Zihinsel engeline rağmen, oldukça coşkulu bir düşünce dünyasına sahip olan Ramo, zihninde şekillendirdiği ve “Sakatistan” adını verdiği bir “Kutsal Yurt” arayışına girişir. Koyunlarıyla birlikte yaşamını sürdürdüğü mağarasında, pilli radyosundan dinlediği esrarengiz öykülerin paralelinde, dünyanın dört cenahından engelliler, kahramanımıza konuk olur. Bakalım Ramo Sakatistan’ını bulabilecek mi?
Her eserinde engelli bir karaktere yer vermeyi kendine borç bilen Arifzade, yine diğer eserlerinde olduğu gibi bozkırın ruhunu yansıttığı bu romanında, akıcı üslubu ve sade diliyle, okurlarına sıcak, samimi bir serüven armağan ediyor.
“Sakatistan… Orası, senin zannettiğin gibi dünyanın bir yerinde, sınırları belli bir mekân değildir. Orası…”
Evvel Sakatistan
Kesif bir heyecanla akşamdan nevalemi hazırlayarak eski, kirli sofra bezinin içinde bohçalayıp yatağa uzandım; lakin uyku çoktan gayba karışıp gitmiş, bilinmeyen memleketlere iltica etmişti. Sağa sola devinip durdum saatler boyunca, göz kapaklarım bağımsızlıklarını ta kadim zamanlarda ilan etmişlerdi sanki. O Kutsal Yurt’un yollanna revan olma kararımın zihnimde ve ruhumda estirdiği firtinalardı uyumama mâni olan. Kutsal Yurt… Ne hikmetse, koşuşturmak için hayallerimin uçsuz bucaksız bozkırlarına daldığım zamanlarda, bütün tutukluğum, eblehliğim uçup gidiyor; kırk dokuz yıllık hayatımın aşağı yukarı her yirmi yılında bir yenilenerek üstüme yapışan lakaplaeım yoklar diyarına firar ediyor. İlk yirmi yıl aptaldım, ikinci yirmide gerzek oldum; henüz dokuzuncu senesinde bulunduğum üçüncü yirmideki lakabım ise delidir. İçimden bir ses, başka bir yirmi yıl daha olmayacağını fısıldıyor; beni Kutsal Yurt’un yollarına düşürecek olan da o lakırdılardır, söyleyeyim. Kutsal Yurt… İyi ama nasıl bir yerdir Kutsal Yurt? Gidince göreceğiz artık. Hem önemli mi nasıl bir yer olduğu? Kutsallık bir kıymetlendirme ifadesidir; Allah, Kitap, Peygamber, aile, namus, vatan, millet… Daha pek çok değerlimiz, mukaddesimizdir. Ne yalan söyleyeyim, benim kıymetliler sıralamamda en başta o yurt gelmektedir; zira bencileyin hayatı anlamakta, anlamlandırmakta diğer insanlara nazaran bir adım geriden gelen aptalların, gerzeklerin ve delilerin sükunet bulabileceği tek sığınaktır Kutsal Yurt. Benim gibiler için böyle bir sığınağın ne manalar taşıdığını sanırım sadece bizler bilebiliriz. Peki, kimiz biz? Kör, topal, cüce, kambur, sağır, dilsiz, bilumum sakatlarız bizler. Tabii aptallar, gerzekler ve deliler. Bu koca, kirli yuvarlağın dört bir tarafında tüm sakatların o Kutsal Yurt’un hasretiyle yanıp tutuştuğunu biliyorum. Böylece uyuyakalmışım, düşüncelerinin estirdiği gaddar rüzgârların sadmeleriyle oradan oraya savrulup duran bir çaresiz olarak… Sabah, gözlerimi açtığımda bozkır güneşinin, baharın varlığını hiçe sayan yaza has nemrut işığının, mağaramın derme çatma kapısının kenarından bucağından sızan haylaz kırıntılanıyla müşerref oldum. Geçip gi den kırık dökük hayatımın hiçbir döneminde bu denli mutlu uyanmamıştım. Ağır hareketlerle yataktan doğrulup ibrikten akıttığım suyla legende yüzümü yıkadım. Odanın ortasındaki kuzine soba sönmeye yüz tutmuştu, koyunların gübresinden dökerek yeniden tutuşturdum ateşi. Bahan çoktan yarılamış olmamıza rağmen geceleri hâlâ bozkır ayazının titretici hücumlarına maruz kalıyoruz ne de olsa. Hakikat şu ki, çok zamandır hasretle kendisinden son bir hamle beklediğim emektar kuzinem yaz günlerinde de yanar durur. Zira o aynı zamanda mağaramın ocağı da olmaktadır. Nihayet çay suyunu kaynatıp demlemeye hazır hale getirmesi yarım saatten fazla zamanını almadı işte. Benim evim, hangi çağda, kimler tarafından yontulduğunu bilmediğim, yazdan, kıştan, kurttan, kuştan, arsızdan, hırsızdan ve bilumum melanetten bizi-beni ve koyunlarımı cansiparane koruyan üç odalı bir mağaradır. Yirmi yedi sene evveliydi; o meşum kaş gecesinde hunharca esen lodosun ailemin bu lanetli dünyadaki hayatına son vermesinin ardından, uzun bir iç muhasebesinin neticesinde bu sahipsiz mağaraya taşınmaya karar vermiştim. Annem, babam, iki kardeşim, gözlere görünmeden evimizin mahremine sızan sinsi dumanın kurbanları olmuştu. Ben ise sobasız odada yatıyor olmanın semeresini toplamıştım; aman ne semere!
“Kaderin işleri işte,” demişti taziyedekilere Memiş emmi, “ne yapılabilir ki?” Arka komşumuz Kader teyzenin, nasıl olup da bacadan sızıp sevdiklerimi benden aldığını üç gün aralıksız düşündü ğümü hatırlıyorum; o tombul kadın şuncacık delikten geçemezdi ki. Devrilip giden günlerin ardından gerçeği anlamam güç olmuştu ama öteki kaderin kim olduğunu şu zamanımda bile hålå öğrenebilmiş değilim.
“Ben Ramo,” demiştim kaşlarımı çatarak, “namıdiğer Ramazan Sütçü.” Kendimi bildim bileli, ne zaman, nerede, kiminle konuşur. sam konuşayım, önce gözlerimi karşımdakinden kaçırıp bir metre kadar ileriye diker, sağ elimin ortada kalan üç parmağının uçlarını şakağıma dayayıp omuzlarımla birlikte başımı öne geriye sallar, ardından söze böyle başlarım. Bilmiyorum, neden böyle? Gerisi ise ağzımdan dökülen kısa bir cümle veya kopuk üç beş kelimedir. Aslında olup bitenleri anlamıyor değilim; lakin herkesten çok sonra… Söylenen bir sözü, misal yanımdaki hemen anlıyorsa, ben belki üç saat, beş saat, hatta bazen günler sonra anlarım. Ama öyle ya da böyle, bir şekilde anlarım.
“He he,” demişti Memiş emmi alaycı bir tebessümün ardından, “biliyoruz.”
“Kader kim?”
“Geçmişten geleceğe olmuş ve olacak her şeyin Allah tarafindan önceden belirlenmesidir kader. Allah’ın hükmü, diyelim kısaca. Hayatta her ne oluyorsa, önceden belirlenmiş bir kadere tabiidir. O masum canlanın bir soba sızmasına kurban gitmesi kaderin eseridir. Senin öteki odada olmanda, gidenlerin gerisinde kalmanda ise eşsiz bir ders vardır. Sabredelim ve çıkaracağımız dersleönü müze bakalım.”
“Kader kim?”
“Benimki de laf,” demişti Memiş emmi kaşlarını çatarak, “bir gerzeğe kaderi nasıl anlatabilirim ki?”
Neticede, kader denilen o sırlı gerçeğin, geriye bir aptal ve gerzeği bırakarak ağyara müthiş bir ders verdiğine kani olmuş insanların arasında, bozkır göğünü yırtan ağıtların eşliğinde günlerimi ağlamakla geçirmiştim. Lakin gerçek olan, benim bütün hayatım boyunca hep gidenlerin gerisinde kalan bir aptal, gerzek ve deli
olduğumdur. Kalabalıklar dağılıp yalnızlıkla ve kendi gerçeğimle baş başa kalınca, dededen kalma eski evimizde daha fazla duramayacağımı anlamıştım; bu bile beş ayıma mal olmuştu. Yıllar yılı umutlarımızı, ızdıraplarımızı içinde barındırmaya büyük bir maharetle muvaffak olan meskenimizin her bir köşe bucağında onları görüyordum sanki. Sonunda, eskiden beri sürü güderken sıkça uğradığım mağaraya koyunlarımla birlikte taşınmaya karar vermiştim. Kırıkük somyayı, eski kap kacağı, iki çuval unu, bulguru, şekeri, çayı ve olur da bir gün beni de sevdiklerimin yanına gönderir umuduyla kuzine sobayı günler boyu, köyün bir kilometre kadar kuzeydoğusunda yer alan mağaraya taşımıştım. İlkin on yedi yaşamda görmüştüm bu mağarayı; Şih Osman dayımın benden altı yaş küçük oğlu Mevlüt ile bir kış günü şu arka bayırlarda gezinir. ken aniden bastıran tipiye yakalanmış, çareyi buraya sığınmakta bulmuştuk. Ertesi sabah burnumuzu mağaranın kapısından dışarıya uzattığımızda hälä kar yağıyordu. Neredeyse dizlerimize varan karda düşe kalka evlerimize ulaşmıştık. Mevlüt, benim aksime çok zeki bir çocuktu. Sabaha değin mağaranın giriş odasında, aşağı yukarı beş metreyi bulan iki duvarı arasındaki mesafede koşuşturup durmuştu; ben koca cüssemle titremelere ram olmuşken, o terleyen yüzünü siliyordu.
“Kalksana aptal,” demişti çatık kaşlarının altında parlayan gözlerini bana dikerek, “donup kalacaksın.”
“Ben Ramo,” demiştim titremelerime hâkim olmayı bile bece remeden, “namidiger Ramazan Sütçü.”
“Yahu ne halt olursan ol,” demişti sert bir tonla, “kalk!” Yığılıp büzüştüğüm köşeden boş, donuk bakışlarımı onun üze rinde gezdirmekten başka bir şey gelmiyordu elimden.
“Kalk,” demişti tekrar, bu kez sesine sevecen bir ton yükleyerek, “vallahi donup kalacaksın Ramo, kalk ve ben ne yapıyorsam sen de öyle yap; benim gibi koşuştur ki terleyesin.”
“Kim?”
“Of!”
O zaman bu mağaranın gün gelip benim kaderim olacağını bilemezdim tabii ki. Köyün en gerisinde birbirine küskün gibi oraya buraya dağılmış olan evlere hâkim bir tepenin yamacındaki kayalığın üç oda şeklinde yontulmasından müteşekkildir bu mağara. Aşağıda, mağara ile o evleri birbirinden ayıran, koyunlarımla benim su kaynağım olan cılız dere sonsuzluğa ram olmuş gibi akıp durur. Baharla birlikte kuzucuklarım bu yamaçta dereye doğru koşuşturdukça, dünyanın en mutlu insanı ben olurum; aptalca, gerzekçe ve delice bir mutluluk… Mağaranın giriş odası benim mekânımdır; üzerinde yattığım somya, her daim beni sevdiklerime kavuşturmasını umduğum kuzine soba, suyumu ısıttığım güğüm, içinde yıkandığım teşt, çaydanlık, tencere, tava ve geçimliğim olan un, bulgur, şeker, çay, yağ, peynir gibi bilumum lazımem burada yer alır. Girişte solda yer alan, dört duvarının dibine tahta yem oluklarını dizdiğim geniş oda koyunlarımındır; hepi topu yirmi beş tanedir koyunlarım. Her sene koyunları yeni kuzularla değiştiririm; bahara girmeden doğan kuzularımın sayısınca koyunu yaz ortalarında Maho Tayyı’ya satarak senelik harçlığımı, yem parasını çıkarırım. Böylece koyunlarımın sayısı da genellikle yirmi beş civarında kalır. Aslında adamın adı Mahmut idi ama ne hikmetse, dört sene süren ilkokul birinci sınıf öğrenimimin ikinci muallimi olan Ağrılı Ahmet Hoca ona Maho Tayyı diye hitap ederdi ve samarım kastı ‘dayı’ demekti; o günlerden bana kalan ise sadece bu lakap oldu. Maho Tayyı, şimdilerde can şenliğim olan küçük pilli radyoyu bir kuzu karşılığında bana satarak ticaretteki maharetini sergileyen adamdır. Sağdaki oda ise yem ve saman içindir; yazın sonlarında burayı doldurur, tepemize hirsla çökecek olan bozkır
zemherisine hazırlanırım. Zira kışın sürüyü kıra salmak mümkün değildir. Buraya taşındıktan sonra evimizin ahınından, samanlığından söküp getirdiğim ahşap kapılarla mağaramı korunaklı bir hale getirmiş, orta odanın tepesindeki deliği genişletip kuzinenin borusunu çıkartarak kendimle birlikte koyunlanımı da muhafazaya almıştım; kapımızın bekçisi Yoldaş’ı saymasak tabii. Büyükannesi Zeytin, bizimkilerin bu koca kirli yuvarlağı melanetleriyle baş başa bırakıp gitmesinden sonra buraya taşındığımda, sırtıma vurduğum kulübesini kan ter içinde mağaraya getirirken eşsiz bir merbutiyetle peşime takılmıştı.
Ramazan, kaderinin hükmü olarak gördüğü bir illet ile maluldü; konuşulanları geç anlar, az tahlil eder, neredeyse bir avuç kelime dişında lakırdı edebileceği bir şey bulamazdı bu dünyada. Doğuştan böyleydi ve dört sene boyunca gittiği ilkokul birinci sınıf da ona bir arpa boyu yol katettirememişti. Lakin yine aynı kaderin başka bir hükmü olsa gerek, iç dünyası haddinden fazla coşkundu bu iri yapıli, geniş alınlı, pençe elli, devasa çocuğun; imkân bulup onun zihin dehlizlerine kulak kabartabilselerdi, bir Fırat, bir Dicle gibi akıp gi den düşüncelerinden korkardı insanlar. Sanki tarihin başından bu yana yazılan bütün kitapları okumuş, adlarını söylemek bile müş kül olan bütün ilimleri tahsil etmiş, gelip geçmiş tüm âlimlerden ders almış zannederlerdi. Fakat işte bu kadardı Ramazan’ın tüm marifeti; gerçekler dünyasında, öğrenmekten, anlamaktan, anlatmaktan, konuşmaktan åciz, babasından gördüğü hayvan besleme ve bakma alışkanlıklarından başka bir becerisi olmayan bir aptal, bir gerzek, bir deliydi o. Mayasız hamur açma, yağsız bulgur pilavı, tuzsuz çorba pişirme gibi birtakım işleri ise, maharetli annesinden yirmi iki yıl boyunca gördüklerini süze süze ancak ulaşabildiği birkaç basit marifetti. Neticede hayatta kalmayı başarabilmiş miydi, başarabilmişti.
Sabah, kahvaltıdan hemen sonra bohçayı sopamın ucuna takarak omzumdan sallandıra sallandıra kendimi dışarıya attım. Artık Kutsal Yurt’un yollarına revan olmamın zamanı gelmişti. Biri aklımızı, diğeri ise kalbimizi dinlesin diye bize iki kulak verildi, diyen bir kelam hatırlıyorum; kimden mestur, ne için söylenmiş bilmiyorum ama manası beni benden almıştır her zaman. Aklı dinlemesi lazım gelen kulağım sağır olabilir lakin kalbe kabaracak olan olduk. ça hassastır. İşte, kalbim şimdi kulağıma Kutsal Yurt’un yollarına düşmem gerektiğini fısıldıyordu. Zülkarneyn gibi doğuya, batiya sürüyüp gidecektim ayaklarımı. Ama önce hangi yōne gitmeliy dim? Bir o yana, bir bu yana bakınıp durdum bir süre. Sonra Tekke Dağı’na takıldı gözlerim; evet, önce o yöne, doğuya gitmeliydim. Ne de olsa Tekke’miz o taraftaydı. Çok eski zamanlarda, belki sekiz yüz, dokuz yüz yıl kadar önce Horasan’dan bir eren gelip bu dağa yerleşmiş, tekkesini kurmuş. Köyün kuzey, kuzeydoğu cenah. larında birkaç Roma harabesi bulunmaktaysa da, onun geldiği zamanlarda buralarda yaşayan yokmuş; oralar o vakit de harabeymiş galiba. Sonra da konargöçer ecdadım gelip buraya, Tekke Dağı’nın yaklaşık iki kilometre batı cenahına, üç tepenin ortasından ağır aksak akıp giden derenin iki yakasına yerleşip köyümüzü kurmuşlar. Bir süre daha Çukurova ile burası arasında yazlık kışlık gidip gelmişlerse de, bin sekiz yüzlü yılların ortalarında padişah fermanıyla yerleşik hayata geçmişler. Aslına bakarsanız burası bir dağ değildir. Lakin neresinden bakarsanız bakın, ‘tepe’ demek için de biraz insafsız olmak lazım gelir; zira diğer emsallerine göre olduk. ça yüksek, yer yer sarp olmak şartıyla, bol kayalıklı bir yerdir. Yani tepeden aşkın, dağdan düşkün. Peh, amma da tarif ettim ha; tam da benden südur edecek bir tasvir! Uzun lafın kısası, o dönemdeki atalarımız buraya “Tekke Dağı’ dedikleri için, bize de bu isim miras kalmış. Zaten bizim buraların âdetidir; misal, belde şerefine nail olup da belediye kurulduktan bu yana on seneden fazla bir zaman…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBen Ramo
- Sayfa Sayısı214
- YazarArifzade
- ISBN9786259869638
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMahzar Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı ~ Oya Baydar
Hatırlamanın ve Unutuşun Kitabı
Oya Baydar
Acıları dindiren, yaraları sağaltan, anıları unutuşun afyonuyla uyutan zaman… Elma kurdu elmayı nasıl içten içe kemirirse zamanı da kemiren kurtlar var. Zamanın unutulmaya mahkûm...
- Bez Bebek ~ Ayşegül Toker
Bez Bebek
Ayşegül Toker
İnsan günlük hayatında koşuştururken bir gün gelip sahip olduğu zenginliği kaybedebileceğini hiç düşünmüyor değil mi? Her şeyin para ve onun sağladığı hayattan ibaret olduğunu...
- Arafta Yedi Gece ~ Cihan Çetinkaya
Arafta Yedi Gece
Cihan Çetinkaya
Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne...