“Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.”-Samim Kocagöz
“Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı.”
İngilizlerin güdümündeki Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ederken genel manzara böyleydi. Ta ki karaya ayak basan ilk Yunan askerlerinin ortasına bir el bombası atılana kadar. Bombayı atan gazeteci Hasan Tahsin, “Dövüşe ben başlıyorum, siz devam edeceksiniz” diyecek kadar emindi çaktığı bu ilk kıvılcımın tüm ülkeyi saracağından. Yanılmamıştı da: İzmir bir sembol oldu, bayrak oldu, taştı Anadolu’nun içlerinden. Cephelerde Mehmet’ler, dağlarda efeler, her türlü imkânı kullanarak askerlere cephane taşıyan kadınlar, tüm Anadolu tek yürek oldu, başkaldırdı işgalcilere ve onların işbirlikçilerine.
Kalpaklılar, Samim Kocagöz’ün belgelere dayanarak işlediği bir destan: İşgal altındaki topraklardan Kuvayı Milliye’nin doğuşuna, cephelerdeki çarpışmalardan gerici ayaklanmalara kadar Kurtuluş Savaşı’nın, bir ulusun bağımsızlık için verdiği mücadelenin gerçek destanı.
“Yazarının istediği gibi nihayet ilk defa Kalpaklılar’ı (Doludizgin ile birlikte ve sadece Kalpaklılar adı altında) tek cilt olarak okurlarına sunmaktan sevinç duyuyoruz.”
Önsöz ***
Kurtuluş Savaşımızla ilgili anılarım, zihnimde kopuk kopuk yer eden, bazısı korkulu, bazısı sevinçli olaylardır. Bana öyle geliyor ki, beş altı yaşımın kavrayışı ile o günlerde bu olayların içyüzünü anlayamazdım. O sıra, yalnız korkanlarla birlikte korktum, sevinenlerle birlikte sevindim:
Mandaların çektiği bir araba içinde, zifiri karanlıkta, Çine Çayı’nı geçmiştik. Bu çayın adını sonradan öğrendim. Dizlerinin dibinde oturduğum annemin, karanlıklar içinde gözyaşlarının parıltısını hiç unutamam. Babamın beyaz bir ata binip gittiğini hatırlıyorum. Atı, gerçekten beyaz mıydı, yoksa ben mi sonradan bu atı beyaz düşünmeyi sevmiştim, şimdi bilemeyeceğim. Ama babam gitmiş, günün birinde hasta, bitkin; fakat sevinçli dönmüştü. Yine bir gün, annemin, halalarımın heyecan, telaş içinde bayraklar diktiğini hatırlarım. Biz çocuklar, bu bayrakları elimizde sallaya sallaya, düşman işgalinden kurtulan kasabamıza dönmüştük. Bir gün, top sesleri kasabamızı inletirken, babam, koşa koşa eve gelmiş, kapının içinden anneme, “Hanım, hanım! Cumhuriyet! Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Reisicumhur intihap edildiler!” diye bağırmıştı. Babamin bu sözlerini, annemin sevinç gözyaşlarını hiç unutamam.
İlkokulun ilk sınıflarındaydım. Öğretmenimiz, bir arkadaşımızı, mavili beyazlı bir gömlek giydiği için azarlamış, değiştirsin diye evine yollamıştı.
O günlerin heyecanının uzun yıllar sürüp gittiğini, hiç olmazsa ben yaşta olanlar da pek iyi bilirler. Çocukluğumuzda kulaklarımız, Kurtuluş Savaşımızın kahramanlıkları ile doldu. Büyüklerimizden, öğretmenlerimizden, birçok şeyler dinledik. Annelerimiz, babalarımız, okulda öğretmenlerimiz, yürekleri mizi paralayan, yüreklerimizi sevinç ve gururla dolduran bir çok olay anlattılar. Biz çocuklar, el ele tutuşarak, göğsümüzü şişire şişire, zafer marşları söyledik. Gelgelelim, yıllar geçtikçe,
olaylar, kahramanlıklar, buzlu bir cam ardında kalır gibi oldu. Fakat babam, hiçbir zaman, bu konuda heyecanını yitirmedi. Ölünceye dek, her fırsatta bana, Kuvayı Milliye’yi, İstiklal Harbi’ni, Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı anlattı. Ve ben, çok iyi biliyorum ki, gençlik çağı bu savaşa rastlamış, bu savaşa katılmış büyüklerimiz de o günlerin coşkunluğunu, heyecanını yitirmemişlerdir. Benim yaşımda olanlar, o yılların heyecanını yaşamakla dinlemek arası çağda olanlar, bugün kendilerinden genç kuşağa bakıp, tarifsiz bir üzüntüye kapılıyorlar: Acaba gençler, bizim kadar, Türk’ün bu en haklı, en büyük savaşının heyecanını yüreklerinde duyabiliyorlar mı? Elbette duyuyorlar, duyacaklar. Ama biz de babalarımız, ağabeylerimiz gibi anlatmak, hep anlatmak istiyoruz.
Yirmi yıl önce, yazıya ilk heves ettiğim günlerden beri, Kurtuluş Savaşımızın kahramanlıklarını, bir ulusun sömürgecilere karşı nasıl ayaklanıp direndiğini, özgürlüğünü nasıl kurtardığını yazmak en büyük amacım oldu. Bu amaç, sadece bir heves değil, rahmetli babamın, babalarımızın, ağabeylerimizin anılarına bir saygı borcu oldu.
Önceleri, bugün sağ olan bir kahramanın kendisinden dinlediğim serüvenini yazmaya karar vermiştim. Bu hikâyenin iskeletini kurabilmek için, daha başkalarını da dinlemek gerekti. Başkalarını dinleyince, birtakım kitapları, anıları da okumayı düşündüm. Derken dayanamadım, görmem gereken bazı belgelere kadar dayandım. Kahramanımı da içine katarak romanımı, düşmanın İzmir’e çıkmasından, geri alınmasına kadar planlayıp yazmayı göze aldım. Ama koca Kurtuluş Savaşımız, bütün olayları ile nasıl yazılır? Hele bir roman çerçevesi içinde… Ne mümkün? Ben sadece romanımın yürümesine yarayacak en can alıcı olayları seçmeye çalıştım. Onları birbirine bağlayabil mek için bazısını gerektiğinden uzunca anlattım. Bu yüzden okurlarım, konuyu işlerken romanımın bütününün ölçüsünün bazı yerlerde taştığını görebilirler. Bu eksiği, daha doğrusu, fazlalığı, benim için değil, o çağın kahramanları için bağışlamalarını dilerim. Bazı olayları kısaca anlatmak, romanın ölçüsünü göz önünde tutmak elimden gelmedi. Kitabımda okunurken belli olacak, seçilebilecek benim kahramanlarım bir yana, romanımın öteki bütün kişileri, gerçekten yaşamış, o olayları yaratmış kişilerdir. Bu kişiler, zaten tarihin malı olmuşlardır. Meraklı okurlarım bu kahramanları, başka kitaplarda da kolayca bulabilirler. Anılarını yazmamış, yazamayacak kişiler de var romanımda, hem de çok… Ya kendilerini dinledim ya da dinleyenlerden, inandıklarımdan, serüvenlerini öğrendim.
Yazarken, Milli Mücadele yıllarının bazı sembol olmuş sözlerini, olduğu gibi alıkoydum. Okurlarım, ‘subay’ kelimesini, ‘zabit’ olarak göreceklerdir. ‘Kuvayı Milliye’ yerine ‘Milli Kuvvetler’ diyemedim.
Çok önemli bir noktaya daha dokunmak isterim: Bir insan, bir yazar olarak, hiçbir ulusa, hiçbir yabancıya düşmanlığım yok. Romanımda insanları, içinde yaşadıkları çağla, içinde bulundukları olaylarla anlattım. Kitabımda, Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yıllarin öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.
Kurtuluş Savaşımızla ilgili anılarımın içinde en çok beni saran, zihnimde yer eden olaylardan biri, düşmandan kaçıp gittiğimiz Muğla’da, evimizin karşısındaki bir binanın kapısında, penceresinde toplanıp, “Ankara’nın taşına bak!” türküsünü söyleyen Mehmet’lerin kaynaşmasıdır. Oradan cepheye gittiklerini sonradan anladım. Bana bu romanı yazdıran sebeplerden biri, hâlâ kulaklarımda çınlayan Mehmet’lerin sesidir. Bir de her zaman gözümün önünden gitmeyen babamın hayali var: Beyaz bir ata binmiş, kalpaklı genç bir adam ve Ankara’ya Gazi Mus tafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Büyük Nutuklarını dinlemeye giden, silindir şapkalı, yine genç bir adam… Bu Mehmet’ler, bu adam, biz cumhuriyet çocuklarının babaları, ağabeyleridir…
Kalpaklılar’ı, eşsiz kahraman, ölümsüz Atatürk’e ve İstiklal Ordusu’nun aziz şehitlerinin anısına, gazilerine armağan ediyorum.
Samim KOCAGÖZ Karşıyaka, 14 Mart 1959
Başlarken **
“1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzarai umumiye:
Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu grup, Harbi Umumide mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumiye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği yeni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine; âciz, haysiyetsiz, cebin, yalnız Padişah’ın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyete razı.
Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilaf Devletleri, mütareke ahkâmina riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da, İtalyan kıtaati askeriyesi; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette. Nihayet, mebdei kelâm kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir’e ihraç ediliyor.
İzmir’in işgal olunacağına dair Mayısın on üçünden beri fiili emareler gören İzmir’de bazı genç vatanperverler, 14/15’inci gecesi, bu elim vaziyet hakkında müdavelei efkâr eylemişler ve emrivaki haline geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla neticelenmesine mâni olmak esasında müttefik kalmışlar ve Reddi ilhak prensibini ortaya atmışlardır. Ayni gecede bu maksadın teşmilini temin için İzmir’de Yahudi Maşatlığına toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesile bu teşebbüs ümit edilen derecede temeni maksat edememiştir.”
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, s. 1-2
Bir **
(Ya istiklal ya ölüm!)
Bir ağaca dayandı. Eli, ayağı titriyor, yüreği tıkanacakmış gibi daralıyordu. Dolu dolu gözlerini, maşatlıktan dağılan, sessizce yanından geçen, başları önlerine düşmüş halkın karaltısına çevirdi. Genç ihtiyar, kadın erkek, çoluk çocuk el ele tutuşmuşlar, ara sıra taşınan fenerlerin şavklarına sığınmışlar, sanki sonsuz bir yolculuğa çıkmışlardı. Ağlayan kadınların hıçkırıklarını duyuyordu. Onun da boğazı düğümlenmiş, dudakları titriyordu. Kulaklarında, akşamüstü, mahalle aralarında feryat eden çocukların sesleri uğulduyordu.
“Allahını seven, vatanını seven, bu gece Yahudi Maşatlığı’na gelsin!” “İşte geldik…” diye söylendi.
Halk, kalabalık, sessizce dağılıyordu. Yavaş yavaş mezarlıktan ayak sesleri de çekildi. O, dayandığı ağaca önce elleriyle tutundu; sonra sımsıkı sarıldı, alnını ağacın kuru kabuklarına dayadı; doya doya ağladı. Biraz yatışır gibi oldu. Yürüdü, yola çıkti. Caddenin öte tarafına geçti. Duvarlara elleriyle dokunuyor, ağaçların gövdelerini elliyordu. Deniz kenarına kadar yürüdü. Bir yıkık duvarın üstüne ilişti. Bol yıldızlı bir mayıs gecesiydi. Körfezin durgun suları, yıldızlarla oynaşıyordu. Karşıyaka’da ölü ölü, yer yer ışıklar vardı. Uzun uzun denize, etrafına baktı. Başını kaldırdı, gözlerini bir de İzmir’e çevirdi. Şehrin üzerinde hafif bir pembelik vardı. İzmir, üstüne çöken karanlıkları kıza ran yüzüyle omuzlarına almıştı. İzmir artık dizlerinin dibinde, sularının kenarında oturan bu adama, ona, yabancı gibi geliyordu. İzmir’i elinden almışlardı.
Memleketinin, yurdunun altı yüz yıllık tarihi zihnini yormaya başlamıştı. Fakat bu düşünceyi hemen bir tarafa bıraktı. Şu anda tarihin sözü edilemezdi. Türk milleti için tarihin akışı durmuş, bitmiştir. Şiddetle başının ağrıdığını hissediyordu. Birçok düşünce zihnini kurcalıyordu: Politika, bilim, fen, insanlık, güzel şiirler kafasının içinde dört dönüyordu. Hiçbiri aydınlık değildi. Damarlarından bütün kanı çekilmiş, dimağı felce uğramıştı. Dudaklarının arasına bir cigara koydu. Kibrit yanmadı. Bir, bir daha denedi; yine yanmadı. Bu anda arkasından, yanan kibriti tutan bir el uzandı:
“Buyurun, yakın Hasan Tahsin Bey.” Kibriti tutan eli, avuçlarının içine aldı, cigarasını yaktı. Kibritin ışığı sönerken tutanın yüzünü aydınlattı.
“Siz misiniz Yusuf Bey?”
“Önce kalabalıkta sizi kaybettim. Sonra bu tarafa yürüdüğünüzü gördüm. Rahatsız etmeyecektim. Kusuruma bakmazsınız değil mi?” Hasan Tahsin gülümsedi, karanlıkta beyaz dişleri parladı.
“Bilmem ki Yusuf Bey” dedi, “birbirimizi nasıl teselli edeceğiz?” Yusuf durakladı, kalpağını eliyle düzeltir gibi yaptı.
“Doğru” dedi, “tesellinin bundan sonra, iş bu kerteye geldikten sonra hiçbir faydası yok…” Bir an sustular. Yusuf eğilmiş, Hasan Tahsin’in yüzüne bakıyordu. O sıkılmış gibi,
“Öyle yüzümü görmeye çalışmayın, yüzüme bakmayın Yusuf Bey” diye öfkeyle söylendi. “Ne demek istediğinizi anlıyorum…” Yusuf yutkundu; mırıldandı:
“Hiç, hiçbir umut yok mu?”
“Var.” Yusuf, diz çöker gibi yan tarafındaki iri bir taşın üstüne oturdu:
“Var… Elbette var…” diye mırıldandı. Hasan Tahsin, karanli ğın içinde şimşekler çakan gözlerini arkadaşına dikti:
“Yusuf Bey, var deyişinizde bile bir ümitsizlik var. Dövüşeceğiz! Yüzüme öyle bakmayınız. Anlıyorum, nasıl dövüşeceğiz demek istiyorsunuz. Her kavgaya, yürekli olan, çok kolay başlar. Yüreğimiz gerçekten varsa, üstümüze yürüyen haydutun biz de üstüne yürürüz. O kadar kolay ki…”
“Peki…”
“Hiç üzülmeyin, dövüşün sonunu başkaları getirir. Büyük kavgalar, başladıkları yerde bitivermezler. Çırayı bir kibritle tutuşturmak gerek. Odunlar önce ısınır, sonra alevlenir.”
“Demek bir düşündüğünüz var?”
“Düşünce değil, kararımı verdim.”
“Öğrenmek isterdim.”
“Şimdilik size bir faydası yok. Yakın bir gelecekte bütün memleketimin bu hareketimden faydalanacağına inanıyorum.” “Kararınızı öğrenebilir miyim?”
“Bunun şimdilik size bir faydası yok. Başka şeyler konuşalım Yusuf Bey, ricamı lütfen kabul ediniz, bana sual sormayınız.” Hasan Tahsin’in çok sinirli olduğunu Yusuf, daha cigarasını yakarken anlamıştı. Arkasından onun karaltısını tanımış, caddenin karşısına geçip deniz kenarına indiğini görünce, zaten korkmuştu. Onu çok iyi tanırdı: Memleketin içine düştüğü bu korkunç karanlık, Hasan Tahsin’i ölüme götürebilirdi. Yusuf, arkasından sessizce yürümüş, basbayağı denize atlayıp Hasan Tahsin’i kurtarmaya kendini hazırlamıştı. Onu, yazılarından bir ağabey gibi tanır, severdi. Yıkık duvarın arkasına gizlenip, onu seyrederken, daha doğrusu kurtarmak için beklerken, kafasının içinde sıra sıra cümleler duruyordu. Bu cümleler, Hasan Tahsin’in kendi gazetesinde, Hukuk-u Beşer gazetesinde yazdığı bir başmakalenin son cümleleriydi. Bu makaleyi kesmiş, cebine koymuştu Yusuf. Yazının başlığı, ‘Namus Uğruna’ydı. Tarihini bile hatırlıyordu: 19 Şubat 1919. Sık sık cebinden, defterinin arasından çıkarıp yazıyı okurdu. Hasan Tahsin Recep Bey, Hukuk-u Beşer gazetesinin sermuharriri, bu makalesini şöyle bitiriyordu:
“Memleketimizi teslim etmektense; yakar, yıkar, intihar ederiz: Çünkü tarihimiz var; çünkü bizi tel’in edecek ecdadın ruhu, ahfadın feryadı var; çünkü, her şeyden üstün namusumuz var!” Yusuf, bu cümleleri mırıldanırken, Hasan Tahsin, dudaklarının arasına bir cigara koymuş, kibriti yanmamıştı. Biraz fe rahlayan delikanlı, koşmuş, onun cigarasını yakmıştı. Şimdi de o, bana sual sormayınız, diyordu. Demek niyeti, sadece intihar, yazdığını yapmaktan ibaret değildi. Beklersem öğrenirim, diye düşündü. Sözü değiştirdi. Değiştirdi ama, konu değişmemişti:
“Anlayamıyorum, eğer düşman İzmir’e asker çıkaracak olur sa, şu karşımızdaki koskoca kışladaki zabitler, neferler, elleri kolları bağlı mı oturacaklar?” Hasan Tahsin, öne eğilmiş başını arkadaşına kaldırdı:
“Hepsini öğrendim” dedi. “Elleri, kolları şimdiden bağlı. İtilaf Devletleri’nin evvelki gün Kambur İzzet’e verdikleri notadan sonra, bu vali müsveddesi, kışladaki kolordu kumandanı Nadir Paşa ile birlik olmuş, İstanbul’un verdiği emirleri yerine getirmek için uğraşıyor. İlk iş olarak askerin silahını, cephanesini elinden toplamaya hız vermişler. İşgal, tam bir teslimiyet olacak. Bazı zabitleri, paşa, herhangi bir harekette bulunmasınlar diye gözaltında bile tutuyormuş.”
“Bu herifler vatan haini!” diye Yusuf bağırıverdi. Sanki bağıran başkasıymış gibi, durup hayretle iki yakasına bakındı. Hasan Tahsin, tok bir sesle,
“Hepsi!” dedi. Yusuf yutkundu:
“Yu kurduğumuz Reddi ilhak Cemiyeti, çektiğimiz protesto telgrafları? Sonra bu gece yaptığımız, bütün İzmirli Türklerin katıldıkları miting?”
“Öyle sanıyorum ki, sadece bu harekete karşı kini, öfkeyi belirttik. İşgali, teslimiyetle kabul etmeyeceğimizi söyledik. Ee… bu da gerekirdi. Başkaca bir faydası olacağını sanmıyorum.” Yusuf, yine iki yakasına şaşkın şaşkın baktı. Sonra kendisini toparladı:
“Haklısınız…” diye mırıldandı. Hasan Tahsin doğruldu. Kalkarken arkadaşının elini tutup onu da kaldırdı. Caddeye çıktılar. Bir an durakladı:
“Ümitsiz değiliz ne de olsa Yusuf Bey” dedi. “Ben, memleketimi, milletimi bilirim. Dövüşeceğiz. Göreceksiniz, kurtuluş kıvılcımı, hayat kıvılcımı İzmir’de parlayacak. Belki, belki de bütün memleketi aydınlatacak.” Karanlığın içinde Yusuf, iri iri gözlerini açmış Hasan Tahsin’e bakıyor, onun adımlarına uyma ya çalışıyordu. Hasan Tahsin, biraz arkasında kalan arkadaşını beklemek için durakladı. Bu duraklama onu sakinleştirdi. Yusuf’un aksayan sağ ayağına baktı; yumuşayan sesiyle sordu: “Ayağınız, Çanakkale’de miydi?” Yusuf kısaca,
“Evet…” dedi. Ağır ağır kışlanın duvarları dibinden yürüdüler. Kemeraltı’na kadar hiç konuşmadılar. Gece ilerlemiş, so kaklarda kimseler kalmamıştı. Fakat hükümetin önünden geçip Kordonboyu’na çıktıklarında iş değişiverdi. Kordonboyu’nda koşuşmalar vardı. Uzaklardan bir uğultu geliyordu. Gümrüğe…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKalpaklılar
- Sayfa Sayısı706
- YazarSamim Kocagöz
- ISBN9789750406515
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviLiteratür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Rabbin İçin Sabret ~ Uğur Koşar
Rabbin İçin Sabret
Uğur Koşar
Sabır dostların makamıdır… Allah sıkıntı verdiyse mümine bilsin ki derecesi yükselsin diye Ve artık sadece Allah için sabretmek düşer geriye… Kalbini çevirdiğin zaman asırlar...
- Bir Dünya Yıkıldı ~ Ahmed Günbay Yıldız
Bir Dünya Yıkıldı
Ahmed Günbay Yıldız
Ailesinin çaresizlikten dolayı küçük yaşta evlatlık verdiği bir çocuğun hazin öyküsü… Ölümler, gurbet günleri ve çaresizliklerle dolu gençlik… Hapishanelerde geçen günler, işkenceler ve kurtuluş…...
- Senkron ~ Mehmet Çelik
Senkron
Mehmet Çelik
Ne anlama geldiğini bile bilmediğiniz birkaç kelime eşinizi öldürmenize sebep olabilir mi? Her zaman gittiğiniz alışveriş merkezinin otoparkına girdiğinizde, kendinizi bir anda Brezilya’da bir...