Buradaydım.
Dünyada.
İstanbul’da.
Şimdide ve hafızamda.
Kendimde ve onda.
Asılı kalmıştım ben
-herkes gibi-
bir rüyanın oltasında…
Nisan Erdem ikinci öykü kitabı Rüyanın Oltasında ile düşüncenin kıyısına çarpan bir taşı elinde yuvarlıyor. Ölümü duymanın soğukkanlı bilgisini sırtında taşıyor. Oltasında çırpınan balığı anlamak için rüyasında debeleniyor. Bakkala giderken Tanrı’yla karşılaşıyor.
Rüya gören bir ağacı kıskanıyor. Gılgamış’la ölüm üzerine sohbet ediyor. Kırmızı bir trafik lambasıyken beklemekten ve bekletmekten sıkılıyor. Muzu üç, pozu iki liraya satıyor. Rüyanın Oltasında; hikâyenin peşinden koşan âşıkları, yazının ortaya çıktığı yırtılmaları, suyun köpüğünde, yaz gecelerinin kokusunda, geçmişin karanfilinde, bir rüyanın içinde ve İstanbul’un yarısıyla anlatıyor.
İçindekiler
I
RÜYANIN OLTASINDA ASILI
Sonsuzluk Yanılgısı (1): Çarpıntı
Balıklar ve Rüyalar
Tanrı’ya Şikayet Edilen Ağaç
Sonsuzluk Yanılgısı (II): Korku
Röntgen ve Bazı Şeyler
Yılan, Gılgamış ve Ben
Sonsuzluk Yanılgısı (III): Kahkaha
II
İSTANBUL’UN YARISI
Bizegider Caddesi
Yolumu Kesen Öyküler
Poz Vermek İki Lira
Sonbahar Haberleri
Biraz Gerçek Biraz Yalan
III
MEKTUP
I
RÜYANIN OLTASINDA ASILI
“İçimizin derinliklerinde bir madenci çalışıyor. Bir oradan bir buradan kazmasının boğuk seslerini duyuyoruz. Ne bilelim nereye götürecek kazdığı kuyu? Kim durdurabilir içimizi kazmalayan o kolu?”
Moby Dick, Herman Melville
“Düşünmek; yazı düşünmekten doğdu.”
“Mektup”, Sait Faik Abasıyanık
*
Yaz. Deniz kıyısından bir taş alıyorum elime, paril paril par- layan. Hava öyle sıcak ki taşın denizden çıkmasıyla kuruması neredeyse bir oluyor. Sudan aldığı parlaklık saniyeler içinde kay- boluyor. Kıyıda, elimde çirkin bir taşla duruyorum. Gözümün önünde matlığı, aklımda ise az önceki güzelliği kalıyor.
Düşünüyorum.
Taş kim, taş ne?
Deniz kim, deniz ne?
Güneş kim, güneş ne?
Ben kim, ben ne?
Düşünüyorum.
Düşündükçe her şey tepetaklak oluyor.
Düşündükçe bir öykü oluyorum.
Bir öykü olup herkese başkaldırıyorum.
Bir öykü olup işte tam da burada çığırımdan çıkıyorum. Bir öykü olup kalemi ben kapıyorum.
Ben, yazarını ömrü boyunca yazan bir öyküyüm.
Ve peşimde taşlar, deniz, güneş, yaz.
Fenerbahçe, Çamlıca
Ağustos, Aralık 2021
SONSUZLUK YANILGISI (I)
Çarpıntı
Her an ölebileceğimin farkına bir anda vardım, sekiz ya da dokuzdu yaşım. Hatırladığım her şey hayal meyal. Hayatın rüya ile benzerliği yalnızca kısalığından değil, geçmişi bir rüyayı hatırlar gibi duymamız ve anlatmamızdan da geliyor olmalı.
Bir bayram günüydü. -Ne bayramı?- Amcamların evinde ailecek toplanmıştık. -Hangi amcamın?- Biz çocuklar başka bir odada oyun oynuyorduk. Bir süre sonra kendimi salonda, büyüklerin arasında buldum. -Ne olmuştu da oyunu bırakmıştım? – Yakın zamanda ölen biri hakkında konuşuyorlardı. -Ölen kimdi?- Derken birinin -Annemin? Babamın? Dedemin? Amcamın?- dilinden şu cümle döküldü: “Gencecik yaşta gidiverdi çocukcağız. Ölüm yaşamı bakarmış?”
Ömrüm boyunca kalbimi yoklayan çarpıntıların ilkini o an yaşadım. Ölümün ne demek olduğunu elbette biliyordum ancak sadece yaşlıların öldüğünü zannediyordum. “İnsan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür,” yazıyordu hayat bilgisi ders kitabında. Oysa kimileri yaşlanamadan hatta büyüyemeden ölüyordu demek. İşte o an, o cümleyle ölümün gerçek yüzüyle tanıştım. Ölüm büyümemi, yaşlanmamı ve yaşlanmamın ardından gelecek uygun bir zamanı şefkat ve sabırla beklemiyordu. Çocuk, genç, yaşlı, herkes, her an onunla karşılaşabilirdi ve ben de herkes gibiydim, herkes gibi kalacaktım. İsyana da korkuya da gerek yoktu. Doğmuştum bir kere. Hayattaydım. Hayatın sözünden çıkamazdım ve ne tuhaf ki hayata verdiğim esas söz ölümdü.
Bu durum peşimi bırakmayan bir ölüm korkusu yaşamama neden olmadı. İhtimaller korkutabilirdi insanı ama gerçekler asla. Ölüm gerçekti ve oyunu her nedense bırakarak beklenmedik bir anda duyduğum cümle, onu gözümde büyütmememi ancak hep aklımda tutmamı sağlamıştı. Çok küçük yaşta fanilik duygusuyla tanışmıştım. Ömrümün her anında zihnimden silinmeyen tek bilgi oldu bu: Ben faniyim. Yaşım fark etmeksizin her an ölebilirim.
Bugun o anı hatırlarken ölümü bu denli rahat anlamamı ve kabullenmemi biraz şaşırtıcı buluyorum. Zira hayatımdaki çoğu şeyi, özellikle de bir aşkın gidişini, ölüm kadar kolay kabullenemedim. İtiraf etmeliyim ki hayat boyunca ihtiyacım olan tek şey içimden hiç silinmeyen o fanilik duygusunu bir an olsun unutmaktı. Belki de, diyordum kendime, huzurla yaşamak için faniligimizi zaman zaman unutmaya mecbur olan bizler, başka bir ihtimale muhtacızdır. Bu sonsuzluk yanılgısının kollarına upuzun yaz geceleri ve aşk kadar kolay atabilecek ne var ki bizi?
BALIKLAR ve RÜYALAR
Henüz tutulmuş ve oltanın ucundan kurtulup suya ulaşmak için çırpınan tüm balıklarda kendimi görüyordum. Rüya ile gerçeğin kıyısında debelenip duruyordum ben de. Kimi rüyalardan uyanmak, kimindense uyanmamak için. Ve her debelenişimde onun bir gece sorduğu soruyu tekrar soruyordum kendime: Ölümden mi korkuyorsun?
Balıklar
Denize ansızın veda eden balıklarla doludur bu şehrin sahilleri. Kimi zaman, bir oltaya sıra sıra dizilmiş sardalyalara rastlarsınız. Kimi zaman, bir balıkçının dost olduğu martıyı ıslıkla çağırıp gagasına istavrit tutuşturduğunu görür, “Martının dahi şanslısı var,” diye düşünürsünüz. Kimileyinse dolu taneleri gibi yere saçılmış çaça balıklarına yanlışlıkla basar, kedilerin bayramına mi sevinmeli yoksa balıkların denizden ayrılışına mı üzülmeli bilemezsiniz. Ben balık tutmam, tutmaya da hiç heveslenmem ama balıkçıları daima tuhaf bir hazla seyrederim. En sevdiğim şeylerden biri Beylerbeyi Camii’nin İstanbul’a serilen avlusundaki balıkçıların seyrine dalmaktır. Hem eğlenceli hem de acımasızdır buradaki balıkçılar. Kendilerinden balık satın alan çok yaşlı bir adama “Elindeki balıkları şu caminin imamına ver ki seni iyi yıkasınlar!” demeleri, üstüne kahkaha atmaları aklımdan hiç çıkmaz. O gün yaşlı adamın ağzından çıkan “Allah sizi bildiği gibi yapsın!” cümlesini içten içe tekrarlasam, balıkçılara kızgın olsam da vazgeçemem oradan. Esintisini, bir tarafındaki ahşap beyaz yalıyı, diğer tarafındaki restoranı, çeşmeyi, Boğaz’a nereden getirildiğini hep merak ettiğim palmiyeleri ve onların zarif gölgelerini çok severim. Oturur, etrafımı dinler ve denizin üzerine serili bir halıda oturuyormuşum hissi veren bu avluda düşünür dururum. Bazen de sohbet ederim balıkçılarla. Bir keresinde yanımda, palmiyelerin altında oturan, önündeki su dolu kovadaki yarısı henüz ölmüş yarısı ise telaşla yüzen balıkların pullarını ayıklayan balıkçıya “Kolay gelsin,” dedim. Teşekkür etti, dünden hazır olduğu sohbeti başlattı. “Bu sardalyaların pullarını burada ayıklıyorum hep. Evde ayıklayınca lavaboyu tıkıyorlar vallahi.” Kovanın çevresinde daireler çizen balıklara baktım ve “Ama,” diye durakladım, “tüm balıklar ölü değil ki. Elinize canlı balıkları da alıyorsunuz. Canları acımıyor mu sizce?” Bir iki saniyeliğine sessiz kaldı, düşündü, belli ki bir şeylere ikna etti kendini. Rahatlamış bir ifadeyle “Bunların istavrit gibi canları yok, çoğu hemen ölür zaten,” dedi. Gülümsedim. Balık satın almak isteyip istemediğini sordu. İstemediğimi, yürüyüş yapacağımı, eğer buraya dönersem belki alacağımı söyledim. “Peki,” dedi ve sessizce temizlemeye devam etti pulları.
Tüm bu seyirlerim, sohbetlerim boyunca balık olmanın nasıl bir his olduğunu çok merak ediyor, sırf bu merakı gidermek adına bir yolunu bulup da balığa dönüşmenin hayalini kuruyordum. Hayır, insan olmaktan hiç şikâyetim yoktu ve başka bir formda yaşamak için çareler aramıyordum. İnsanlara ve insanlığa gece gündüz lanet yağdıranlardan değildim. Kıyametin artık kopması gerektiğine, yaşadığımız kötü günlerin daha da kötüsünü hak ettiğimize, doğanın bizden haklı intikamlar aldığına ve almaya devam edeceğine, soyumuzun kuruması, dünyanın sadece bitki ve hayvanlara kalması gerektiğine inanmıyordum. İnsan olmaktan o kadar mutluydum ki kuş olmaya dahi yanaşmazdım. Fakat balık… Sadece balık olmak istiyordum. Kısa bir süreliğine. O çırpınış anını yaşamak ve anlamak için…
Balıkların kimi zaman asılı kaldıkları oltanın ucunda, kimi zamansa düştükleri zeminde çırpınışlarını her görüşümde benim de içimde bir şeyler çırpınıyordu. Daha birkaç saniye önce yüzdükleri ve yaşayabildikleri yerden açlık ya da bir anlık dalgınlık sonucu kopuyorlar, kendilerini yeryüzünde buluyorlardı. Neye uğradıklarını şaşırıyor, yeterince nefes alamıyor, zıplıyor, kendilerini sağa sola atıyor ve ayrı kaldıkları evlerini arıyorlardı. Vurulup yere düşen kuşun acısından daha keskin geliyordu bana oltanın ucunda sallanan balığın acısı. Kuş düştüğü zeminin yabancısı değildi, defalarca konmuştu ona. Balıksa yabancı olduğu bir yerde ölüyordu. Suyu arayarak. Kıvranarak. Çırpınarak. Sesini duyuramayarak. Gittikçe kesilen nefesinin içinde ölümü duyarak. Tüm bunların nasıl bir his olduğunu tahmin etsem de yeterli gelmiyordu. Ben de tutulmalıydım. Bir oltanın ucunda sallanmalı, bir kez daha nefes alabilmek için başım dönerken debelenmeliydim. Yere düşmeliydim. Biri beni eline almadan, pullarımı ayıklamadan önce var gücümle zıplayarak, kıvranarak avlunun denize açılan pencerelerini bulmalıydım. Kendimi denize atmalıydım. Ve alışkın olduğum sularda tekrar nefes almalıydım.
Tüm bunları yaşamadan bir balığı anlayabilir miydim?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıRüyanın Oltasında
- Sayfa Sayısı112
- YazarNisan Erdem
- ISBN9786253691899
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEverest Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Noel’de Bir Sovyet Askeri ~ Mehmet Ali Sevgi
Noel’de Bir Sovyet Askeri
Mehmet Ali Sevgi
“Bütün gece kabuslarla sürekli bölünen, uykuya benzer bir sarhoşlukla geçti. Annesi bir yağlı boya tablosu olarak karşısında duruyor sonra birden konuşmaya başlıyordu. Ne söylediğini...
- Karayel Hüznü ~ Buket Uzuner
Karayel Hüznü
Buket Uzuner
Belki sevgili, belki arkadaş, belki de kardeştiler… Ama, eski bir yazın sevincini böyle yürekten özlemelerine bakılırsa, onlar ancak has çocukluk arkadaşı olmalıydılar. Eski bir...
- Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm ~ Gökçer Tahincioğlu
Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm
Gökçer Tahincioğlu
Gerçekten hakikati bilmek istiyor musun? Peki hakikate ulaşmak mümkün mü? “İnsanlar öldüğünde izlediği filmler ne olur bilmiyorum. Dinledikleri şarkılar, içlerinde biriken özlemler. Okudukları kitaplar...