Adèle Paris’te yaşayan genç ve güzel bir kadındır. Cerrah kocası ve küçük oğluyla, görünürde kusursuz bir orta sınıf hayatı sürmektedir.
Görünenin ötesinde ise Adèle, yeniyetmeliğinde Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifiliği’ni okuduktan sonra engel olamadığı bir bağımlılığın pençesine düşmüş ve kimliğini, sürdürdüğü iki farklı hayat etrafında kurmaya başlamıştır: birinin öznesi sessiz, neredeyse silik eş/anne Adèle iken diğerininki cinsel itkilerini sonuna kadar takip eden, gözü kara Adèle’dir.
Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü Goncourt’u alan Leïla Slimani, hem içerik hem de üslup açısından hiddetli bu romanında cinselliği, evli bir kadın olmayı, Fransız orta sınıf hayatını, anne olmayı sorguluyor; okurunu Paris’in puslu ayazına, Adèle’in peşinde, dokunaklı bir serüvene götürüyor.
*
Bir haftadır dayanıyor. Bir haftadır pes etmedi. Adèle uslu durdu. Dört günde otuz iki kilometre koştu. Pigalle’den Champs-Elysées’ye, Orsay Müzesi’nden Bercy’ye. Sabah ıssız nehir kıyılarında koştu. Gece Rochechouart Bulvarı’nda ve Clichy Meydanı’nda. İçki içmedi ve erken yattı.
Ama bu gece, rüyasında gördü ve sonra geri uyuyamadı. Islak, bitmek bilmeyen, sıcak bir nefes gibi içine doluveren bir rüya. Adèle yalnızca bunu düşünebiliyor. Kalkıyor, uyuyan evin içinde sert bir kahve içiyor. Mutfakta ayakta duruyor, ağırlığını bir ayağından diğerine aktarıyor. Bir sigara içiyor. Duşun altında kendi kendini tırmalamak, bedenini ikiye yarmak istiyor. Alnını duvara vuruyor. Biri onu tutsun, kafatasını cama vurarak kırsın istiyor. Gözlerini kapadığı anda gürültüler, iç çekişler, bağırışlar, darbeler duyuyor. Hızla soluyan çıplak bir adam, boşalan bir kadın. Kalabalığın ortasında yalnızca bir eşya olmak, yenmek, emilmek, tüm bedeniyle yutulmak istiyor. Göğüslerini sıksınlar, göbeğini ısırsınlar. Bir gulyabaninin bahçesinde oyuncak bebek olmak istiyor.
Kimsevi uyandırmıyor. Karanlıkta giyiniyor, hoşça kal demiyor. Kimseve gülemeyecek, sabah sohbetini başlatamavacak kadar gergin. Adèle evinden çıkıyor, boş sokaklarda yürüyor. Başı öne eğik, midesi bulanarak Jules-Joffrin metro istasyonunun merdivenlerini iniyor. Peronda, çizmesinin ucunda koşan bir fare görüp irkiliyor. Trene bindiğinde etrafına bakınıyor. Ucuz takım elbiseli bir adam ona bakıyor. Kötü boyanmış, sivri burunlu ayakkabıları, kıllı elleri var. Çirkin. İş görür. Şu kız arkadaşına sarılan, boynuna öpücükler konduran genç öğrenci de. Cama yaslanmış ayakta duran, gözlerini kaldırmadan okuyan şu ellilerindeki adam da.
Karşısındaki koltuğun üzerinde duran dünün gazetesini alıyor. Sayfaları çeviriyor. Başlıklar birbirine karışıyor, dikkatini toplayamıyor. Sinirleri bozuluyor, gazeteyi geri yerine koyuyor. Burada duramaz. Göğsünde kalbi sertçe çarpıyor, Adele boğulacak gibi. Eşarbını gevşetiyor, terden sırılsıklam olmuş boynundan aşağı çekiyor, yanındaki boş koltuğa koyuyor. Ayağa kalkıyor. Mantosunun düğmelerini açıyor. Ayakta, bir eli kapının kulpunda, bacağını titreterek sarsarken, atlamaya hazır.
Telefonu unuttu. Yeniden oturuyor, çantasını boşaltıyor, pudriyerini düşürüyor, kulaklıklarının etrafına dolanmış sütyeni çekiştiriyor. Pek dikkatsiz bir sütyen, diye düşünüyor. Telefonu unutmuş olamaz. Unuttuysa eve dönmesi, bir bahane bulması, bir şeyler uydurması gerekecek. Ama yok, hayır, işte burada. Zaten buradaymış ama o görmemiş. Çantasını topluyor. Herkes ona bakıyor izlenimine kapılıyor. Sanki bütün tren paniğiyle, alev alev yanan yanaklarıyla dalga geçiyor. Kapaklı küçük telefonu açıyor, ilk ismi görünce gülüyor.
Adam.
Neyse, zaten bitti.
İstemek, zaten boyun eğmek demek. Baraj yıkıldı. Kendini tutmak neye yarar? Hayatın daha güzel olacağı yok. Şu anda bir afyon bağımlısı, bir kumarbaz gibi düşünüyor. Günlerce ayartıdan uzakta kalabilmiş olmaktan öylesine memnun ki tehlikeli yönlerini unuttu. Ayağa kalkıyor, kapının paslı zembereğini kaldırıyor, kapı açılıyor.
Madeleine İstasyonu.
Trene doğru bir dalga gibi ilerleyen kalabalığın arasından geçiyor. Adèle çıkışı arıyor. Capucines Bulvarı’nda koşmaya başlıyor. Lütfen orda olsun. Lütfen orda olsun. Büyük mağazaların önünde, vazgeçmeyi düşünüyor. Burada, metronun 9 numaralı hattına binip doğrudan ofise gidebilir, yayın kurulu toplantısına zamanında yetişebilir. Metro girişinin etrafinda döneniyor, bir sigara yakıyor. Çantasını karnına bastırıyor. Bir grup Romanyalı kadın onu fark etti. Üzerine doğru geliyorlar, başlarında örtüleri, ellerinde uyduruk bir imza kampanyası kâğıdı. Adèle adımlarını hızlandırıyor. Lafayette Sokağı’na vardığında kendinde değil gibi yönünü şaşırıyor, geri dönüyor. Bleue Sokağı. Giriş kodunu tuşlayıp apartmana giriyor, merdivenleri çıldırmış gibi çıkıyor, ikinci kattaki ağır kapıyı çalıyor.
“Adèle…” Adam gülümsüyor, gözleri uykudan şiş. Çıplak. “Konuşma.” Adèle mantosunu çıkarıyor, adamın üzerine atlıyor. “Lütfen.
Arayabilirdin… Saat daha sekiz olmamış…”
Adèle çırılçıplak soyundu bile. Adam’n boynunu tırmalıyor, saçlarını çekiyor. Adam alay ediyor, tahrik oluyor. Kadını sertçe itiyor, tokatlıyor. Kadın adamın cinsel organını tutup içine sokuyor. Ayakta, duvara dayanmış halde içine girdigini hissediyor. Kaygı eriyip gidiyor. Hislerini yeniden buluyor. Ruhu daha hafif, zihni boşalıyor. Adam’ın kalçalarını kavrıyor, erkeğin vücuduna canlı, şiddetli, giderek daha da hızlı hareketler mühürlüyor. Bir yere varmaya çalışıyor, şeytani bir öfkeyle dolu.
“Daha sert, daha sert” diye bağırmaya başlıyor.
Adam’ın bedenini tanıyor ve bu onu rahatsız ediyor. Fazla kolay, fazla mekanik. Sürpriz yaparak gelmiş olması Adam’ı yüceltmeye yetmiyor. Birleşmeleri ne yeterince müstehcen ne de yeterince müşfik. Adam’ın ellerini göğüslerine koyuyor, o olduğunu unutmaya çalışıyor. Gözlerini kapatıp erkeğin onu zorladığını hayal ediyor.
Adam ise çoktan uzaklara gitmiş. Çenesi kasılıyor. Adèle’i çeviriyor. Her zamanki gibi sağ eliyle kadının başına bastırıyor, onu yere itiyor, sol eliyle kalçasını yakalıyor. Sert darbeler indiriyor, bağırıyor, boşalıyor.
Adam bazen hiddetlenebiliyor.
Adèle giyiniyor ve Adam’a sırtını dönüyor. Onu çıplak görmesinden utanıyor.
“İşe geç kaldım. Seni ararım.
Nasıl istersen” diye cevap veriyor Adam.
Sırtını mutfak kapısına yaslayıp bir sigara içiyor. Bir eliyle cinsel organının ucundan sarkan prezervatife dokunuyor. Adèle, bakmamaya çalışıyor.
“Eşarbımı bulamıyorum. Gördün mü? Gri kaşmir, çok sevdiğim bir eşarp.”
“Bakarım. Bulursam bir dahaki sefere veririm.”
Adèle umursamaz bir tavır takınmaya çalışıyor. Önemli kendini suçlu hissettiğini belli etmemek. Açık alandan sanki sigara molasından geliyormuş gibi geçiyor, iş arkadaşlarına gülümsüyor ve masasına oturuyor. Cyril cam kafesinden kafasını çıkarıyor. Sesi klavye tıkırtılarının, telefon konuşmalarının, makaleleri tüküren yazıcıların, kahve makinesinin etrafındaki konuşmaların arasından duyuluyor. Bağırıyor.
“Adèle, saat neredeyse on.
Bir randevum vardı.
Öyledir tabii. İki makale geridesin, randevuların umurumda değil. Yazıları iki saat içinde istiyorum.
Alacaksın yazılarını. Neredeyse bitti zaten. Öğle arasından sonra versem olur mu?
Bıktırdın artık Adèle! Hep seni mi bekleyeceğiz? Allah kahretsin! Dergiyi bitirmemiz lazım.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGulyabaninin Bahçesi
- Sayfa Sayısı176
- YazarLeila Slimani
- ISBN9786053143178
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sararmış Bir Fotoğraf ~ Isabel Allende
Sararmış Bir Fotoğraf
Isabel Allende
Aurora, beş yaşında geçirdiği bir travmanın ardından son derece sıra dışı, hırslı bir kadın olan babaannesi tarafından yetiştirilir. 1800’lü yılların ikinci yarısında “Altına Hücum”...
- Yasak İlişki ~ Barbara Taylor Bradford
Yasak İlişki
Barbara Taylor Bradford
Amerikan televizyonunun otuz üç yaşındaki ünlü muhabiri Bill Fitzgerald, görevli olarak uzun bir süre Bosna'da kaldıktan sonra, savaştan bıkmış, yorgun düşmüştür. 1995 Kasım'ının son günlerinde, eski arkadaşı, Time dergisinin savaş muhabiri Francis Xavier Peterson ile buluşmak üzere Venedik'e gider.
- Karamazov Kardeşler ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Karamazov Kardeşler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
“Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki, toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa sadece bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa...