Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hayvanlarım
Hayvanlarım

Hayvanlarım

Yaman Koray

Ama oğlumun okuyucusu olan siz arkadaşlarını sakın şimdiden ürkütmüş olmayayım… Bütün bu güzel-çirkin, sevimli-soğuk mahlukların hepsi de Tabiat Ana’nın evlatları değiller mi? Mademki bir…

Ama oğlumun okuyucusu olan siz arkadaşlarını sakın şimdiden ürkütmüş olmayayım… Bütün bu güzel-çirkin, sevimli-soğuk mahlukların hepsi de Tabiat Ana’nın evlatları değiller mi? Mademki bir anne, evlatlarının hiçbirini sevgiden yana ayırmıyor… Öyle ise sizler de Yaman’ın cana yakın bulacağınız kuşlarının, balıklarının, kuzularının, köpeklerinin, kedilerinin, kobaylarının, tavşanlarının, horozlarının, kelebeklerinin yanı sıra ötekilerinin de hikâyesini dinleyiniz…
Hangilerinin mi diye soruyorsunuz?

Hani söz aramızda, biraz acayip kaçan, hem belki birçoğunuzun pek de seve seve el süremeyeceğiniz “ötekilerin” hikâyesini!
– Yaman’ın Annesi

Annenin Önsözü

Oğlum Yaman’ı siz küçüklere evvela ben tanıtayım, dedim. Arkadaşınız, 13 Aralık 1945’te 11 yaşını tamamladı, 12’ye bastı. Büyükada İlkokulu’nu pek iyi derece ile bitirdi. Bu kış Işık Lisesi’nin altıncı sınıfına giderken, bazı üzücü sıhhi sebepler yüzünden mektepten ayrılmaya mecbur oldu. Şimdi de evde ders alarak, siz ortaokul birinci sınıf arkadaşlarından pek geri kalmamış olmaya çalışıyor. Üstelik, belki de önümüzdeki tatil aylarında sizlere birkaç hoşça saat geçirtebilecek olan yazısına, hayvanlarının hikâyesine başlıyor.

En küçücük yaşından beri böcek, kuş, balık olsun, her canlıya; uçar, yürür, sürünür, koşar cinsten her türlü hayvana karşı garip bir merak, büyük bir tutkunluk gösteren ve eve, bahçeye doldurduğu bu mahluklara rahat yaşama, beslenme şartları yaratmak için çabalayıp duran Yaman’a senelerdir elinden geçen bu türlü türlü canlı şeylerin hikâyesini yazmak fikrini ne vakittir aşılamaya çalışıyordum ki Büyükada İlkokulu’nun başöğretmeni kıymetli maarifçilerimizden Bay Süleyman Öz’ün çocuk ruhunu anlayıp kavramasını bilen sözleriyle bu mevzu, tekrar canlandı. Böylelikle de Yaman’a, siz küçük arkadaşları için hayvanlarını yazmak şevkini, cesaretini veren kuvvet, hocasından gelmiş oldu.

Şimdi şu üç beş satırımdan sonra, kendi kendinize, “Canım, kediyi, köpeği, kuşu, kelebeği hangimiz sevmeyiz… Çoğumuzun evinde bahçesinde bunlardan biri ikisi vardır,” dersiniz.

Haklısınız! Fakat bizim Yaman’ınki bu tabii sevgi hududunu oldukça aşan cinsten! Birazdan, kendi kaleminden okuyacağınız gibi, nelerle uğraşmadı, neleri taşlarda, kavanozlarda, kafeslerde, kümeslerde, kutularda yaşatmaya, beslemeye çalışmadı ki!

Hem “Bu aşk ne zaman başladı?” diye sorarsanız, doğrusu, filan yaşta diye muayyen bir tarih de gösterilemez. Gözleri dünyasını görmeye başladığı dakika, onun ilgisini en çok çekebilen şeyler, minimini canlılar âlemi idi. Daha ana sütü çağında iken en bol gülücüklerini, camlar üzerinde vızıldayan sineklere, yaz geceleri ışığa üşüşen pervanelere, eğer onu kucağıma almış, bir ağaç dibine oturmuşsam, ağacın üzerinde yürüyen iri karıncalara, kabukların arasından çıkan kara böceklere saçardı.

Renkli, cicili bicili çıngıraklara pek de aldırmazken, ilk sevinç çığlıklarını bahar kelebeklerini, üzeri kara benekli kırmızı “uğur böceklerini” gördüğü, ellediği zaman fırlatmıştır.

Toprağa ilk ayak bastığı günden itibaren de gözleri daima yerlerde, taş, or diplerinde bir şeyler, hep bir şeyler aramıştır.

İki yaşında idi ki çocuk arabası içinde götürüldüğü Maçka çocuk bahçesinden, bana ilk zafer ganimetlerini getirmeye başladı!

Boy boy kavanozların, içinde küçük zararsız böcekler, çekirgeler, kelebekler ve “Aman yesinler de büyüsünler!” diye yanlarına konmuş türlü türlü ot çiçek besinlerle beraber etrafta sıralanmasına daha yeni yeni, zar zor alışmaya başlamıştım ki Yaman bu büyük zafer ganimetini şöyle müjdeledi. Gözleri ışıl ışıl yanarak, tuttuğu şeyin büyüklüğünü anlatmak için minik kollarını iki yana açtı, daha doğru dürüst dönmeyen diliyle, “Anne, bugün ben bu kaday bir yıyan böceği tuttum!” diye bağırdı.

Aman, zaman demeye kalmadı, o yaştaki çocuklara kumla pastalar yapsın diye alınan boyalı, resimli teneke kovasından, küçük küreği ile buna doldurmuş olduğu ıslakça toprağın içinden kocaman ama sahiden kocaman bir solucan çıkardı. Ufacık parmakları ile hiç tereddüt etmeden tutuverip, sevine sevine havaya kaldırdığı şeyin büküle kıvrıla oynayışını, bizim tiksinme çığlıklarımıza aldırış etmeden, “Ne güzey! Ne güzey!” diyerek hayran hayran seyretti. Elinden almaya kalktığımızda da onu neresine sokacağını bilmez bir halde, iki avucu içinde sımsıkı tutarak, çenesinin altına götürmüş, kaçacak, saklayacak yer anıyordu.

Ellerinin içine zor sığan o çirkin mahluktan -az kalsın Yaman duymasın diyecektim!kendisini ayırdığımız dakika, küçük ömrünün ilk uzun yasını tutmuş, ne çok ağlamıştı.

Bundan sonraki aylar ve seneler içinde eve daha neler getirilmedi, ceplerine soktuğu, kutulara doldurduğu neler… bu çok küçüklük devresinde -iki ile dört yaş arasıkaç defalar geceleri, bizim evin sofasında sümüklü böcekleri, artları sıra parlak izler bırakarak yürür, gezinir, salınırken görmüş, çekirgelerin kavanozlardan fırlayıp pat pat yerlerde atlama talimleri yaptıklarını, vız diye keskin bir kanat çırpma sesiyle beraber bir şeyin tak diye kendini cama, duvara vurduğunu işitmişimdir.

Büyük, küçük, çoğumuza hoş gelmeyen, çirkin görünen mahlukların hepsi de, mesela karafatmalar, danaburunları, akrepler, yılanlar, yarasalar, kurbağalar, kaplumbağalar, kirpiler, fareler, kertenkeleler, onun dostları, sevgilileri, “güzelleri”dir.

“Ne güzel değil mi anne?” Bu suali ne çok defalar, tüylerimi ürperten ne çirkin mahluklar karşısında duymuşumdur.

Güzelliklerini tek ben de tasdik edeyim diye, şu son seneler, boyuna okuyup durduğu hayvanlar âlemine ait çeşit çeşit kitaplardan, ansiklopedilerden edinilme bilgilerle zenginleşen, süslenen “konferanslarını dinlemişimdir.

Ama oğlumun okuyucusu olan siz arkadaşlarını sakın şimdiden ürkütmüş olmayayım… Bütün bu güzel-çirkin, sevimli-soğuk mahlukların hepsi de Tabiat Ana’nın evlatları değiller mi? Mademki bir anne, evlatlarının hiçbirini sevgiden yana ayırmıyor… Öyle ise sizler de Yaman’ın cana yakın bulacağınız kuşlarının, balıklarının, kuzularının, köpeklerinin, kedilerinin, kobaylarının, tavşanlarının, horozlarının, kelebeklerinin yanı sıra ötekilerinin de hikâyesini dinleyiniz… Hangilerinin mi diye soruyorsunuz?

Hani söz aramızda, biraz acayip kaçan, hem belki birçoğunuzun pek de seve seve el süremeyeceğiniz “ötekilerin” hikâyesini!

Yaman’in Annesi

1

Köpeğimin Hikâyesi

Size önce hayvanlarımın hangisini anlatayım diye epey düşündüm. Sonra da bütün hayvanların en sadığı olan köpekten başlamaya karar verdim.

Bundan dört sene evveldi. Yaz bitmiş, eylül sonları gelmişti. Adadan İstanbul’a taşınmaya üç dört gün kalmıştı. Annemin yeğeni Güzide ablam o sıralarda bizde misafirdi. Beraber çamlara gezmeye çıkmıştık. Komşu evlerden birinin önünden geçerken, bu evin bahçesindeki leylak ağacının dibinde, ince seslerle, ciyak ciyak bağıran, biri tamamıyla siyah, öteki siyahlı beyazlı, son derece güzel, yumuk yumuk iki köpek yavrusu gördük.

Bunların güzelliklerini, şirinliklerini uzaktan seyrederken, yanlarına elinde sepetle bir adam geldi. İki yavruyu sepetin içine koyarak dışarı çıktı.

Adama yaklaşıp sordum: “Ne güzel şeyler… Nereye götürüyorsunuz bunları?”

“Ah evladım, hiç sorma,” dedi. “Ben fakir bir adamım. Bu köpek yavruları dediğin gibi pek güzel ama benim kendimi besleyecek halim yok, nerede kalmış ki onları. Açlık çekip sürüneceklerine, böyle küçükken, bir şey bilmeden, götürüp denize atarsam ben de kurtulurum, onlar da.”

O bunları söylerken, ben dayanamayıp siyahlı beyazlıyı

kucağıma aldım. Okşamaya başladım. Herhalde hayvan pek hoşlanmış olacak ki gözlerini kapadı, kulaklarını düşürüp, daha pek beceremediği halde kuyruğunu hafif hafif sallamaya başladı.

Ablam da dayanamamış, öteki düz siyahı kucağına almıştı. İkimizin de o dakika akıllarımızdan geçen şey, ne yapıp yapıp bu hayvanlardan, hiç olmazsa bir tanesini almaya, annemi razı etmekti.

İkisini birden almayı da elbette çok isterdim amma biri için bile annemi nasıl razı edeceğim diye düşünüyordum. Çünkü pek çok hayvanları, böcekleri eve sokmaya razı olan annemin o vakte kadar bir türlü değişmemiş bir “köpek almamak” kanunu vardı.

Sebebini sorduğum zamanlar, şöyle anlatırdı:

“On altı on yedi yaşlarında iken dişi diye sokağa atılmış, bir bacağını araba çiğnemiş bir köpek yavrusunu, acıyıp, eve getirdim. Adını Kuzgun koyduğum bu çirkin hayvanın haftalarca yarasını iyi edeceğim diye uğraştım. Sonra da tam on dört sene yaşayan Kuzgun hanımın her sene sayısı artan ailesine, evlatlarına, torunlarına bakacağım diye çekmediğim kalmadı. Başıma yeni bir köpek sülalesi derdi açamam. Hem çocuklara köpeğin tüyü, nefesi zararlı imiş. Dünyada olmaz Yaman,” der de bir daha demezdi.

Adam, köpekleri pek beğenmiş olduğumu anlayarak, “Haydi şunları aliver, hiç olmazsa bir tanesini al… Sevaba girmiş olursun evladım.” dedi.

Ben de şöyle cevap verdim: “Hele şu siyahlı beyazlıyı pek sevdim amca… amma anneme bir sorayım… Bakalım ne diyecek… Bizim eve köpek sokmak yasaktır da…”

Böylece, kucaklarımızda yavru köpeklerle, bahçemizden içeri girdik. Anneme seslendik. O kadar çok, o kadar tatlı tatlı yalvarmaya başladım ki nihayet annem de köpeğin haline mi, benim halime mi acıdı bilinmez, beyazlı karalı talihli yavruyu almama izin verdi. Yalnız, köpek adada, bahçeli evde kalacak, apartmana götürülmeyecekti. Kardeşi kara köpek, bizim gibi birine rastladı mı, yoksa denizi boyladı mı, artık bilmem.

Böylece, biz taşınana kadar geçen üç dört gün içinde, daha merdiven basamaklarından bile çıkamayacak kadar küçük olan bu yavru ile bol bol oynadım, adını da “Tin-Ton” koydum. Ama eve kışın bekçilik eden aile, Rum olduğu için Tin-Ton ismi hemen Tino oluvermiş. Ertesi yaz geldiğimizde köpeğimi büyümüş, büsbütün güzelleşmiş, yalnız Türkçe değil de Rumca anlar buldum.

Bu yüzden ben de köpeğin anladığı bazı kelimelerin Rumcasını öğrenmeye mecbur kaldım. Kelimeler şunlardı:

Mesa, “İçeri gir” manasına geliyordu. Bunu işiten hayvan, bir kabahat yaptığını anlar, kuyruğunu art ayaklarının arasına alır, kulaklarını düşürür, bodrum katına iner, orada küskün küskün otururdu.

Katevakato, Tino için “İn aşağı!” manasına gelir, bunu da işitince, gene yukarıda söylediğim, süklüm püklüm halle bodruma kaçardı.

Piyasto, köpeğim için bu kelime, bir düşmanı, bir avı “tut!” demeye gelirdi. Tino’m bahçeye bir tek hırsız kedi sokmadığı için, “Piyasto!” lafını duyunca kulaklarını şiddetle diker, kendi dilince bir şeyler homurdanarak sağa sola atlar, kediyi ağaç tepesinde bile olsa hemen görür, ağacın dibinde, kısa kısa havlayarak düşmanını kaçırana kadar nöbet beklerdi. Hiçbir kediyi ısırıp yaralamadığı halde hepsinin gözünü korkutmuş, bahçeden ayaklarını kesmişti.

Ela, çoğumuzun bildiği gibi o da bunun “Gel!” demek olduğunu bilir, nerede olursa olsun, hatta bir kediyi bile…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Deneme
  • Kitap AdıHayvanlarım
  • Sayfa Sayısı80
  • YazarYaman Koray
  • ISBN9786256920293
  • Boyutlar, Kapak13 x 20 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDedalus / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Badanalı Yüzler ~ Yaman KorayBadanalı Yüzler

    Badanalı Yüzler

    Yaman Koray

    “Tüm sesler kesiliyor bir an, sonra paldır küldür iniyorum merdivenlerden. Kat kat yükselip geride kalıyor apartman, kocaman, yüksek, yukarıda, babamla orada, tepede. Döne döne...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Doğadan Duaya ~ Tayfun AtayDoğadan Duaya

    Doğadan Duaya

    Tayfun Atay

    İnancı Gözlemlemek İnsanlık tarihi doğadan duaya bir yol alış olarak da değerlendirilebilir. İnsan, “kültür” aracılığı ile bir parçası olmaktan, hâkimi olmaya doğru konum değiştirdiği...

  2. Denemeler ~ Michel de MontaigneDenemeler

    Denemeler

    Michel de Montaigne

    MONTAIGNE İLE ZAMANA YOLCULUK Montaigne’nin ‘Denemeleri geniş bir öz anlatımdır aslında. Kendi türünde yazılmış eşsiz bir yapıttır. Montaigne zamanın akış çizgisini izlemez, hangi olgunun...

  3. Düşman Kazanmak Sanatı ~ Tarık BuğraDüşman Kazanmak Sanatı

    Düşman Kazanmak Sanatı

    Tarık Buğra

    Bütün alçakgönüllülüğüme, kadir kıymet bilme çabalarıma rağmen kendini beğen­miş sayıldım ve yığınla düşman kazandım. Sevdiğim üç patrondan birisi, rahmetli Ali Naci Karacan bile, ga­zetesindeki...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur