüzünde bıçak kadar ince ve keskin bir tebessüm oluştu.
“Neden burada kalıp babamı beklemiyorsun? Bak, sana bir arkadaş bile bıraktım.” Elindeki raporu sıkı sıkı tutan ve muhtemelen başka bir yerde olmayı dileyen elçiye doğru eliyle işaret etti. “Hatta isterseniz ben gidince sırayla tahtıma bile oturabilirsiniz.”
“Gi–Gidince mi?” diye ciyakladı adam.
“Ava,” diye cevapladı Prenses, tatlı bir sesle. “Ava gidiyorum.”
B İ R
BERRAK suyun içinde gümüş balıklar hızla yüzüyordu. Üzerlerinde parıldayan pullar, alacakaranlığın yumuşak ışığında yıkanıyor gibiydi. Kurara derenin kenarına yaklaşmış, akan suya bakıyordu. Balıklardan biri kuyruğuyla suyu sıçratınca suyun üstündeki yansıması dalga dalga yayılmaya başladı. Artık omuzlarının altına kadar uzanan siyah saçları suyun yüzeyinde süzüldü. Biri yeni yağmış kar kadar beyaz, öbürü ise gayet sıradan görünümü olan elleriyle nehir kıyısında yetişen otları kavrayınca tırnaklarının içi toprak doldu.
O esnada bir su böceği suya indi. Balıklar ağızlarını açıp böceğe doğru hızla yüzdüler. Derenin yüzeyine çıkıp zıplamaya başladıklarında Kurara’nın sol kolu aniden dirseğinden koptu.
Kolu paramparça olup kare şeklinde yüzlerce küçük kâğıda dönüştü. Kâğıtlar, yörüngesinde ilerleyen asteroitler gibi Kurara’nın etrafında dönmeye başladılar. Kâğıt parçalarından biri havayı delip geçercesine diğerlerinden hızlıca uzaklaştı ve balıklardan birine ok gibi, hatta daha fazla güçle saplandı. Suyun üzerine kan yayılmaya başladığında diğer balıklar etrafa kaçıştılar. Kurara parmaklarını şıklatınca kâğıt parçası balığı ona doğru getirdi.
“Bir tane yakaladım!” diye bağırdı heyecanla. Keskin kâğıt parçasını balıktan çıkardı ve avını kamp ateşinin yanında oturan oğlan çocuğuna fırlattı.
Haru balığı beceriksizce yakaladıktan sonra parmaklarını kaygan pulların üzerinde gezdirdi. Balığın pörtlek gözlerini ve bir karış açık ölü ağzını gördüğünde ise beti benzi attı. Balığı kendisinden uzakta tutarak uzaklaştırarak, “Tamam, iyi iş çıkardın. Şimdi şu balığı geri al Rara! Gözlerini dikmiş bana bakıyor!”
Kurara’nın kimonosunun* boş kolu, esen rüzgârla dalgalanıp dirseğine çarpıyor, kâğıtlar yavaşça yere düşen konfeti gibi havada dans ediyordu. Kurara’nın etrafını çevrelerken tekrar bir araya geldiler. Her kare parçası bir sonrakiyle birleşerek pürüzsüz, mermer beyazı bir kol oluşturana kadar uzadı ve sertleşti.
Kâğıttan kol tekrardan Kurara’nın dirseğine tutundu. Kurara koluna vurarak çalışıp çalışmadığını kontrol etti. Kolundaki bu ağırlık kendisini iyi hissettirmişti. Gerçek bir insan koluna hiç benzemese de kas kadar sağlam ve et gibi esnek ve yumuşaktı. Kurara, balığı Haru’nun ürkek ellerinden aldı, temizlemek ve yemeye hazır hâle getirmek için bir ağaç kütüğünün yanına çömeldi.
Kâğıttan parmaklarının uçlarını bıçak kadar keskinleştirirken “Belki de vücudumun böyle olması o kadar da kötü bir şey değildir,” diye düşündü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Gençlik Kitapları Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıAsi Ateş
- Sayfa Sayısı384
- YazarAnn Sei Lin
- ISBN9786259464800
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm,
- YayıneviGenç Timaş / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gül Dediysem O Kadar Da Değil! – Neşeli Günlük 2 ~ Selcen Yüksel Arvas
Gül Dediysem O Kadar Da Değil! – Neşeli Günlük 2
Selcen Yüksel Arvas
Şu hayatta kaç kişi sınavda kaydırma yapıp Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmıştır ki? Evet, ben kazanmıştım işte! Annemin dip bucak temizlik seansları, babamın gardiyanlığı, Ozan’ın uyuzlukları,...
- Karışık ~ Sharon M. Draper
Karışık
Sharon M. Draper
“Çok egzotiksin!” “Çok sıra dışı görünüyorsun.” “Ama gerçekte sen kimsin?” Siyahi bir babaya ve beyaz bir anneye sahip olan Isabella aslında ne demek istediklerini...
- Ruhlar Gölü ~ Darren Shan
Ruhlar Gölü
Darren Shan
“Harkat’ın peşinden gidersen bir daha sonsuza dek geri dönemeyebilirsin. Arkadaşın için böylesine büyük bir risk almaya değer mi?” Dehşet verici, yeni bir dünyada Vampir...