Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Lordlar Ve Vârisler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 1
Lordlar Ve Vârisler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 1

Lordlar Ve Vârisler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 1

N. G. Kabal

Gökyüzü senin için şarkı yazıyor! Su Krallığı’nın yıkılışının ardından tahta geçen Toprak Krallığı yüzyıl sonra insanların arasına gizlenen vârislerin peşindedir. Büyük Yıkım’ın ardından Ateş…

Gökyüzü senin için şarkı yazıyor!

Su Krallığı’nın yıkılışının ardından tahta geçen Toprak Krallığı yüzyıl sonra insanların arasına gizlenen vârislerin peşindedir. Büyük Yıkım’ın ardından Ateş Krallığı esir düşmüş, Hava Krallığı çok kayıp verse de ayakta kalmış, Su Krallığı’ndan ise geriye hiçbir şey kalmamıştır.

Alfin efsaneleri ile gökyüzünü seyrederek büyüyen ama sihre inanmayan Nova diyara getirildiğinde en yakın arkadaşı ile düşman krallıkların vârisleri olduklarını öğrenir. Yüzlerinde kim olduklarını ve hangi krallığa ait olduklarını simgeleyen izi de bir türlü belirmez.

Diyarda herkes tarafından dışlanınca Hava Krallığı’nın nazik lordu Sina, Nova’yı sarayında misafir eder.

Düzenbaz Ateş Lordu’nun ise onun için başka planları vardır. Tüm bu karmaşanın içinde Nova Su Krallığı’na dair bir iz bulur ama bunun için cehennem kapılarını aralamak zorundadır.

Om

Yaratılışın başında tanrı kalbimizde ve inançlarımızda yaşıyordu. İnsanlar birlik içinde doğa ve hayvanlarla uyumluydu. İnandıklarımız bize yol gösterdi. Bir su damlası yeryüzüne düştü, yavaş yavaş büyüyüp engin denizleri yarattı, okyanuslara ulaştı. Ormanların içinden geçip ayrık vadileri aşıp dağların zirvelerine tırmandı. Gördükçe inanmayı bıraktık, inanmayı bıraktıkça tanrımızdan uzaklaştık. İçimizde büyüttüğümüz kutsallarımız tapındığımız nesnelere dönüştü. Ötekileşti, silikleşti. Tanrı artık uzaktaydı ancak bizi kollamaya, rehberlik etmeye devam etti. Gökyüzüne işaretler bıraktı, yıldızları harfleri oldu. 

Sihir dünyada her zaman vardı ama insanlar onu görmeyi bıraktı, tıpkı yıldızlara bakmayı bıraktığı gibi. İnsanlar topraktan yaratıldı, alfinler yıldız tozlarından. Önce insanlar alfinlere zulmetti. Sonra alfinler sihirleriyle insanları köleleştirdi. Gökyüzünde gezegenler bir felaketin habercisi gibi yan yana dizildiğinde ve güneş tutulması nihai döngüsünü tamamladığında tüm dünyada yedi gün süren bir karanlık yaşandı. İnsan yaşamının öte sınırlarında, bilinmeyen bir diyar olan Elemental’in Taşkın Denizler ve Kayalıklar Ishası Lord Nahu tüm dünyayı sular altında bırakarak bir çağın sonunu getirdi. Deniz kabuğuna üfledi, sesi tüm dünyadaki kötülüğü bitirsin diye bekledi. Bu taşkında kaçan insanlar ve alfinler dünya gezegeninin tek yaşayanları ve yeni bir çağın başlangıcı oldu. 

Zamanın öncüleri ve gökyüzünün bekçileri bir adım öne çıktı, dünya yeniden kurulurken. Yeryüzü, gökyüzü ve doğa onların kulaklarına fısıldadı. Yaratılış kaynakları birlik ve beraberliği aynı masaya çağırdı. 

Dediler ki, insana irade verildi ama, o günah işlemenin cazibesine kapıldı. 

Dediler ki, doğaya yaratılış bahşedildi ama yıkım ilk onu buldu. 

Dediler ki, hayvanlar en safıydı ama hayatta kalmak için birbirini avladı.

Onlardan farklı olanlara doğanın gücü ve hayvanların ortaklığı teklif edildi, onlara alfin dendi ve dört tanrıçanın kudretiyle mühürlendi. Elemental dünyanın içinde gizliydi, sadece görünenin ötesine bakabilenler orayı bildi. 

Yeni başlangıçta alfinler gökyüzünden aldıkları güçle önce kendi tanrıçalarını kutsadı. Tanrıçalar dünyanın içinde sadece onlardan olanların ulaşabileceği bir boyuta bir diyar inşa etmeyi başardı. Gücünü gökyüzünden ve elementlerden alan yeni diyara Elemental ismini verip her bir gezegen için koruyucular atandı. 

İnsanların koruyucusu Tanrıça Ceni, doğanın koruyucusu Tanrıça Ugün, hayvanların koruyucusu Tanrıça Edik ve göğe ait olanların koruyucusu Tanrıça Gela. Kendilerine birer vekil seçip tılsımların içine çekildiler. İlk ihaneti en safı yaptı. 

Koruyucuların görevi alfinleri insanlardan ayırmak ve barışı korumaktı. İnsanlar doyumsuz ve yok ediciydi ama zamanla alfinler de onlara benzedi. Elemental’i insan diyarından ayıran tüm yetileri yavaş yavaş yitirdiler. 

Eşitlik, adalet, merhamet, hayvana ve doğaya duyulan koşulsuz saygı ve sadakat. Hırs ve açgözlülük insanlar gibi alfinleri de ele geçirdi. Bu defa büyük yıkım Toprak ve Bereket Ishası Lord Amon tarafından Elemental’i vurdu, Taşkın Denizler ve Kayalıklar Ishası Lord Arın’ı devirerek diyarın tüm dengesini altüst etti ve krallığın başına geçti. 

Asasını yere çarptı, büyük bir deprem yarattı, geriye kalan tek alacağı insan diyarında olanların arasındaydı.

Giriş

Onların yemeklerini yeme. 

Onların suyunda yıkanma. 

Onların havasını soluma. 

Yaparsan onlardan biri olursun. 

Çoğumuz hayata sandığımızdan daha iyi talihlerle doğarız. Bir ismimiz, soyumuz, ailemiz ve kimliğimizle yeni yaşamımıza gözlerimizi açarız. Yitirene kadar nelere sahip olduğumuzu, yaşamın bize doğar doğmaz sunduğu lütufların farkına varmayız. Kim olduğumuzu bilen, daima yanımızda olan ailemizin önemini ayırt edemeyiz. Böyle doğarız çünkü, onlar hep yanımızdadır, kim olduğumuzu ve ne yapacağımızı bize söylerler. Biz dünyada yaşayan insanlarız, canlıların en üst zincir halkasındayız. Avcılar ve yırtıcılarız. Hükümdarlarız. Krallar, kraliçeler, hüküm verenler, can alanlar ve üstün olanlarız. Doğa dengesini yitirene kadar bildiklerimiz ve alışkanlıklarımız bunlardı. İnsanlık. İnsanlığın kaderi yaşam döngüsünü devam ettirmekti. Ama başımızın üzerinde bilinmez bir gökyüzü kubbesinin altında yaşarken ihtimalleri hiç değerlendirmedik. Hor kullandık, kıymet bilmedik, hayvanları katlettik, ağaçları kestik, buzulları erittik. Sadece yapabildiğimiz için. 

İlk önce doğa karşılığını verdi. Nefes alanlarımız yavaş yavaş tükendi, yeşili ve bize sunduğu nimetleri yitirdik. Okyanus karşılığını verdi, kuraklık ovalar boyunca önü kesilmez bir hâl aldı. Sonra gökyüzü karşılığını verdi, bir gece gezegenler beklenmedik şekilde yanyana konumlandı, kâhinler ve gökbilimciler bunun bir felaket haberi olduğunu söylediğinde alay ettik. Biz insanlarız, kendimizi her şeyden üstün sananlar. Yaşam zincirinin en tepedeki halkasıyız. Topraktan geldiğimize inanır ama varlığımızda yıldızların parçalarını taşırız. Biz insanlarız ama yalnız değiliz. Üstün değiliz, güçlü olan değiliz. Her şeyi mahvettik ve onlar şimdi intikam almak istiyor. 

Vârislerini geri istiyor. 

1

Göremediklerin ve Duyamadıkların

Yıldız şenliğinin son gecesinde gökyüzü iyice rehavete kapılmıştı. Yılın bu zamanları göğün en parlak geçen döngüleriyle biliniyordu. Gökyüzü adeta yeryüzüne bir ayna gibi yansıyor, evren bir ışık festivaline seyirci oluyordu. Evimizin etrafını çevreleyen taş duvarın üzerine oturmuş şehri ve son gecenin vedasını seyrediyordum. Havalar soğumaya başlamıştı, tenime çarpan rüzgâr sancısını hissettirirken yine de geceyi bir nefes gibi içime çektim. Rüzgârla ve dalgalarla kurulan dostluk gibisi yoktu büyükbabama kalırsa. Hayatının çoğunu babasından devraldığı bir deniz fenerinin bekçisi olarak geçirmişti. Babamın ailesinden kalan bu mirası devralmasını istiyordu ama babam ona karşı çıkarak kendi yolunu seçmiş, bambaşka bir kariyer edinmişti. Küçükken onun yaşlı yüzüne dokunup üzülmemesini söylemeye çalışırdım, yeterince büyüdüğümde onun yerini devralacağımdan bahsederdim. Yaşamı boyunca büyükbabamın dostu olan dalgalar beş yaşına girdiğimde bana düşman olup boğazıma sarılana dek. 

Gözlerimi açtığımda kayalıkların üzerindeydim, kimse suya nasıl düştüğümü de sudan nasıl çıktığımı da bilmiyordu, hatırladığım tek şey korkuydu. Öyle çok korkmuştum ki yıllar geçmesine rağmen hâlâ ayağımı suya değdiremiyor, gemiyle yolculuk yapmaktan hoşlanmıyor ve dalgaları seyredemiyordum. Ne zaman bakışlarımı kumsala çarpan o köpüklere diksem sanki göz göze gelmişiz gibi irkiliyor, kalbim göğsümden çıkmak istercesine atmaya başlıyordu.

Büyükbabamı bu dostluktan uzaklaştıran da beni kollarına çekip boğmaya çalışan aynı dalgalardı. Yine de onu en fazla uzaklaştırabildiğimiz yer şehrin sahil şeridindeki üç katlı müstakil ev olmuştu. Terasa çıktığı ya da penceresini açtığı zaman denizi de deniz fenerini de görebiliyorduk. Uzun zamandır bekçisi olmayan, artık bir seyir rotası bile bulunmayan o deniz fenerine her fırsat bulduğunda yine de gitmeye devam ediyordu. Eski bir dostu selamlamak ister gibi.

“Devasa bir yusufçuk kuşuna benziyor.” Büyükbabam beyaza boyanmış demir kapıyı açıp içeriye girdiğinde ona doğru seslendim. Yıldızlar geriye çekilmiş, gemiler limana demirlemişti. Sahil şeridine dizilmiş palmiye ağaçları tepede asılı kalan dolunayın altında salınıyordu. Büyükbabam Sönmeyen Ateş dediği o yerden dönüyordu. Uzun ince betondan yapının tepedeki küçük pencerelerinden mavi bir ışık sızıyor, denize bir fener tutuyordu. Orada olduğunu sanki tüm dünyaya haykırıyordu.

“Bunu bana ilk söylediğinde dört yaşında bile değildin.” Kendine özgü o vakur gülümsemesi ve ihtiyar gözleriyle yanıma yaklaşıp benim gibi manzaranın seyrine daldı. 

“Yine yakmışsın ışıkları.” Çenemle epey uzakta olan yine de ışığını saçan feneri işaret ettim. Elini omzuma koydu. “Işığa ne zaman ihtiyacın olacağını bilemezsin, Nova.” Başımı ona doğru çevirdiğimde daima altında başka anlamlar yatan bu sözlerini birkaç kez daha zihnimde dolaştırdım. “Hazır mısın?” diye sordu.

Büyük bir hevesle başımı sallayınca benimle birlikte memnuniyetle gülümsedi. Eliyle peşine takılmamı işaret edip evin zaten açık olan kapısından içeriye birlikte girdik. Babam iş seyahatinden henüz dönmemişti, bu yüzden birlikte çatıya çıkıp sabaha kadar istediğimizi yapmakta özgürdük ve bu gece ne yapmak istediğimi haftalar öncesinden biliyordum. 

Büyükbabam büyük mercekli teleskobun açısını ayarlarken her zaman yaptığım gibi gözlerimi ayırmadan onu seyrettim. Göktaşı yağmurunu izlemek için saatimi günler önce ayarlamıştım. Bir saat içinde başlayacaktı ve sadece şehrin bu yakasından onları seyredebilecektik. O, ayarlamaları yaparken, çalışma odasına çevirdiği bu derme çatma yerde, masasının üzerindeki parşömenleri incelemeye koyuldum. Büyükbabam eski kafalı olduğu kadar geçmişe de tutkundu, bu yüzden hâlâ sararmış saman kâğıtlara kuştüyü kalem ve mürekkeple yazıyordu. Şüphesiz buradaki en önemli şeyler de yıllardır o deniz fenerinin içinde yazdığı romanlarının taslaklarıydı. Tüm ısrarıma rağmen onları bastırmayı reddediyordu.

“Alfinler…” dedim kâğıdın üzerinde dikkatlice parmaklarımı dolandırırken. “Yine onları çıkarmışsın.” O, tarihin eski sayfalarını arşınlamayı bırakmayanlardandı. Efsanelerin gerçekliğinden şüphe etmeyen hayalperestlerden. Dünyada hâlâ sihrin olduğuna inananlardan.

“Babana bu kadar benzemesen onların gerçekliğini görürdün.” Yaşlılara özgü o tatlı huysuz tonunda homurdandı. Daha küçükken büyükbabam bana bu alfabeyi öğretmeye başlamıştı ama babam aklımı böyle saçmalıklarla doldurmamasını isteyince yine büyük bir kavgaya tutuşmuşlardı. Okumayı yeni öğrenmeye başlayan bir çocuk kadar anlayabiliyordum onları. Yine de daha büyük kâğıtların üzerinde dikkatlice çizilmiş bazı gezegenlerin kompozisyonunu yakalayabilmiştim. 

“Ayzer gelmiyor mu?” Sorusuyla dikkatimi ona çevirdim. “Onu bilirsin. Gökyüzüyle değil yeryüzüyle ilgileniyor.” Kesinlikle benim aksime. Beni bu dünyaya bağlayan en büyük tutku gökyüzüydü. Kendimi yıldızların büyüsünden ve oradaki büyük gizemden hiçbir zaman alamamıştım. Bana kalırsa gerçek sihir gökyüzünün kendisiydi.

“Bu çok tuhaf,” dedi büyükbabam biraz daha kasvetli ve düşünceli bir sesle. Onun bakıp gördüğü şeyi görmek için sabırsızca yerimde kıpırdandım. “Gezegenler yan yana konumlanmış.” Bu söylediği daha da tuhaflaşmasına neden oldu. Sanki görebilecekmiş gibi ahşap çerçeveli pencereden başımı uzatarak yukarıya doğru baktım. Görmek istediğim şey göktaşı yağmuruydu, gezegenler değil… 

“Bu ne anlama geliyor?” 

“Bilmek istemezsin, Nova…” Derin bir iç çekti. 

“Bunu hiçbirimiz görmek istemeyiz.”

“Hayır…” Mutsuz bakışlarımı ona çevirdim ama çoktan teleskobun yönünü çevirmiş hatta onu temizleyecekmiş gibi parçalarını çıkarmaya başlamıştı bile. 

“Bu gece gökyüzünde görecek bir şey yok.” Yüzündeki ifade canımı sıkmıştı, kötü bir haber almış gibi bembeyaz kesilmişti ve kesinlikle buradan dönüş yoktu. Bu gece oradan bakmama asla izin vermeyecekti. 

“Meteor yağmuru başlayacak.” Bileğimdeki saati bir faydası olacakmış gibi ona doğru kaldırdım ama başını kaldırıp bana bakmadı bile.

“Başlamayacak,” dedi sadece. 

“O halde ben panayıra gidiyorum,” diye huysuzlandım. Gök kadar mavi gözlerini bana çevirdi, kararsızdı ama aklına bir şey gelmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. 

“Git,” dedi. “Ama dikkatli ol.” Gözlerini tepemizde mavi bir kubbe gibi seyreden göğe çevirdi. “Gerçeklerin seni nerede yakalayacağını bilemezsin.”

“Hım,” diye geveledim ağzımın içinde. Küçük bir şehirde yaşıyorduk ve kötülük henüz buralara kadar uzatmamıştı kollarını. 

Ayzer’le sahil şeridinde her zamanki yerde buluştuğumuzda saat gece yarısını geçmişti. Şehrimiz için her yıl bugün Kurtuluş Günü panayırı düzenleniyordu. Efsanevi bir olayın anıldığı gecede şehrin merkezine lunapark ve çadırlar kuruluyor, kermesler düzenleniyor ve eski bir gelenek olduğu söylenen şerbetler dağıtılıyordu.

“Bu geceye tapıyorum,” dedi en yakın arkadaşım yanımda yürürken. Kahverengi saçlarını sıcaktan korunmak için tepesinde dağınık bir topuz yapmıştı. Dondurmamı ısırırken, “Ben de,” dedim. “Şekerlemeler oldukça ucuz oluyor ve müzik tüm gece susmuyor.” Ayzer söylediğime üstünkörü kıkırdadı ama benden önce panayır alanına doğru koşmaya başladı. 

Her yıl aynıydı. Mavi, gri, kırmızı ve kahverengi şeritli çadırlar kuruluyor ve içlerinde bin bir çeşit hokkabazlık dönüyordu. Ayzer daima olduğu gibi ilk önce astronomi kulesi dedikleri siyah çadıra beni de elimden sürükleyerek dalmıştı. Sıra öyle uzundu ki beklemek istemiyor, bir an önce dönme dolaba binip gökyüzüne tırmanmak için sabırsızlanıyordum.

“Üzerini sil.” Çantasından çıkardığı ıslak mendili bana uzatırken dondurmanın sonunu da ağzıma attım.

“Bu defa neye baktıracağız, el falımıza mı? Suya bakıp mı söyleyecekler ödev yığınları ve vizelerle dolu geleceğimizi.” 

Ayzer anlatmaya başlarken gözleri heyecanla parıldadı. “Hayır, yıldızname baktıracağız.” Coşkusu elle tutulur gibi değildi. Gözlerim kalabalığın arasında yine o deli fanatikleri buldu. Dirseğimle dürterek Ayzer’e de işaret ettim. Birkaç kişi panayırın ortasında topladıkları tuhaf otlarla tütsüler yakıp bekleyen insanların etrafında dolaştırıyorlardı yanan dumanı. 

“Hiç bıkmıyorlar,” diye dudak büktüm. Eski çağlardan kalma elbiseleri güzeldi ama yaptıkları bana komik geliyordu. Yine de onları görünce tüylerim ürpermişti. Ateş yakıyor, etrafına kristal su kâseleri diziyor, yüzlerine çamur sürüyor ve ellerinde rüzgârgülü taşıyorlardı. Elemental’in gelip onları almalarını bekliyor, sunaklar hazırlıyor ve özlerini kutsadıklarını söylüyorlardı. Onlara göre yaptıkları, varlığın temelindeki dört elementi onurlandırmaktı. 

“Hadi, sıra bizde.” Çadırdan içeriye girdiğimizde görüşüm bulanıklaştı. İçerisi berbat kokuyordu. Tütsüler burada da başrolü oynarken derme çatma bir masanın arkasında kâğıt kalemle bir adam parşömenler karalıyordu. Alçak masanın ardında bağdaş kurmuş oturan adamın kara gözleri bize döndü. Üzerinde gömlek ve pantolonu olmasa başka bir diyardan geldiğini düşünürdüm. Çekik gözleri Ayzer’in üzerinde o kadar uzun dolaştılar ki bir anlığına ruhunu ya da en iyi ihtimalle kanını içecek sandım.

“Topraktan gelen,” diye mırıldandı yeniden kâğıtlara döndüğünde. “Tek başına gel.” 

Ayzer’le gözlerimiz birbirini buldu, bu tipler her zaman bana tuhaf geldiği için yadırgamadım. En yakın arkadaşım benim aksime ne tuhaf bulmuş ne de tedirgin görünüyordu. Birisi bana topraktan gelen dese muhtemelen sorgulardım ama onun yüzüne avcı hayvanlarda rastlanan o kışkırtıcı bakışlar yerleşti. Başını salladı, derin bir nefes alarak bu geceyi şanslı günüm ilan ettim. Yalnız olmak onun için sorun değilse benim canıma minnetti.

Çadırdan çıkarken gecenin büyük kısmını orada kısılıp kalarak geçirmeyeceğim için mutluydum. İnsanlar neden geleceklerini öğrenmek konusunda bu kadar hevesli olurlar hiç anlamazdım, bana kalırsa o şekilde bütün eğlencesi kaçıyordu. Kendi kendime kıkırdayıp panayırın içinde kalabalığa karıştım. Küçük bir tavşanın kutunun önünde beklediği niyet sepetinin karşısında duraksayıp bana bir şans kurabiyesi vermesini rica ettim. 

Adam tavşanın önüne biraz yem serpip geriye çekildi. Eğilerek tavşanın siyah beyaz lekeli kulaklarını okşadım. “O buraya ait değil,” diye mırıldandım. “Bunun bir panayır olduğunu biliyorum ama bu aptal niyetleri elimizle de çekebiliriz. Bahse girerim insanların arasında olmaktan nefret ediyordur.” Minik hayvan önce parmaklarımı kokladı sonra söylediklerimi anlamış gibi gözlerimin içine baktı. Belki de anladı. 

“Ona çok iyi bakıyorum,” dedi kutunun ardındaki adam. 

“Çocuğunuz var mı?” Bana doğru kutunun üzerinden atlayan tavşanı kucağıma alıp kollarımın arasında sevmeye başladım. Adam başını salladı. 

“Birisi ona çok iyi bakacağını söylese evinden uzaklara gitmesine izin verir misiniz?” 

Adam gerçekten söylediğimi düşündü mü yoksa başından atmaya mı çalıştı bilmiyordum ama sessizce başını iki yana salladı. Aynen öyle dercesine gülümsedim. Tavşanı yerine bırakıp burnunun dibindeki bir kurabiyeyi rastgele aldım. Şekerlemeyi ağzıma atıp çadırların arasında kurabiyenin içinden çıkan minik kâğıdı okuyarak dolaşmaya başladım. 

“Yıldızlar senin için parlayacak.” Ah, işte ben fal ya da niyet diye buna derdim. Gülümsemem adımlarıma da yansıdı. Bir sürü tanıdık yüz vardı ama turistler yine her yerdeydi. Bu panayıra dışarıdan insanların gelmesini çok hoş karşılamıyorduk ama efsanenin büyüsü herkesi bir şekilde buraya çekmeyi başarıyordu. 

Kırmızı kapüşonlu pelerinin içinde genç bir yüz karşımda duraksadı. Daha önce ne onu görmüştüm ne de onun gibisini. Kızıl kahve gözlerinin etrafında parıltılı kırmızılarla boyanmış alev desenleri vardı. Porselen gibi pürüzsüz ve beyaz olan yüzünün tüm güzel hatlarını ortaya sermişti. Panayırda her yıl bu şekilde dövme ya da kına yapılırdı ama onun gibi kusursuz olanını hiç görmemiştim. Bunun gerçek bir sanat olduğu ortadaydı. 

“Merhaba,” dedim nezaket gereği. 

Kadın kapüşonunun altında gölgede kalsa da gülümsemesi ay gibi yayıldı. 

“Alfin dövmesi ister misin?” diye sordu. 

“Hayır, teşekkür ederim.” 

Yoluma devam etmek üzereyken, “Onlara inanmaz mısın?” diye seslendi. 

Omzumun üzerinden döndüm. 

“Bir şeye inanacak olursam uzaylıları tercih ederim.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Fantastik Roman (Yerli)
  • Kitap AdıLordlar Ve Vârisler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 1
  • Sayfa Sayısı680
  • YazarN. G. Kabal
  • ISBN8696602032949
  • Boyutlar, Kapak13,7 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDex Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Efsaneler Ve Lanetler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 4 ~ N. G. KabalEfsaneler Ve Lanetler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 4

    Efsaneler Ve Lanetler / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 4

    N. G. Kabal

    Hazinesi ol okyanusun! Tanrıçalar, düelloları hepsinin sonunu getirecek bir oyuna çevirdiğinde, kılıçların yanı sıra aklın ve iradenin çarpıştığı bir ölüm dansı başlar. Sınırların ötesinden...

  2. Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2 ~ N. G. KabalKrallar Ve Soytarıları  / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2

    Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2

    N. G. Kabal

    Korku seni güçlü kılacak! Tanrıçaların fısıltısı ile taşların peşine düşen Nova kolyesini geri almak için Ateş Lordu’na tuzak kurarak Ateş Krallığı’na gider. Su Krallığı’nın yükselişinden...

  3. Deliler Ve Cellatlar / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 3 ~ N. G. KabalDeliler Ve Cellatlar / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 3

    Deliler Ve Cellatlar / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 3

    N. G. Kabal

    Yakmaya başlayana dek yanacaksIn! Tanrıçaların uyanışından sonra Nova ve Daren aylar sonra diyara döner. Cehennem kraliçesini geri getirmek hiç de sandığı gibi olmaz. Artık...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ateşten Sırlar ~ Nil Ergü MuradoğluAteşten Sırlar

    Ateşten Sırlar

    Nil Ergü Muradoğlu

    Seni seviyorum de Defalarca de Yüzlerce, binlerce kez de Yorulmadan, bıkmadan her gün de Ne olursa olsun, Nerde olursan ol Kimseden korkmadan, Utanmadan, sıkılmadan, Seni seviyorum de.

  2. Kara Kitap ~ Orhan PamukKara Kitap

    Kara Kitap

    Orhan Pamuk

    Galip, çocukluk aşkı, arkadaşı, amcasının kızı, sevgilisi ve kayıp karısı Rüyayı karlı bir kış günü İstanbul da aramaya başlar. Okuyucu, bir esrarlı alemin işaretleriyle...

  3. Bil Ki Hayat Virâne ~ İlyas BarutBil Ki Hayat Virâne

    Bil Ki Hayat Virâne

    İlyas Barut

    “Yaptım abi,” dedi, “yapmaz olur muyum? Bir akşamüstü mendirekte kayalara oturmuştuk. Çift kâğıdı sardım. Kafalarımız hemen güzelleşti. Deniz de nasıl biliyor musun? Çarşaf. Güneş...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur