Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sessiz Çığlık
Sessiz Çığlık

Sessiz Çığlık

Kenzaburo Oe

İnkâr ve kaçışın, kefaret ve deliliğe uzanan hikâyesi…Çocuğunu bakımevine teslim etmek zorunda kalan Mitsu ile ABD’deki hayatından kaçan kardeşi Takaşi, Tokyo’da buluşup çocukluklarını geçirdikleri…

İnkâr ve kaçışın, kefaret ve deliliğe uzanan hikâyesi…Çocuğunu bakımevine teslim etmek zorunda kalan Mitsu ile ABD’deki hayatından kaçan kardeşi Takaşi, Tokyo’da buluşup çocukluklarını geçirdikleri köye dönerler. Hem bir süreliğine şehir hayatının etkisinden kurtulma hem de aile evlerini satma niyetindedirler. Ancak bu süreçte kendilerini aile geçmişleriyle yüzleşirken bulur ve yıllar içinde birbirlerine ne denli yabancılaştıklarını anlarlar.Oe’nin bu başyapıtı insanlık durumunu, aile psikolojisi ve kardeş rekabetini şiirsel bir dille derinlemesine inceliyor. Yaşam ile mitin bir araya geldiği huzursuz edici bir evren yaratıyor.“Oe tam bir Japon olsa da umut ve umutsuzluk konusunu ele alışında Dostoyevski’den bir şeyler var sanki.”Henry Miller“Savaş sonrası Japon edebiyatında yeni bir zirve.”Yukio Mişima

1
Ölünün Peşinde

Günün ağarmasından önceki zifirî karanlıkta uyanarak sıcak “beklenti” hissinin arayışı içerisinde, acı veren rüyanın izler bıraktığı bilincimi yokluyorum. İç organlarımı yakarak aşağılara inen viskinin verdiği hisle aynı şekilde, ateşli “beklenti” hissinin vücudumun derinliklerinde yeniden belirmesini içim içime sığmaz halde ümit ederek giriştiğim arayışlar hep boş çıkıyor. Güçten yoksun kalan parmaklarımı sıkıyorum. Sonra, bedenimin her yerinde et ve kemiğimin ağırlığını ayrı ayrı algılayan bilincim, aydınlığa doğru istemeye istemeye tedirgin adımlar atarak bu algılamanın keskin bir sancıya dönüşmesini kabulleniyor. Böylece, her yerinden keskin sancılar yükselen, süreklilik algısından uzak, ağırlaşmış bedenimi, içimde bıkkınlık duygusuyla tekrar yükleniyorum. Kendi doğasının ya da içinde bulunduğu durumun hatırlatılmasını istemeyen bir adamın duruşuyla bacaklarım ve kollarım çarpık bir şekilde uyuyordum.

Her uyanışımda, yitirdiğim sıcak “beklenti” hissini arıyorum. Eksiklik hissini değil, kendi başına fazlasıyla bir olgu haline gelen sıcak “beklenti” hissini. Bulamayacağımı kabullenince, bir kez daha uykuya ulaşan yokuştan aşağı kendimi bırakmaya çalışıyorum. Uyu! Uyu! Bu dünya yok! Fakat bu sabah, fazlasıyla güçlü zehir vücudumda kök salarak her zerremi sancıya boğmuş, uykuya geri dönüşümü engelliyor. Korku fırtınası patlamak üzere. Güneşin doğmasına bir saat kadar daha vardır herhalde. O âna kadar bugünün nasıl bir gün olacağını kavrayamam. Ana rahmindeki bebek gibi hiçbir şeyden habersiz zifirî karanlığın içinde uzanmış yatıyorum. Bir zamanlar böyle anlarda cinsel alışkanlıklarım işe yarardı. Fakat 27 yaşında, evli, engelli, bakımevine bırakılmış bir çocuğa sahip biri olarak kendimi mastürbasyon yaparken düşününce, içimden bir utanç dalgası yükseliyor, ihtiras tohumlarını eziveriyorum. Uyu! Uyu! Eğer uyuyamıyorsan uyuyan insanları taklit et! Birden karanlığın içinde dün amelelerin foseptik için kazdıkları dörtgen çukur görünüveriyor. Sancıyan vücudumun içinde patlayan tadı buruk zehir çoğalıyor, kulaklarımdan, gözlerimden, burnumdan, ağzımdan, hatta anüsümden ve idrar yolumdan tüpe konulmuş jöle gibi ığıl ığıl sızacak gibi oluyor.

Uykusunu almış insanlar ne yapıyorsa aynısını yaparak doğruluyor, kesik kesik hareketlerle karanlıkta yürüyorum. Gözlerimi kapatıyorum, vücudumun farklı yerlerini kapıya, duvara, mobilyalara çarpıyor, çarptıkça da söylenmeyle karışık inliyorum. Zaten benim sağ gözüm, gündüz vakti apaçıkken bile görmez. Sağ gözümün o hale gelmesinin temelindeki gizli etkeni bir gün anlayıp anlamayacağımı merak ediyorum. Tiksinç, anlamsız bir kazaydı. Bir sabah yolda yürürken korku ve kızgınlıkla paniğe kapılmış bir ilkokul öğrencisi grubu taş fırlatıverdi. Taş sağ gözüme geldiğinde yola yığılıp kalmış, bu kazaya hiçbir anlam verememiştim. Sağ gözüm ak kısmından siyah kısmına kadar yırtılmış, görme yeteneğimi yitirmiştim. Bugüne kadar, bu kazanın gerçek anlamını idrak edebildiğimi sanmıyorum. Üstelik bunu anlamaktan korktuğumu bile hissedebiliyorum. Eğer sağ gözünüzü avucunuzla kapatacak olursanız, sağ ön tarafınızda sizi bekleyen birçok şeyle karşılaşırsınız. Aniden çarpıverirsiniz. Tekrar tekrar başınızı, yüzünüzü bir yerlere vurursunuz. İşte bu yüzden de başım ve yüzümün sağ yarısından açık yaralar eksik olmaz ve çirkinim. Üstelik gözümün yara almasının öncesinden beri, annemin yakışıklı bir adam olacağına inandığı erkek kardeşimle karşılaştırarak yaptığı, benim yetişkin olduğumda ne hale geleceğime dair kehanetini sık sık anımsarım. Günden güne bana yapışıp kalan çirkinliğin özgünlüğü de iyice belirginleşmişti zaten. Yitirdiğim gözüm, çirkinliğimi günbegün pekiştirmiş, tüm çıplaklığıyla sürekli görünür hale getirmişti yalnızca. Doğuştan gelen çirkinliğim kendini gölgelerde gizlemeye çalışır. Bunu çekip sürükleyerek gün ışığına çıkaransa yitirdiğim gözüm olur. Zaten ben, zifirî karanlıkta yolculuğa çıkan sağ gözüme bir görev biçtim. İşlevini yitiren gözümü, kafatasımın içerisindeki karanlığa açılan bir göz olarak görürüm. Bir gözüm, vücut ısımdan bir nebze daha sıcak, kanla dolmuş zifirî karanlığı sürekli izler. İç kısmımda kalan gece ormanını gözetleyecek bir nöbetçi buldum ve böylece, içimi gözlemleme pratiğimi kendi kendime geliştirdim.

Mutfaklı salon kısmından geçip el yordamıyla kapıyı bularak dışarı çıkınca ilk kez gözümü açtığımda zifirî karanlık şafak öncesi göğünü arkasına alan uzaktaki tepelerin hafiften ağardığını gördüm. Koşarak gelen kapkara köpek üstüme atlamaya çalışıyor. Fakat ânında reddedildiğini anlıyor; ses çıkarmadan vücudunu sabırla büzüp mantarı andıran burnunu karanlığın içinden bana doğrultuyor. Köpeği koltukaltıma alıp usulca ilerliyorum. Köpek kokuyor. Kucaklanmış halde hiç kımıldamadan sertçe nefes alıp veriyor. Koltukaltım sıcaklamaya başlıyor. Belki de ateşi vardır. Çıplak ayak tırnağımı ağacın kıyısına çarpıyorum. Orada önce köpeği yere bırakıp el yordamıyla merdivenin yerinden emin oluyor, köpeği bıraktığım karanlığın içinden tekrar kucaklıyorum; köpek az önce olduğu gibi vücudumun o boşluğunu dolduruveriyor. Gülümsemeden edemiyorum ama devamı gelen bir gülümseme değil. Köpek kesin hasta. Merdivenden güçlükle iniyorum. Çukurun dibinde yer yer topuğumun gömüleceği kadar su birikmiş. Etten süzülmüş sıvı gibi az bir su. Üzerine öylece oturunca, suyun pijama altımı geçerek kıçımı ıslattığını hissediyor, üstelik reddedemeyecek biriymişim gibi bunu uysallıkla kabul ettiğimi fark ediyorum. Fakat doğal olarak köpek, suyun kendini kirletmesine karşı çıkabiliyor. O ses çıkarmayı bilen köpek, sessiz kalmayı da bildiğini söyler gibi suskunca dizlerimin üzerinde dengesini sağlıyor, titreyen sıcak vücudunu hafifçe göğsüme yaslıyor. Köpek o dengeyi kurabilmek için olta iğnesinden farksız tırnaklarını kaslarıma batırıyor. Yine bunu reddedemeyecek biri olduğumu kabullenerek o acıyı da hissediyorum, beş dakika sonra ise hiç umurumda olmuyor. Kıçımı ıslatan, testisimin altına ve kasıklarım arasına biriken suya da aldırış etmiyorum artık. 1.72 boy, 70 kilogramlık bedenimin şu an durduğu yerden, dün amelelerin kazıp çıkararak götürüp uzaktaki bir ırmağa attıkları toprağın toplam miktarıyla aynı olduğunu hissediyorum. Bedenim toprakla bütünleşiyor. Bedenimde, etrafımdaki toprakta ve nemli havanın bütünü içerisinde yaşayan tek şey köpeğin sıcaklığı ve yumuşakçalardan farksız olan burun deliklerim. Burun deliklerim ürkütücü bir hızla hassaslaşıyor, çukurdaki yoksul kokuyu sanki tarifsiz bir bereketmiş gibi topluyor. En üst düzeyde işlevlerini devam ettirerek birbirinden ayırt edilemeyecek kadar çok kokuyu içine çekiyor. Neredeyse kendimden geçip başımın arkasını (doğrudan kafatasımın gerisinde hissediyorum bunu) çukurun duvarına çarpıyorum ama burnum etraftaki sayısız kokuyu ve az biraz oksijeni kesintisiz bir şekilde içine çekmeye devam ediyor. Çürüyen acı zehir hâlâ vücudumun her yanında dolaştığından, artık dışarı sızmayacak gibi geliyor. Ateşli “beklenti” hissi gelmiyor ama korku duygum dağıldı. Her şeye karşı duyarsızım, hatta şu an bir bedene sahip olmama bile aldırış etmiyorum. Tek üzüntüm umursamazlığımı kimselerin görmemesi. Köpek mi? Köpeğin gözleri yok. Duyarsızlığım yüzünden benim de yok. Merdivenlerden indiğimden beri gözüm yine kapalı.

Sonra cenazesinin yakılma törenine katıldığım arkadaşımı düşünmeye başlıyorum. Bu yazın sonunda, arkadaşım tüm kafasını kızıla boyayıp, makatına hıyar sokuşturup kendini çırılçıplak asarak intihar etti. Sabahın erken saatlerine kadar devam eden bir partiden hasta tavşan gibi bitkin bir halde dönen karısı onu öyle bulmuştu. Neden karısıyla birlikte partiye gitmemişti acaba? Öyle bir adamdı o, karısını tek başına partiye yollayıp çalışma odasına kapanmasını ve çevirisiyle (ortak çalışmamızdı) uğraşmasını kimse garipsemezdi.

Arkadaşımın karısı, cesedin iki metre önünden partinin yapıldığı yere, saçları korkudan havaya kalkmış halde, kollarını havada savurarak çıkmayan sesiyle çığlıklar atıp, çocuksu yeşil ayakkabılarının düzensiz adımlarıyla başka kimsenin göremediği kendi gece yarısı gölgesinin yolundan giderek, geri sarılan bir film gibi dönmüştü. Polise haber verildikten sonra ailesinden gelecek refakatçiyi beklerken oturup burnunu çeke çeke sessizce ağlamıştı. Orada yetkili memurun incelemesi tamamlanınca, kızıla boyalı başı ve kasıklarında kurumuş yaşamının son menisi, tam anlamıyla kurtuluşu mümkün olmayan ölünün cenazesiyle ilgili işlerle ilgilenmek ona ve arkadaşımın metanetli büyükannesine kalmıştı. Ölünün, şokun etkisiyle alıklaşmış annesi bir işe yaramadı. Yalnızca, ölünün kafasındaki boyayı yıkamaya kalkınca birden kesin bir irade sergileyerek buna karşı çıktı. Yaşlı kadınla birlikte taziyeye gelenleri geri çevirdik ve üçümüz baş başa, bir zamanlar özgünlüğünün haznedarı olan bedenindeki sayısız hücrenin hızla ve gizliden gizliye parçalanmakta olduğu ölü adam için cesedin başında bekledik. Kuruyup çatlamış deri, tanımsız bir şeye dönüşmüş mayhoş, şarap rengi hücreleri bir kalkan gibi içeride tutuyordu. Arkadaşımın kırmızı suratlı cesedi, askerî bir sedyede gururlu ve mesafeli bir şekilde çürür halde yatarken, karanlık tünelin öbür tarafından çıkamadan ansızın bitiveren 27 senelik hayatında olduğundan daha ivedi bir gerçeklikle doluydu. Derisinin oluşturduğu kalkan çökmek üzereydi. Hücre sürüsü şarapta olduğu gibi mayalandıkça, bedenin gerçek somut ölümünü de hazırlıyor. Geride kalanlar da bu şarabı içmek zorundalar işte. Arkadaşımın bedeninin, zambak gibi kokan çürüme önleyici ilaçla ilişkisinde çizdiği sınırın o yoğun anları beni büyülüyordu. Bu saf zamanın tek seferlik uçuşunu izlemek, bana bir bebeğin başının tepesi kadar yumuşak ve sıcak, tekrar edecek olan bir başka türden zamanın kırılganlığını hatırlatıyor.

Bu durumu kıskandığımı itiraf edeyim. Nihayetinde gözlerimi son kez kapattığım bedenimin kendi çürüme deneyiminden geçeceği an geldiğinde bunu izleyecek, olanların gerçek anlamını kavrayacak bir arkadaşım olmayacaktı.

“Rehabilitasyon merkezinden döndüğünde onu oraya dönmesi için ikna etmem gerekirdi.”

“Hayır. Oğlan daha fazla orada kalamazdı,” dedi arkadaşımın büyükannesi. “Rehabilitasyon merkezindeki diğer hastalar, onun yaptığı o güzel şeylerden öyle etkilenmişti ki orada daha fazla kalması mümkün değildi. Bu noktayı unutarak kendini suçlamamalısın. Olanlar bunu daha da belirgin hale getirdi; onun klinikten ayrılıp özgür bir yaşam sürmesi en doğrusuydu. Eğer orada intihar edecek olsaydı yüzünü kızıla boyayıp çırılçıplak soyunup boynundan asamazdı kendini. Ona fazlasıyla saygı duyan diğer ruh hastaları onu engellerdi.”

“Sen çok sağlam duruyorsun, bu da bana güç veriyor.”

“Herkes ölür. 100 yıl sonra çoğu insanın ne şekilde öldüğü sorgulanmaz. En çok içine sinen yolla ölmek en iyisidir.”

Yatağın kıyısına ilişen arkadaşımın annesi dinlenmeksizin cesedin ayaklarını ovalıyordu. Korkmuş bir kaplumbağa gibi başını omuzlarının arasına iyice gömmüş, konuşmamıza tepki vermiyordu. Feci ölçüde ölen oğlununkine benzeyen, bitkileri andıran yassı yüzünün küçük hatları, eriyip giden şeker gibi derin kırışıklarla kaplanmıştı tamamen. Böylesine doğrudan ve mutlak bir umutsuzluk ifade eden bir yüzü daha önce hiç görmemiştim sanırım.

“Sarudahiko gibi,” dedi ölen arkadaşımın büyükannesi, alakasız bir şekilde.

Sarudahiko: Bende komik, avam bir tını uyandıran bu kelime, muğlak da olsa bana bir anlam ifade etmenin eşiğindeydi ama zihnim yorgunluktan öyle körelmişti ki sonrasında büyüyen, hafif bir titreme bile yaşayamadı. Kelimenin anlamı elimden kaçıyordu. Başımı boş yere iki yana sallarken bile Sarudahiko kelimesi anlamının mührü kırılmamış bir şekilde hafızamın derinliklerine bir kurşun gibi battı.

Ancak şimdi çukurun dibindeki su birikintisinde, kucağımda köpekle otururken Sarudahiko kelimesi zihnimde, tanıdık bir anılar kümesi şeklinde yüzeye çıktı. O günden beri donmuş halde duran bu sözcüğü çevreleyen beyin dokuları eriyip çözülmüştü. Sarudahiko-no-mikoto –gökten inen tanrıları– göğün sekiz kollu kavşağında karşıladı. O davetsiz misafir sürüsünün temsilcisi sıfatıyla gelen Sarudahiko ile uzlaşma görüşmelerini yapan Ameno-uzume dünyanın ilk sakinleri olan balıkları toplayıp otorite sağlamaya çalışırken suskun kalarak direnen denizhıyarının ağzını, “Bu ağız konuşmayan ağız,” diyerek bıçakla kesip açtı. Başını kızıla boyayan bizim nahif 20. yüzyıl Sarudahiko’muzun da ağzı kesilip açılan o denizhıyarıyla aynı türden bir insan olduğunu söylemek gerekir. Bu düşünceyle gözlerimde biriken gözyaşları yanaklarımdan süzülüp dudaklarıma ulaştı, oradan da köpeğin sırtına düştü.

Ölümünden bir yıl önce, arkadaşım Columbia Üniversitesi’ndeki öğrenimini yarıda keserek Japonya’ya dönünce, hafif derecede ruhsal bozuklukları olan kişiler için kurulmuş rehabilitasyon merkezine yattı. O merkezin varlığı ve arkadaşımın oradaki yaşantısı hakkında, kendi anlattıkları dışında bir şey bilmiyorum. Karısı, annesi, büyükannesi de Şonan sahil şeridindeki o merkezi hiç ziyaret etmemişlerdi. Arkadaşım çevresindeki herkese oraya gelmelerini yasaklamıştı. Şimdi dönüp bakıyorum da, öyle bir rehabilitasyon merkezi gerçekten var mıydı yok muydu emin olamıyorum.

Yine de arkadaşımın sözlerine inanacak olursak rehabilitasyon merkezi, Smile Training Center ya da Gülümseme Sahnesi diye adlandırılıyordu. Oraya alınan insanlar her yemekte bol miktarda sakinleştirici içiyor, gündüz gece herkes uysal gülümsemelerle zamanlarını huzur içinde geçiriyordu. Şonan sahili boyunca sıkça görülen, tek katlı pansiyonlara benzeyen bir yerdi burası ve binanın yarısı limonluktu. Gündüzleri çoğu hasta geniş çimenlik alana yerleştirilmiş çok sayıdaki bankta oturarak birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Açıkçası onlara hasta bile denmezdi, deyim yerindeyse uzun süreli konaklayan yolculardı. Sakinleştirici ilaçlarını alınca kontrol etmesi dünyanın en uysal evcil hayvanlarından da kolay olan bu yolcular, yüzlerinde birbirlerine karşı huzurlu gülümsemeleriyle limonlukta ve çimenlere yerleştirilmiş büyük salıncaklara oturmuş zaman geçirirlerdi. Dışarı çıkmak serbestti; hiç kimse hapsedilmiş hissetmediğinden, kaçan da olmuyordu.

Smile Training Center’daki ilk haftasının sonunda, arkadaşım yeni kitaplar ve temiz giysiler almak için eve döndüğünde, ondan daha önce merkeze girmiş uysalca gülümseyen hastalarından herhangi birine kıyasla, o garip yere çok daha çabuk uyum sağladığını düşündüğünü söylemişti. Ancak üç hafta sonra arkadaşım bir kez daha Tokyo’ya döndüğünde, hâlâ gülümsese de biraz hüzünlü gibiydi. Ardından karısıyla bana açıldı. Hastalara sakinleştirici ilaç ve yemek dağıtan hastabakıcılar hırpani erkeklerdi, kullandıkları ilaçlar yüzünden yemek yiyecek durumda bile olmayan dirençsiz hastalara sık sık kötü muamele ediyorlardı, ortada bir neden yokken yolda karşılaştıkları hastaların karınlarına yumruk atıyorlardı. Ben merkez sorumlusuna şikâyet etmesini önerdim. Fakat arkadaşım, bunu yapması durumunda merkez müdürünün onun aşırı can sıkıntısından yalan söylediğini veya basit bir sinir nöbeti geçirdiğini, hatta şikâyetine bu iki unsurun birlikte neden olduğunu düşüneceği yanıtını verdi. Sonuçta kimse, en azından Şonan sahilinde, bizim kadar sıkılmış olamazdı, üstelik hemen hemen hepimiz az çok aklımızı kaçırmış olmamıza rağmen. Üstüne bir de, ilaçlar yüzünden gerçekten öfkelenip öfkelenmediğimi kesin olarak anlayamayacak haldeyim.

Fakat görüşmemizden yalnızca iki-üç gün sonra, arkadaşım sabah kahvaltısında dağıtılan ilaçları içmemiş, öğlen ve akşam öğününde de aynı şekilde ilaçları lavaboya atıp akıtmıştı. Ertesi gün, gerçekten öfkeli olduğundan emin olunca, hırpani hastabakıcı için pusuya yatmış. Kendisi de hatırı sayılır ölçüde darbe alsa da hastabakıcıyı neredeyse öldürecekmiş. Arkadaşım bu olay sayesinde, uysalca gülümseyen hasta arkadaşlarının derin saygısını kazanmış ama merkez müdürüyle görüştükten sonra, oradan ayrılmak zorunda kalmıştı. Günlük yaşantılarındaki gibi ahmakça ve uysalca gülümseyerek onu yolcu eden hastalara elini sallarken daha önce hiç olmadığı kadar derin bir üzüntü hissetmişti.

“Henry Miller’ın bir lafı var. Onun üzüntüsüyle aynı üzüntüyü deneyimledim ben. Aslında o âna kadar Henry Miller’ın ne demek istediğini anlamamıştım. ‘Onunla birlikte gülmeye çalıştım, ama gülemedim. Buna çok üzüldüm, hayatımda hiç üzülmediğim kadar hem de.’ Bu sadece basit bir deyiş değil. Ayrıca Miller’ın o günden beri aklımdan çıkmayan bir sözü daha var. ‘Her şeye rağmen neşemizi yitirmeyelim!’”

Smile Training Center’da kaldığı sürenin sonundan, kafasını kıpkırmızı boyayarak çırılçıplak intihar edişine kadar, Miller’ın sözleri gerçekten arkadaşımın aklından çıkmamıştı. “Her şeye rağmen, neşemizi yitirmeyelim!” Arkadaşım vakitsiz, kısa son senelerini kesinlikle neşe içerisinde yaşamıştı. Hatta bir cinsel sapkınlığa düşmüş, o türden çılgınlıklara dalmaya bile kalkmıştı. Arkadaşımın cenazesi yakıldıktan sonra yorgunluktan bayılacak halde eve döndüğümde karımla aramızda geçen bir konuşma bana bunu hatırlatmıştı. Karım beni tek başına viski içerek beklemişti. O gün onu ilk kez sarhoş görmüştüm.

Eve dönünce hemen karımla oğlumun odasına bakmaya gittim. O sıralarda bebeğimiz hâlâ evdeydi. Akşamüz‌‌eriydi ama bebeğimiz yatağında yatmış, tamamen boş bakan kahverengi gözleriyle uslu uslu, bitkilerin gözleri olsa kendilerine bakanlara karşılık verecekleri türden bir durgunlukla bana bakıyordu. Karım bebeğin yanında değildi. Onu sessizce çalışma odasının karanlığında oturmuş, sarhoş halde buldum. Rafların arasındaki basamakta, sallanan dala tünemiş bir kuş gibi tuhaf bir denge sağlayarak oturmuştu. Öylesine şaşkındım ki karşısına o haldeyken çıkmış olmaktan utandım. Benim önceden basamağın yanındaki boşluğa gizlediğim viski şişesini bulup çıkarmış ve öylece basamağa oturarak doğrudan şişeden bir yudum içmiş, sonra ara vermeden azar azar içmeye devam ederek iyice sarhoş olmuştu. Burun delikleriyle üstdudağının arasını yağlı bir ter tabakası kaplamış halde, mekanik bir oyuncak bebek gibi hareketlerle beni karşılamaya çalıştıysa da ayağa kalkmayı başaramamıştı. Şeftali rengi gözleri hummalıydı, elbisesinin arasından çıkan boynu ve omuzlarının tenindeki tüyleri diken diken olmuştu. Tüm varlığı, midesindeki tuhaflığı geçirmek için kör bir arayışla önüne çıkan tüm otları yiyen bir köpek izlenimi bırakıyordu.

“Hasta mısın yoksa?” diye gülünç bir soru sordum.

“Hasta değilim,” dedi karım, yaşadığım şaşkınlığın farkına varıp rahatça alay ederek.

“Besbelli sarhoşsun sen.”

Karşısına çömeldiğimde, sorgulayan bakışlarla bana bakan karımın üstdudağının kıyısına yapışıp kalmış titreyen ter damlasının, üstdudağın hareketine kapılarak yan tarafa yuvarlanıp damladığını gördüm. Alkolün nemli kokusuyla ağırlaşmış pis nefesi çarptı beni. Ölen arkadaşımın ölüm döşeğinden getirdiğim, yaşayan insanların yorgunluğu bir kez daha vücudumun her köşesini zifirî siyaha boyadığında iç çekerek ağlayacak hale geldim.

“Evet ya, sen sarhoşsun.”

“O kadar da sarhoş değilim. Terliyorsam korktuğumdandır.”

“Neden korkuyorsun? Bebeğin geleceği mi endişelendiriyor seni?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kurbanı Beslemek / Üç Uzun Öykü ~ Kenzaburo OeKurbanı Beslemek / Üç Uzun Öykü

    Kurbanı Beslemek / Üç Uzun Öykü

    Kenzaburo Oe

    Eeyore, görmek denilen şey, hayal gücünü kullanarak objeleri algılamaktan başka bir şey değildir ki.Eeyore, senin göz sinirlerin düzgün çalışsaydı bile, hayvanları hayal etme isteğin...

  2. Suda Ölüm ~ Kenzaburo OeSuda Ölüm

    Suda Ölüm

    Kenzaburo Oe

    Suda Ölüm’de Oe, alter egosu olarak bilinen yazar Kogito Choko’yu memleketine, Shikoku Adası’nda ormanla kaplı vadinin içindeki köyüne gönderir. Choko, bu kaybı tam anlamıyla...

  3. Kişisel Bir Sorun ~ Kenzaburo OeKişisel Bir Sorun

    Kişisel Bir Sorun

    Kenzaburo Oe

    Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar…Büyükşehir ortamındaki yalnızlaşma ve yabancılaşma sancılarından kurtuluşu Afrika gezisi hayallerinde arayan dershane öğretmeni...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri ~ Edouard LouisBir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

    Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri

    Edouard Louis

    Bu fotoğrafa bakarken dili yitirdiğimi hissettim. Onu bütünüyle özgür, tüm bedeniyle geleceğe doğru yol alırken görmek, aklıma babamla paylaştığı yılları, maruz kaldığı aşağılamaları, yoksulluğu,...

  2. Mumyanın Uyanışı ~ Necib MahfuzMumyanın Uyanışı

    Mumyanın Uyanışı

    Necib Mahfuz

    İnsanların hepsi yapraklı ağacın gölgesine sığınır ama kış gelip de kuraklık ve soğuk ağacı çırılçıplak bıraktığında aynı insanlar onu gözünü kırpmadan terk eder. Mezarında...

  3. Bilinmeyen Ülkede Yolculuk ~ David ParkBilinmeyen Ülkede Yolculuk

    Bilinmeyen Ülkede Yolculuk

    David Park

    Dünyanın kardan bir pelerine büründüğü, yolların uçsuz bucaksız bir beyazlıkta kaybolduğu bir kış gününde karşılaşabileceği tüm tehlikeleri göze alan Tom, Sunderland’daki öğrenci evinde mahsur...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur