Üç erkek çocuk babası, eşinden boşanmış Robert Farquharson’ın arabası 2005 yılının Babalar Günü’nde çocuklarını annelerinin evine bırakırken yoldan çıkar ve bir sulama barajına gömülür. Farquharson arabadan çıkmayı başarır ama çocukları boğularak hayatını kaybeder. Olay ilk bakışta trajik bir kaza gibi görünmektedir, ancak yetkililerin işe dahil olmasıyla daha karanlık ihtimaller belirmeye başlar.
Romancı ve öykücü Helen Garner, Avustralya’da uzun zaman gündemi işgal eden Robert Farquharson davasını başından sonuna kadar, her duruşmasına katılarak takip etti. Bu Yas Yuvası işte bu sürecin sarsıcı hikâyesini anlatıyor. Yaslı anne ve babadan başlayarak savunma ve iddia makamına, jüri üyelerine, tanıklara, bilirkişilere ve davayı izleyen gazetecilere varıncaya dek herkesin bir romanın kişileri gibi belirdiği anlatı, Garner’ın dürüst ve ustalıklı anlatıcılığı sayesinde true crime ve mahkeme röportajı gibi türlerin sınırlarını aşarak aile, evlilik, suç, masumiyet ve adalet üzerine unutulmaz bir kitaba dönüşüyor.
“Katılımcılardan pek azının öngörülere uygun davrandığı bir cinayet davasının sürükleyici hikâyesi. Yalnızca ne olup bittiğinin değil, neye inanmayı tercih ettiğimizin ve neye inanmaya cesaret edemediğimizin de bir incelemesi.”
Julian Barnes
“Garner esasen anlatı formunun sınırlarının ötesinde kalan zorlu meselelerle sınıf, toplumsal cinsiyet ve iktidara ilişkin kökleşmiş varsayımlarla; bir başkasının davranışlarının altında yatan saikleri ne kadar iyi anlayabileceğimiz sorunuyla meşgul.”
James Wood
*
Victoria Yüksek Mahkemesi’ne:
“Bu acı hazinesi, iktidarın kalesi ve yas yuvası”
Dezsö Kosztolányi, Kornél Esti
“Farquharson duruşmasına mı gidiyorsun? Bu
konuda iki eğilimim var. Yapmış olması mümkün değil. Ama başka açıklaması da yok.”
Victoria Yüksek Mahkemesi’nin
önünden geçen bir avukat,
16 Kasım 2007
“Çocuk ölümlerinin kabul edilebilir bir açıklaması yoktur.”
Leon Wieseltier, Kaddish
“… hayat iki düşünce ve eylem düzeyinde yaşanır: Biri farkındalığımız kapsamındadır, diğeri sadece rüyalardan, dil sürçmelerinden ve
açıklanamayan davranışlardan çıkarsanabilir.”
Janet Malcolm, The Purloined Clinic
Bir zamanlar Victoria’da küçük bir kasabada karısı ve üç küçük oğluyla yaşayan çalışkan bir adam vardı. Adamın temizlikçi maaşıyla kıtı kıtına geçiniyor, kendilerine yavaş yavaş daha büyük bir ev inşa ediyorlardı. Karısı bir gün durup dururken adama artık onu sevmediğini söyledi. Evliliklerini sürdürmek istemiyordu. Evden taşınmasını istedi. Çocukların kendisiyle yaşayacağını, istediği zaman onları görebileceğini söyledi. Evden istediği bütün eşyaları alması için onu teşvik etti. Kendi istediği ve elde ettiği tek şey, iki arabalarından daha yeni olanıydı.
Kederli koca yastığını alıp dul babasının birkaç sokak ötedeki evine taşındı. Çok geçmeden karısı yeni evlerinin zeminini dökmesi için tuttukları beton ustasıyla görülmeye başladı. Usta Evanjelist’ti, o da karısından ayrıydı ve birçok çocuğu vardı. Kısa bir süre sonra kadın onunla birlikte kiliseye gitmeye başladı. Daha sonra koca, beton ustasını köle gibi çalışarak aldığı arabayla kasabada gezerken gördü.
Öykü bu noktaya kadar aşkta ihanetten dem vuran, country müzik türünde, hafif mızıltılı, hafif tatlı, kederli bir şarkı olarak anlatılabilirdi.
Ne var ki on ay sonra, 2005’te bir Eylül akşamı hava karardıktan hemen sonra, ıskartaya çıkarılan koca, oğullarını birlikte geçirdikleri Babalar Günü’nün sonunda annelerinin evine götürürken eski beyaz Commodore’u eve varmalarına beş dakika kala yoldan çıktı ve bir sulama barajına gömüldü. Adam arabadan çıkmayı başardı, kıyıya yüzdü. Araba suyun dibini boyladı ve çocukların hepsi boğuldu.
Olayı TV haberlerinde gördüm. Gece vakti. Alçak ağaçlar. Sisli, siyah bir su. Donuk ışıklar, bir helikopter. Reflektif yelekli, kasklı adamlar. Çok kötü bir şey var burada. Korkunç bir şey.
Tanrım, kaza olsun, ne olur.
Çocukların öldüğü yeri her isteyen görebilir. Melbourne’dan çıkıp kıtayı çevreleyen Princes Karayolu’nda, güneybatı yönünde ilerliyorsunuz. Geelong’u geçiyor, Surf Coast kavşağının kışkırtmasına kapılmayıp kıyıdan uzaklaşmaya devam ederek Colac’a doğru Victoria’nın güneybatısında uzanan geniş volkanik platoda yol alıyorsunuz.
2006 Ağustosu’nda, Geelong’da yapılan duruşmada sulh hukuk yargıcı, Robert Farquharson’ın üç cinayet iddiasıyla yargılanmasına karar verdikten sonra, bir pazar sabahı yanımda eski bir arkadaşla oraya doğru yola çıktım. Kocası kısa süre önce arkadaşımı terk etmişti. Saçı meydan okurcasına kızıla boyanmıştı ama kederden içi boşalmış, ezilmiş gibi görünüyordu. Altmışlı yaşlarımızdaydık. Her ikimiz de boşanmanın acısına ve aşağılanmasına katlanabilmiş ama aynı zamanda o acı ve aşağılanmayı başkalarına da yaşatmıştık.
Bir ilkbahar günüydü. Geelong’u geçtikten az sonra hindiba çiçeklerinin sarıya boyadığı, yer yer koyu renk servilerin oluşturduğu rüzgâr siperleriyle sınırları belirlenmiş otlakların arasında uçarak ilerliyorduk. Muazzam gökyüzünde altları düz, parlak beyaz bulutlar yelken açmıştı. Arkadaşımla ben çocukluğumuzda bu bölgede yıllar geçirmiştik. Coğrafyanın hüzünlü güzelliğine, inişsiz çıkışsız uzanan arazinin görkemine aşinaydık. İki şeritli yolda batıya doğru ilerlerken pencereleri açıp içeriye havanın dolmasına izin verdik.
Winchelsea’ye dört beş kilometre kala önümüze uzun, yumuşak eğimli bir demiryolu üstgeçidi çıktı. Burası mıydı? Konuşmayı kestik. İnsan yapımı tepeyi tırmandık. Yukarıdan baktığımızda ileride, yolun sağında bir otlağın içinde boz bir su kütlesi gördük; pratik dörtköşe bir sulama barajı değildi, uzatılmış bir gözyaşı damlası biçiminde, oval ve kadınsıydı, çevresine seyrek küçük ağaçlar dikilmişti. Güney kıyısı karayolunun kuzey kenarına paralel, asfalttan yirmi otuz metre mesafedeydi. Farquharson’ın arabasının yolun solundan aşağı kaydığını hayal etmiştim; oysa yolun karşı tarafındaki bu su kütlesine gömülmek için arabanın ortadaki beyaz çizgiyi ve doğu yönündeki şeridin trafiğini aşması gerekirdi. Üstgeçidin Winchelsea tarafında kendimizi sağa göz atmaya zorlayarak hızla ilerlerken yolla çit arasında, diz boyundaki otların içinde küçük beyaz haçlar gördük, üç taneydiler. Durmaya hakkımız yokmuş gibi uçarcasına geçip gittik yanlarından.
Winchelsea nüfusunun altı bin olduğu yolunda muğlak bir bilgimiz vardı ama kasabanın girişindeki tabelada nüfusun 1180 olduğu yazılıydı; biz rampadan inip Winchelsea Irmağı’nın üstündeki bazalt köprüden geçerek karşıdaki bir sıra dükkânla ilkokulu geride bıraktığımızda kasabanın ilk evleri görülmeye başlamıştı. Bu büyüklükteki bir yerde herkes herkesin ne yaptığını bilirdi.
Kasabanın bir buçuk kilometre kadar ötesinde bir yan yola saptık ve sandviçlerimizi yiyebileceğimiz çimenlik bir alan bulduk. Bir tuhaf hissediyorduk kendimizi, neredeyse suçluymuşuz gibi. Niye gelmiştik buraya? Alçak sesle konuşuyor, gözlerimizi birbirimizden kaçırıyor, güneşli otlaklara bakıyorduk boş boş.
Polise anlattığı hikâye –öksürük krizine kapılıp direksiyon başında bayıldığı– doğru olabilir mi sence? Böyle bir şey var. Öksürük senkopu deniyor. Eski karısı sevk duruşmasında adamın çocuklarını sevdiğine yemin etti. Yani? Birini seviyorsan asla öldürmek istemeyeceğin nereden çıktı? Kadın trajik bir kaza olduğunu, adamın çocuklarının kılına dokunmayacağını söyledi. Adamın bütün ailesi onu savunuyor. Duruşmada iki tarafında birer abla, elinde de ütülenmiş bir mendil vardı. Eski karısının ailesi bile onu suçlamadığını söyledi. Ama polisin elinde tuhaf kanıtlar yok muydu? Arabanın tekerlek izleri yok muydu? Ayrıca adam tabanları yağlamadı mı? Evet. Çocukları batan arabanın içinde bırakıp otostop yaparak eski karısının evine gitti. Fotoğraflarda çok iriyarı görünüyor, öyle mi? Hayır, kısa boylu, tıknaz biri. Şiş gözleri var. Sevk duruşmasında yakından gördün mü onu? Evet, bana kapıyı açıp tuttu. Gülümsedi mi? Gülümsemeye çalıştı. Psikopattır belki, insanı öyle kandırmıyorlar mı? Cana yakın davranarak? Cana yakın görünmüyordu. Feci görünüyordu. Perişandı. Ne – acıdın mı adama? Yani… acıdım mı bilemiyorum. Ne bekliyordum bilmiyorum ama sıradan bir tipti. Bir adam.
Winchelsea’nin dışında kalan mezarlık, göğün altında bir iki hektarlık geniş, eğimli bir araziydi. Bizden başka kimse yoktu. Sıraların arasında dolaştık. Farquharson soyadına rastlamadık. Aile başka bir kentten mi buraya gelmişti acaba? Fakat arabaya doğru ağır ağır yürürken bir çalılığın arkasına göz atınca cilalı granitten yüksek bir mezar taşı gördüm; üzerinde uzun bir soyadı ve madalyon biçiminde üç fotoğraf vardı. İsteksiz adımlarla yaklaştık.
Bir AFL taraftarı mezarın yan tarafına, ucuna Essendon fırıldağı takılı bir değneği toprağa saplamıştı. Kıvrık plastik kanatlar neşeyle, vınlayarak dönüyordu. Mezar taşının üst köşelerinde Essendon Futbol Kulübü logosuyla yaldızlı bir Bob Usta çizimi yer alıyordu. Oğlanlar dünyaya açık yürekli bir iyimserlikle bakıyordu; sarı saçları kısacık düzgün kesilmiş, gözleri ışıl ışıl. Jai, Tyler, Bailey. Robert ve Cindy’nin çok sevgili biricik çocukları… Bir daha buluşuncaya kadar Tanrı’ya emanet olun. Dehşete benzer bir hisle inceledim yazıyı. Sonraki yedi yıl boyunca, o gün çocuklar için bir dua ettikten sonra yürüyüp gitmediğime sık sık hayıflanacaktım. Biçilmiş çimlerin arasından yüzlerce minik pembe çiçek fışkırıyordu. Avuç avuç çiçek toplayıp mezarın üstüne bıraktık ama esintiyle uçup gidiyorlardı. Üzerlerine ağırlık yapsın diye koyduğumuz dalların, çakılların hepsi bahar rüzgârının kesintisiz sürati karşısında hafif kaldı.
Ceza duruşması sevk duruşmasından bir yıl sonra başladı. Farquharson’ın adı bir konuşmada geçtiğinde insanlar ürperiyordu. Kadınların gözleri doluyordu. Herkes bu konuda fikir sahibiydi. Öksürük krizi açıklaması şüpheyle ve aşağılamayla karşılanıyordu. Genel kanı Farquharson gibi bir adamın karısı evliliği bitirdiği zaman yaşadığı kontrol kaybına tahammül edemediğiydi. İnsanlar durmadan bu açıklamayı ileri sürüyordu. Evet, öyle olsa gerekti, ailesinin kontrolünün elinden alınmasına dayanamamıştı. Ya öyleydi ya da kötü bir insandı. Yüzde yüz kötü. Bu adamları anlamıyorum, diyordu feminist bir avukat. Tamam, karısı onu terk ediyor. Erkeklerin biyolojik saati yok ki. Yeni bir kız arkadaş bulup çocuk yapsalar ya. Herkesi öldürmeleri mi gerekiyor? İster kasıtlı yapmış olsun ister kasıtsız, diyordu yaşlıca bir Hıristiyan kadın, kefaretini nasıl ödeyecek? Sayısız erkek öfke ve kederle kesinlikle kaza olamayacağını iddia ediyordu; çocuklarını seven bir baba asla arabayı bırakıp yüzerek uzaklaşmazdı. Çocuklarını kurtarmak için çabalardı, kurtaramadığı takdirde de onlarla birlikte dibi boylardı. Bu iddiayı dile getirdikten sonra durup daha alçak sesle, “En azından ben olsam öyle yapardım diye umuyorum” diye ekleyenler pek azdı.
Duruşmayı yazmak istediğimi söylediğimde insanlar bana bir şey demeden, çözemediğim bir ifadeyle bakıyordu.
Robert Farquharson’ın duruşması arabası baraja gömüldükten iki yıl sonra, 20 Ağustos 2007’de Victoria Yüksek Mahkemesi’nde başladı. Serbest bir gazeteci ve meraklı bir yurttaş sıfatıyla Melbourne’ın merkezindeki kubbeli, iç avluları taş döşeli, güzel cephesi William ve Lonsdale sokakları boyunca uzanan bu görkemli 19. yüzyıl yapısının mahkeme salonlarında tek başıma, işime yoğunlaşarak günler geçirmiştim. Binayı iyi tanır, resmi mekânlarında nasıl davranılacağını bilirdim ama giriş kapısına her yaklaştığımda içimden bir adrenalin dalgası ve gizli bir huşu hissi yükselirdi.
Bu sefer yanımda bir yakın arkadaşımın kızını götürmüştüm; solgun yüzlü, beyaza yakın sarı saçlı, dişlerine tel takılı, on altı yaşında sessiz bir kızdı; üstünde kot pantolon ve gök mavisi kapüşonlu eşofman üstü vardı. Adı Louise’di. Liseyi bitirmiş ve eğitimine bir yıl ara vermişti. Yoldaşlığına ve yaşından beklenmeyecek aklına minnet duyacaktım. Üç numaralı duruşma salonunun basın sıralarına neşeli bir gazeteciler güruhuyla birlikte sıkıştık. Dedikodularına kulak verilecek olursa Farquharson şimdiden ipe çekilmiş, boynu vurulmuştu.
Duruşma salonu çok güzeldi. Tavanı çok yüksek, duvarlar pastel renkte, doğramalar koyu renk masif ahşaptı ama görkemli tarihi binanın bütün diğer salonları gibi sıkışık ve içinde hareket edilmesi zordu. Sanık bölmesi arka duvar boyunca uzanıyordu; Robert Farquharson yakası kolalı, göz alıcı beyazlıkta bir gömlek ve kravatla kırmızı kadife bir kordonun arkasında oturmaktaydı. Salona özgür bir adam olarak girmişti ama şimdi kefalet süresi dolmuştu ve tutukluydu. İçerisi onu destekleyenlerle tıklım tıklım dolu olduğu halde küçücük, feci yalnız ve korkuyormuş gibi görünüyordu.
Farquharson’ın sevk duruşmasına Kraliyet temsilcisi olarak, yakında Başsavcılığa atanacak olan Kraliyet Başsavcı Vekili, kraliyet hukuk danışmanı Jeremy Rapke katılmıştı. Kontrollü görünen, kısa kır sakallı, zayıf bir adamdı; yüzünü keskin bir açıyla ikiye bölen ağzı, günlerini palavra dinlemekle geçiren birini çağrıştırıyordu.
“Vay canına” diye fısıldadı Louise. “Şahine benziyor.”
Avukat tanıdıklarım Rapke’nin ceza duruşmalarında ürkütücü olduğunu söylemişti; onu sevk duruşmasında izlemek heyecanlıydı; kendini zorluyormuş gibi görünmüyor, alçak sesle, nazik bir tonda, lafı uzatmadan konuşuyordu, sanki sözleri kafasının içinde yer alan daha can alıcı bir sürecin sadece üst katmanıymış gibi. Fakat o gün aynı sohbet tonunda ifade ettiği nihai mütalaa, içinden zarif, yıkıcı, kavurucu bir akış olarak fışkırmıştı. Şimdi de duruşma salonuna bilekten bağlı iğne topuklu ayakkabılarla tıkırdayarak girmiş olan kahverengi saçlı, parlak yüzlü genç asistanı Amanda Forrester’ın yanında Rapke döner koltuğunda kamburunu çıkarmış, peruğu öne doğru eğilmiş, yanağı ince, kuru görünümlü elinin ayasına yaslanmış oturuyordu.
Arkadaki cam panolu dar ahşap kapılar birden açıldı ve Av. Peter Morrissey siyah cübbesi bir omzuna atılmış, peruğu parlayan alnından geriye itilmiş olarak paldır küldür içeriye girdi. İriyarı, açık renk tenli ve İrlandalı tarzında teklifsiz, bir futbolcunun cüssesine ve enerjisine sahipti; avukatlar masasının savunma tarafına doğru iri adımlarla, asistanı Con Mylonas’ı gölgede bırakarak, abartılı şekilde büzülmüş dudaklarının arasından kışkırtıcı “Good Old Collingwood Forever” marşını ıslıkla çalarak ilerledi. Sanık bölmesine doğru döndü ve içten, dostane bir tonda, “Selam Rob!” diye seslendi. Farquharson cevap verdiyse de ben işitmedim. Morrissey’in Lahey’den yeni döndüğünü, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde görülen bir davayı kazandığını duymuştum. Şöhreti kusursuzdu. Doğal, cana yakın bir adama benziyordu. Farquharson’ın ailesi de bu kanıda gibiydi. Lobide üzerinde cübbesiyle cüsseli avukatın etrafına toplanıp ona bakarak güvenle gülümsediklerinde içim kaygıyla doluyordu.
Yargıç Philip Cummins içeri girdi; aydınlık yüzlü, babacan ifadeli, saçları gümüş rengi, altmışlı yaşlarında bir adamdı. Üzerinde kırmızı bir cübbe vardı ama peruksuzdu. Sol kulak memesindeki minik pırlanta küpe kıvılcımlar çaktırıyordu. Cummins şehirde tanınan biriydi. Gazeteciler söylemeden de takma adının Fevkalade Phil olduğunu biliyordum. Ama bakınca insana güven veriyordu; tepeden bakan ya da tehditkâr bir havası yoktu; yüksek kürsüsünde otururken dirseklerine dayanıp öne eğiliyor ve içten, sıcak bir tonda konuşuyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü
- Sayfa Sayısı240
- YazarHelen Garner
- ISBN9789750863486
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kedi Mektupları ~ Oya Baydar
Kedi Mektupları
Oya Baydar
Oya Baydar’ın Kedi Mektupları, bir kedi romanı mı? Bu konuda, romanın kedi kahramanlarından Nina, acımasız bir değerlendirme yapıyor: Bu kitapta kedilere ilişkin dişe dokunur...
- Kaçak Yolcu ~ John David Anderson
Kaçak Yolcu
John David Anderson
“Korkmayın, biz dostuz!” diyenden korkmalı asıl! Beklenmedik öyküleri olağanüstü kurgulara dönüştürme yeteneğiyle tanınan Amerikalı yazar John David Anderson, “İkarus Günlükleri” serisinin ilk halkası Kaçak Yolcu’da ibreyi...
- Madrabaz Usta’nın Suç Akademisi – Haytalar İçin Adam Soyma ~ Terry Deary
Madrabaz Usta’nın Suç Akademisi – Haytalar İçin Adam Soyma
Terry Deary
Çocuklar kadar yetişkinlerin de beğeniyle okudukları “Ateş Hırsızı” serisinin çok satan yazarı Terry Deary’nin mizahi öğelerle renklendirdiği yeni dizisi “Madrabaz Usta’nın Suç Akademisi”nde ikinci macera!.. Onlarca masum insanı...