Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Evdeki Tehlike
Son Evdeki Tehlike

Son Evdeki Tehlike

Agatha Christie

İngiltere’nin Cornwall sahillerinde emekliliğin tadını çıkaran Hercule Poirot güzeller güzeli Nick Buckley’nin başına gelen bir dizi kazadan kıl payı kurtulduğunu duyunca dedektifliğe tekrar soyunur….

İngiltere’nin Cornwall sahillerinde emekliliğin tadını çıkaran Hercule Poirot güzeller güzeli Nick Buckley’nin başına gelen bir dizi kazadan kıl payı kurtulduğunu duyunca dedektifliğe tekrar soyunur. Genç kızın arabasının freni boşalmıştır, kayalık yamaçtan aşağı büyük bir kaya parçası tam da yürüdüğü patikaya yuvarlanmıştır, yatağının başucunda asılı ağır tablonun kordonu kopup yatağa düşmüştür.

Bunların üzerine bir de genç kızın şapkasındaki kurşun deliğini fark eden Poirot kıza yardım etmeye karar verir. Acaba olası katili ama- cına ulaşmadan bulabilecek midir, yoksa olayın gerisinde bambaşka gerçekler mi gizlidir?

Gizemin çözümü gerçekten olağanüstü, dâhice! –Times Literary Supplement

1.BÖLÜM

Majestik Otel

İngiltere’nin güney sahillerindeki hiçbir kentin St. Loo kadar çekici olduğunu sanmıyorum. “Su Sahillerin Kraliçesi” adını gerçekten hak ediyor ve insana ister istemez Riviera’yı anımsatıyor. Sözün kısası bence Cornwall sahilleri de en az Fransa’nın güneyi kadar güzel.

Bu düşüncemi dostum Hercule Poirot’ya da söyledim.

“Dün trende bulunan restorandaki mönünün altında da aynı şey yazılıydı, mon ami. Bu fikrin pek orijinal sayılmaz.”

“Peki, sen de aynı fikirde değil misin?”

Kendi kendine gülümsüyordu. Yanıt vermedi. Sorumu yineledim.

“Çok affedersin, Hastings! Aklım başka yerdeydi. Daha doğrusu biraz önce söz ettiğin o yeri düşünüyordum.”

“Fransa’nın güneyini mi?”

“Evet. Daha geçen kış oradaydım. Orada olanlar aklıma geldi de.”

Anımsadım. O sırada Mavi Tren’de bir cinayet işlenmiş ve bu cinayetin gizemi, her ne kadar karmaşık ve şaşırtıcı olsa da, her zaman olduğu gibi Poirot’nun zekâsı ve asla yanılmayan muhakeme gücüyle çözülebilmişti.

Kaygıyla, “O sırada yanında olabilmeyi çok isterdim, sevgili dostum,” dedim.

Poirot, “Ben de,” diye mırıldandı. “Deneyimlerin ve fikirlerin bana her zaman çok yardımcı olmuştur.”

Onu bir süre süzdüm. Gerçi iltifatlarına şüpheyle yanaşmak, geçerliliğini sorgulamak bende alışkanlık halini almıştı ama dostum bu kez samimi görünüyordu. Ayrıca neden olmasın ki? Onun yön. temleri konusunda gerçekten de çok deneyimliydim.

Dostum dalgın dalgın mırıldandı.

“Gerçekten de en çok özlem duyduğum senin hayal gücün oldu, Hastings. Bilirsin insan bazen ufak da olsa bir ışığa ihtiyaç duyar. İnsanı rahatlatan ufak bir şeye. Uşağım George mantıklı, saygı duyulacak kadar aklı başında bir insan, onunla da zaman zaman bazı konuları tartıştığım oluyor ama ne yazık ki hayal gücünden yoksun.” Bu açıklaması bana son derece gereksiz göründü.

“Söylesene Poirot,” dedim. “Yeniden çalışmaya başlamak istemez miydin? Bu sıradan yaşam…”

“Bu yaşam tarzı bana çok uyuyor, sevgili dostum. Güneşin altında oturup dinlenmek -bundan daha güzel ne olabilir? Şöhretin zirvesindeyken her şeyden vazgeçip tahtı bırakmak bundan daha iyi bir jest olabilir mi? Hakkımda aynen şunları dediklerini biliyorum: İşte Hercule Poirot bu! Ünlü dedektif! O olağanüstü, eşi benzeri olmayan insan! Onun gibisi asta olmadı ve olmayacak da! Eh bien, bu da benim için yeterli. Fazlasını istemiyorum. Ben alçakgönüllü bir insanım.”

Sanırım dostuma yakıştıracağım en son sıfat alçakgönüllülük olurdu. Geçen yılların getirdiği olgunluğun ufak tefek dostumun bencilliğinde ve kendini beğenmişliğinde en ufak bir azalma bile olmasını sağlamadığı muhakkaktı. Koltuğunda arkasına yaslandı. bıyıklanını sıvazlayarak aynen bir kedi gibi keyifle mırıldanıyordu.

Majestik Otel’in teraslarından birinde oturuyorduk. Burası St. Loo’nun en büyük oteliydi. Otel denize doğru uzanan geniş bir burnun üzerine inşa edilmişti. Otelin palmiyelerle süslü bahçeleri ayaklarımızın altından denize doğru set set uzanıyordu… Gökyüzü açık ve masmavi, deniz durgun ve insanı kendine âşık edecek kadar derin bir mavilikteydi. Güneşin -İngiltere’de pek rastlanmasa daağustos ayına yakışır bir sıcaklıkla parladığı güzel bir yaz günüydü. Arıların vızıltısı bile kulağa hoş geliyor, her şey sanki daha güzeli olamaz dercesine birbiriyle yarışıyordu.

Buraya bir gün önce akşam saatlerinde gelmiştik. Bu burada geçireceğimiz bir haftanın ilk sabahıydı. Eğer hava böyle giderse bunun gerçekten mükemmel bir tatil olacağı belliydi.

Parmaklarımın ucundan yere doğru kayan sabah gazetesini alıp haberleri okumaya başladım. Siyasi durum iyi de değildi, ilginç de. Çin’de birtakım olaylar olmuştu. Şehirlerdeki yağma olaylarıyla ilgili uzun bir makale vardı ama bunların hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Gazetenin sayfasını çevirirken, “Papağanlardan insanlara geçen şu hastalık ilginç,” diye mırıldandım.

“Çok ilginç.”

“Anlaşılan Leeds’te iki yeni ölüm olayı daha olmuş.” “Çok üzücü.”

Yeniden sayfayı çevirdim ve okudum.

“Uçağıyla dünyanın çevresini dolaşmaya çıkan pilot Seton’dan halen haber alınamıyor. Gözü pek ve cesur insanlar bu pilotlar.

Seton’ın hem havada uçan hem de denizde giden amfibik Albatross adlı aracı büyük bir buluş. Eğer cesur pilotun başına kötü bir şey geldiyse gerçekten çok yazık. Neyse ki henüz yaşamından umut kesilmiş değil. Pasifik’teki adalardan birine zorunlu iniş yapmış olabilir.”

Poirot muzip bir tavırla, “Solomon Adalarında hâlâ yamyamlar var, değil mi?” diye sordu.

“Seton muhteşem bir insan olmalı.” diye mırıldandım. “Bunun gibileri duyunca insan İngiliz olmakla gurur duyuyor.”

“Wimbledon yenilgisine karşı iyi bir teselli.”

Bir an için dostumun yabancı olduğunu unutmuş olmanın utancıyla, “Ben, ben… bunu kastetmemiştim, yanlış anladın…” diye mırıldandım.

Poirot zarif bir el işaretiyle özür dileme girişimimi engelledi.

“Gerçi ben zavallı Seton gibi hem havada hem de denizde giden bir araca asla sahip olmadım ama şurası bir gerçek ki ben de gerçek bir kozmopolitim. Bildiğin gibi İngilizlere karşı da büyük bir hayranlık duyarım. Özellikle de gazeteleri okuyup, yorum yapmalarına.”

Bu arada dikkatim politik haberlere yönelmişti.

“İçişleri Bakanı’nı şu sıralar çok sıkıştırıyor olmalılar,” diye mırıldandım.

Poirot sırıtarak, “Zavallı adam,” dedi. “Onun da hataları var elbette. Derdi başından aşkın, nereye başvuracağını şaşırmış durumda.”

Şaşkınlıkla ona baktım.

Dostum gülümsemeyi sürdürerek cebinden o sabah gelen mektupları çıkardı. Kalın mektup destesine tam ortasından lastik geçirmişti. Bunların arasından özenle bir mektup seçerek bana uzattı.

“Adresimde bulamadıkları için buraya göndermişler.”

Mektubu büyük bir heyecan ve ilgiyle okudum.

“Ama Poirot,” diye haykırdım okumayı bitirince. “Bu gurur verici bir durum. Seni ne kadar övmüş.”

“Öyle mi dersin, sevgili dostum?”

“Senin yeteneklerine ne büyük bir hayranlık duyduğu açıkça görülüyor.”

“Doğru,” diyen Poirot alçakgönüllülükle gözlerini kısarak, “Bunda haklı da,” diye ekledi.

“Senden bir konuyu onun adına incelemeni istiyor, bu özel bir rica, bu mektuptan açıkça anlaşılıyor.”

“Kesinlikle öyle. Bunu bana özellikle belirtmene hiç gerek yok. Anlıyorsun değil mi sevgili dostum. Mektubu ben de okudum ve adamın niyetini anlıyorum.”

“Bu çok kötü,” diye haykırdım. “Bu tatilimize son vermemiz gerektiği anlamına geliyor.”

“Hayır, hayır, calmez vous,” bu söz konusu bile değil.” “Ama İçişleri Bakanı konunun çok önemli ve acil olduğunu belirtmiş.”

“Haklı olabilir, ama olmayabilir de. Bu politikacılar kolayca etki altında kalıp gereksiz heyecanlanabiliyorlar. Paris’teki Meclis toplantısında buna bizzat tanık oldum…”

“Evet, doğru, haklı olabilirsin de ama sanırım yine de bazı ayarlamalar yapmamız gerekecek. Londra ekspresini kaçırdık, on ikide hareket etti. Bir sonraki tren…”

“Sakin ol Hastings, yalvarırım sakin ol. Ne bu telaş, bu heyecan. Londra’ya gitmiyoruz, ne bugün ne de yarın.” “Ama bu davet…”

“Beni ilgilendirmiyor. Ben polis teşkilatından değilim, Hastings. Bu olayla özel bir dedektif olarak ilgilenmemi istiyorlar. Ben de bu teklifi reddediyorum.”

“Ret mi ediyorsun?”

“Kesinlikle evet. Bakana büyük bir nezaketle mektup yazıp saygılarımı sunacağım ve üzülerek bu görevden bağışlanmamı istediğimi, kendimi emekliye ayırdığım için işi kabul edemeyeceğimi bildireceğim. Bunu sen de anlamalısın artık. Ben emekliyim -işim bitti-sıfırı tükettim.”

İçtenlikle haykırdım.

“Yoo hayır, sen asla sıfırı tüketmiş filan olamazsın.”

Poirot dostça dizime vurdu.

“Bu candan, gerçek bir dostun görüşü sadık arkadaşım. Belki bir açıdan haklısın da. Gri hücrelerim halen çalışıyor, yöntem ve düzen konusunda da iyiyim. Ama ben kendimi emekliyle ayırdım, dostum, ben artık bir emekliyim ve bu değişmeyecek. Bitti bu iş. Ben defalarca jubile yapıp sonra sahneye dönenlerden olmam. Ayrıca her zaman aynı görüşteydim: Gençlere de şans tanımak gerekir. Kim bilir belki onlar da övgüye değer bir şeyler yapabilirler. Gerçi bunda şüpheliyim ama olabilir de. Hiç kuşkusuz o gençlerin arasında şu İçişleri Bakanı’nı kaygılandıran sorunu çözebilecek bir iki kişi vardır.”

“Peki ya bu işin onuru, Poirot.”

“Ben bu gibi düşüncelerin ötesine geçtim artık. İçişleri Bakanı akıllı, sağduyulu bir insandır, eğer ona hizmet sunacak olursam sonuçta başarının onun hanesine yazılacağını düşündüğünden eminim. Ama ne yaparsın ki, şansı yok. Hercule Poirot son gizemli olayını da çözüp çalışma yaşamını noktaladı.”

Ona baktım. İçten içe bu inatçılığına kızıyor, üzülüyordum. Bu gibi bir devlet sorununu çözmek zaten ülke sınırlarını aşmış olan

ününe ün katacaktı. Ama yine de bir açıdan onun bu kararlılığına, uzlaşmaz tavrına hayran olmadığım söylenemezdi.

Birden aklıma bir fikir geldi ve gülümsedim.

“Bu kararından dönmek zorunda kalabileceğinden hiç çekinmiyor musun?” diye sordum. “Bilirsin takdir tedbiri bozar derler.” “Olanaksız,” dedi. “Hiç kimse Poirot’yu kararından döndüremez.”

“Gerçekten bu olanaksız mı Poirot?”

“Belki de sen haklısın dostum, bu sözcüğü kullanmamak gerekiyor. Büyük söylememek gerekir. Eh, ma foi,” elbette ki şu anda kafamın üzerinden bir kurşun geçip duvara saplansa konuyu araştırırım. Sonuçta ben de insanım.”

Gülümsedim. Tam o anda terasta, hemen yanı başımıza küçük bir çakıltaşı düşmüştü. Poirot’nun ona bakarak yaptığı bu kurşun benzetmesi hoşuma gitti. Ayağa kalktı ve bir iki adım atıp eğildi ve çakıltaşını aldı.

“Evet, sonuçta insanız. Sanırım sizin dilinizde de bu yönde bir atasözü vardı. Nasıldı? Uyuyan köpeği uyandırma, derlerdi, değil mi? Sonuçta ben de şu anda uyuyan köpek sayılabilirim.”

“Yani,” dedim. “Yarın sabah yastığına saplanmış bir hançer bulursan bunu kimin yapmış olduğunu araştırırsın.”

Başıyla onayladı ama dalgındı.

Sonra birden yerinden kalkarak terastan bahçeye inen merdivenlere doğru ilerlemeye başladı. Bu davranışı beni şaşırtmıştı. Aynı anda bize doğru hızlı adımlarla yaklaşan genç kızı gördüm.

İlk dikkatimi çeken genç kızın oldukça güzel olduğuydu, Poirot’nun dalgınlıktan önündeki ağaç kütüğünü fark etmeyerek yere kapaklanmasıyla birlikte dikkatim ister istemez dostuma yö…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Zarif Bir Cinayet Gecesi ~ Agatha ChristieZarif Bir Cinayet Gecesi

    Zarif Bir Cinayet Gecesi

    Agatha Christie

    Stonygates’teki genç suçluların islah edildiği bir vakfın sahibi olan arkadaşı Carrie Louise’i ziyaret eden Miss Marple tehlikenin yak- laşmakta olduğunu hisseder. Bir gece suçlu...

  2. Elmayı Yılan Isırdı ~ Agatha ChristieElmayı Yılan Isırdı

    Elmayı Yılan Isırdı

    Agatha Christie

    Bayan Ariadne Oliver o ara arkadaşı Judith Butler’da kalıyordu. Genç kadınla birlikte çocuklar için tertiplenen ve akşam verilecek o partinin hazırlıklarına katılmaya gitmişlerdi. Ortalık...

  3. Ve Ayna Kırıldı ~ Agatha ChristieVe Ayna Kırıldı

    Ve Ayna Kırıldı

    Agatha Christie

    St. Mary Mead sıradan bir İngiliz taşrasıydı, ta ki ünlü film yıldızı Marina Gregg gelene dek. Gossington Malikânesi'ni satın alan Marina bir davet verir. Davet sırasında konuklardan biri ölür. Kokteyl kadehine zehir konmuştur. Tüm ipuçları asıl hedefin Marina olduğu ve zavallı Heather Badcock'un yanlışlıkla öldüğü yönündedir. Gerçekten de olay bu kadar basit midir?

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Martin Eden ~ Jack LondonMartin Eden

    Martin Eden

    Jack London

    Jack London, Martin Eden’da yarı-otobiyografik bir roman kurgular ve yazar olabilmek için hayatını ortaya koyan ve başına gelen tüm trajedilere rağmen bu yoldan asla...

  2. Leyla ~ Alexandra CaveliusLeyla

    Leyla

    Alexandra Cavelius

    BOSNALI BİR KIZIN YÜREĞİNİZİ BURKACAK VE TÜYLERİNİZİ ÜRPERTECEK GERÇEK HAYAT ÖYKÜSÜ Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna’daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce...

  3. Martin Eden ~ Jack LondonMartin Eden

    Martin Eden

    Jack London

    Genç adam, şapkasını çıkarmış, anahtanyla kilidi açmaya çalışan adamı izliyordu. Sonunda kilit açıldı ve önündeki adamı izleyerek odaya girdi. Kaba ve üzerine denizin kokusu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur