ANNESİ TARAFINDAN SEVİLMEYEN KIZ ÇOCUKLARI BÜYÜYÜNCE YANLIŞ ADAMLARI SEVER
Hadi Zarife, bu senin her şeyi değiştirebileceğin son şansın. Anla artık, sevgi zayıflık değil, bilakis insanı her kötülükten koruyan bir zırhtır. Sen kızının bu zırhını çaldın ondan, onu savunmasız, çırılçıplak bıraktın bu savaş alanında. Şimdi git ve teslim et ona doğuştan her çocuğun hakkı olanı. Yanında ol onun Zarife, yargılamadan, hırpalamadan… Karşılıksız sevginin ne olduğunu öğret ona, anne elinin şifasını göster. İlk defa yatır kızını dizine, okşa saçlarını. Ağlasın dizinde kızın, akıtsın içindeki irini, kiri, pası. Bu zamana kadar yapamadığın şeyi yap; okşa kolundaki süt lekesini, öp onu. “Benim güzel kızım…” de. “Geçti…” de. “Seninle gurur duyuyorum…” de. Hadi Zarife…
“Mutlu aileler
birbirlerine
benzerler.
Her mutsuz
aileninse
kendine özgü
bir mutsuzluğu
vardır.”
– Anna Karenina, Lev Tolstoy
Birinci Kısım
İz Bıraktığın Kadar Varsın
-1-
Geceydi. Uzak caddelerden, otomobillerin ıslak asfaltta hızla dönen tekerlerinin vızıltılı sesleri sicim gibi yağan yağmurun şakırtısına karışıyor, sitenin açık otoparkında karşı karşıya gelmiş iki kadının üzerine dökülüyordu.
Zarife, eli silahlı kızının alev alev dalgalanan, alabildiğine mavi ve öfkeli gözlerine merhamet dilercesine baktı, ağlıyordu.
“Ezgi… Kızım!” dedi Zarife inleyerek. Sesi zar zor duyuluyordu. “İndir o silahı, lütfen! Kızım… Bırak gideyim.”
Ezgi’nin gözyaşları güzel yüzünü dolaşıp çenesinin ucunda birleşiyor, kalbinin tam da acıyla kavrulan parçasının üstüne düşüyordu. Ama yine de dindirmiyordu acısını. Gözyaşlarıyla sönecek bir yangın değildi içindeki, yağmurla soğuyacak bir köz değildi, bir yanardağ ağzında atıyordu kalbi, püsküren lavların arasında can çekişiyordu.
Ezgi, annesinin ürkek gözlerine bakarken bir yandan da içindeki öfkeyi kontrol etmeye çalışıyordu.
“İçimdeki bu yangını yaratan, beni içine sürükleyen, oradan çıkmama müsaade etmeyen, sönmeye yüz tutan ateşin köküne bile isteye, incitici sözlerle, hakaretlerle, aşağılamalarla ince ince sivrilttiği kuru dalları yığarak alevleri besleyip büyüten kadın, şimdi pılısını pırtısını toplamış gitmeye yelteniyor. Yine ona en çok ihtiyaç duyduğum zamanda yalnız bırakıyor beni. Yine kendi dertlerinin peşine düşüyor…”
Küçücük bir kız çocuğuyken, koca bir kazan süt devrilip kolunu yaktığında da yanında değildi annesi, acıyla kıvranan küçük bir çocuğu teselli etmekten, “Üzülme geçti, iyileşeceksin” demekten âcizdi. Suçu onun dikkatsizliğinde, fevriliğinde arayacak kadar merhametsizdi. Bir kez bile içtenlikle okşamadı saçlarını kızının, şöyle sımsıkı sarılmadı ona. Uyumadı yanında. Hayat onu gençliğinden tutup sağa sola savururken; umutları, hevesleri acımasız insanlara çarpıp parçalanırken, en ince, hassas yerlerinden kırılırken tutmadı elinden. Kaldırmadı onu düştüğü yerden. Şimdi, şu anda bile, önünde silahla dikilirken, elinde sımsıkı tuttuğu özenle hazırladığı valizi bir an olsun yere bırakmıyor, “Kızım neyin var?” diyemiyor ona.
Silah gittikçe ağırlaşmıştı Ezgi’nin elinde. Silahı diğer eline alırken bir yandan da sadece kendisinin duyabileceği bir sesle mırıldanıyordu. “Şuna bak, içinden beni sakinleştirmek, derdimi dinlemek bile gelmiyor. Kızına ne olduğunu bilmek istemiyor. Beni neye dönüştürdüğünü görmeden çekip gitmek istiyor. Onun için yoluna çıkmış uzak bir akrabadan farksızım. Atlatılacak bir badire, aşılacak bir engebeyim. Zerre kadar umurunda değilim. Umursadığı tek şeye, biricik oğluna gidecek belli ki. Üstüne titrediği, gözbebeği saydığı evladını övgülere boğacak her zamanki gibi. Şımartacak onu. En sevdiği yemeklerden yapacak, üstünü başını yıkayacak, evini temizleyecek, ona kendi yarattığı bir tanrıya tapar gibi tapacak. Ve beni yine cehenneme atacak. Benim annem değil bu kadın. İçimdeki ateşin, yangının anası. Gidecekse eğer; bu yangını da yanında götürmeli.”
Karışık duygularla annesine baktı. Bu sefer onun da duyabileceği bir seste konuştu.
“Beni neden sevmedin anne?”
“Kızım…”
Sağanak yağmur sanki kadının son sözlerini duymak istiyormuşçasına dindi bir anda. Kulak kesilmiş gibiydi onlara. Açık otoparkı çevreleyen bitkilerin köklerinden mis gibi, duru bir toprak kokusu yükseldi, anne kızın heyecanlı soluyuşlarına karıştı. Ezgi’nin masmavi gözleri, yağmurun temizlediği havada daha berrak, daha büyük, daha tehlikeli görünüyordu. Zarife, Ezgi’nin gözlerinin bu halini biliyordu. Bu gözler bir felaketin habercisiydi.
Ezgi birkaç saniyeliğine indirdiği silahını yavaş yavaş tekrar kaldırdı, Zarife’ye doğrulttu. Zarife sanki bir mucizeye, nadir rastlanan bir doğa olayına şahit oluyormuş gibi bakıyordu Ezgi’ye. Yüzünde yaşananlara inanmakta güçlük çektiğini gösteren saf bir merak vardı. Neredeyse gülümsemek istiyordu kızına. Her şey kötü bir şaka gibi geliyordu ona. Ezgi’nin parmağı tetiğe uzanıp kavradığında anladı durumun vahametini. O saniyeden sonra Zarife için zaman yavaş çekim almaya başladı adeta. Yutkundu. Rengi kaçmış kuru, ince dudakları kıpırdadı.
“Kızım…” dedi ürkekçe. “Yapma…”
Tetik gerildi, gıcırdadı. Zarife ellerini yüzüne kapadı. Hangi anne evladının katil olduğunu görmek isterdi ki?
Bir elinden özenle hazırladığı valizi, diğerinden ise sımsıkı tuttuğu, etrafı gümüş işlemeli kalp şeklinde kehribar kolye düştü yere.
Sonra, yavaşlayan zamanı büsbütün durduracak kadar güçlü bir ses yankılandı gecede.
Sonrası sessizlik.
Sonrası karanlık.
Sonrası hiçlik…
-2-
Tülin Hoca, kan kırmızısı ojeyle süslediği bakımlı tırnaklarıyla, parmaklarını hiçliğin içinde şaklattı. Bu ses kendine getirdi Ezgi’yi. Loş, neredeyse karanlık bir odada açtı masmavi gözlerini. Kilim desenli bir divanın üzerinde boylu boyunca uzanmış halde buldu kendini. Bütün vücudu baştan aşağıya kasılmış vaziyetteydi. Yüzünü, divanın hemen yanındaki jaluzili pencereden sızan sokak lambası ışığı aydınlatıyordu. Alnının ve dudaklarının üzerine siyah şeritler halinde düşen jaluzi gölgeleri onu, yüzünde savaş boyaları kurumuş, muharebe meydanına yığılmış, yaralı bir Amazon savaşçısı gibi gösteriyordu.
Tülin Hoca, Ezgi’nin uzandığı divanın yanı başında bordo bir berjerde, belden yukarısı tümüyle karanlığa gömülmüş, aydınlığa uzanan ince, nazik hatlara sahip bacaklarını üst üste atmış oturuyordu.
“İyi misin Ezgi? Bütün vücudunun sarsılarak titrediğini, inlediğini görünce seansı durdurmam gerektiğini düşündüm.”
Ezgi, Tülin Hoca’nın şefkatli sesini duyunca nerede olduğunun ayrımına vardı. Terapideydi. Hatırladı her şeyi, annesini…
Ezgi, son bir senedir içinden çıkamadığı, kimseye anlatamadığı buhranlar yaşıyordu. Tülin Hoca, Ezgi’nin durumunu çarçabuk kavramış, neredeyse kızı yerine koyduğu, şimdi ortağı olan bu eski öğrencisini bir an önce tedavi etmek için kolları sıvamıştı.
Tülin Hoca notlarını yazdığı deri defteri kapatıp berjerin üstüne koydu. Ezgi’ye şöyle bir bakıp, iç çekti. “Üşüdüğün hissediliyordu. Belli ki acı çekiyordun. Anlatman için birkaç kez yokladım seni. Ama beni duymadın. Bir ara elini sanki birine doğrultur gibi havaya kaldırdın. Sonra kasıldın. Kasılman, titremen uzun sürünce, seni orada tutmak istemedim!” dedi.
Ezgi irkildi. Son zamanlarda sürekli rüyalarına giren, annesine silahı doğrultup tetiği çektiği o ürkütücü görüntüleri hatırladı.
Zarife’yi öldürmek mi?” diye geçirdi içinden. “Tamam, bunu bir ara istiyordum ama… İnsan hiç annesini?…”
Sonra parlak mavi gözleri nemlendi, taştı. İki titrek gözyaşı damlası gözlerinin kenarından usul usul süzüldü.
Tülin Hoca genç kadının üstüne fazla gitmek istemiyordu, ama onu böyle kafası karışık halde bırakamayacağını bilecek kadar da iyi tanıyordu genç kadını.
“Her birimiz hem aydınlığı hem de karanlığı içimizde barındırırız Ezgiciğim. Ancak pek azımız karanlıklarıyla yüzleşme cesaretini gösterebilir. Jung, ışık varsa gölge de var der, bilincimizden kaçan her şey karanlıklara saklanır ama hiçbir yere gitmezler. Onlar birer hayalet gibi takip ederler bizi ve kendilerini göstermek için fırsat kollarlar, çoğunlukla da umulmadık yerlerde çıkarlar ortaya, şakayı severler. Bu karanlığa saklananlar bizimle rüyalar yoluyla iletişim kurarlar, rüyalar kendimizle kurduğumuz bir iletişim kanalıdır ve kendi kendimizle konuşmadır, saçma ya da ürkütücü gelse de… Kendinden ve gördüklerinden korkma, kendine ne anlatmaya çalışıyor olabilirsin? Kulakların bunun için hazır değil mi yoksa?”
Ezgi suçluluk hissiyle bakıyordu Tülin Hoca’ya. Bir çocuğun pek çok şeyden önce öğrendiği ilk duyguydu suçluluk. Hele ki bir kız çocuğuysan… Annesini hatırladı yine, sürekli bir şeyleri yanlış yapmanın ona verdiği tedirginlik hissi sanki içinde gezinen karıncalar gibi huzursuz ederdi onu. Annesiyle bağlantı kurduğu duygularını yokladı defalarca yaptığı gibi, defalarca yaptığı gibi yine o karman çorman anılar yumağını aldı eline. Pek çok şeyi hatırlamıyordu, hatırladıklarıysa hep tekinsiz, ürkütücü, huzursuz edici hislerdi. Annesiyle kurduğu ilk bağ, aldığı ilk mesajlar, sözler, onun beden diliyle aktarılanlar… İşte, sonunda taşa çevirmişti onu Medusa gibi.
Ezgi, annesini gerçekten öldürmeyi arzulayacak kadar cani olup olmadığının cevabını kendisinde bulmak istiyordu. Ama içindeki karanlığa ne zaman yaklaşacak olsa bir şeyleri yok etmeye duyduğu sonsuz açlığın, onu gerçekten onarılamaz bir yıkıma sürükleyecek olmasından, en çok da olası sonuçlardan hiçbir pişmanlık duymayacak olmaktan korkuyordu. Bir süre Tülin Hoca’nın söylediklerini düşündü, gerçekten de içinde annesini yok etmeye duyduğu gizli bir arzu mu vardı yoksa bu rüya sadece en derininde başka bir ihtiyacının yüzeye yansıyan kırıntısı mıydı?
“İnsanın varlığının anlam ve amacının, annesiyle kurduğu ilişkinin anlamını değiştirdiği ölçüde, yeniden şekillenebildiğini hiç düşünmüş müydün?” diye ekledi Tülin Hoca.
Tülin Hoca’nın sorusu, Ezgi’yi içinde büyüyen rahatsız edici karanlığa karşı duyduğu merak ve tiksinmeden bir an olsun uzaklaştırdı. Kendi duygularından sıyrılıp bir meslektaşıyla düşünsel temelde tartıştığı hissi, kaskatı kesilmiş vücudunu rahatlattı. Tülin Hoca, Ezgi’nin duygularına yaklaştığı sırada geliştirdiği savunma mekanizmasını, onu düşünsel bir tartışmaya çekerek kırabileceğini çok önceden keşfetmiş ve az önceki cümleleriyle Ezgi’yi söylemek istediklerini ifade edebilmesi için cesaretlendirmeyi bir kez daha başarmıştı.
“Hocam, yüksek lisans sırasında yaptığım Lacan* okumalarının sonucunda, insanın en temel sorusunun ‘Annemin neye ihtiyacı var?’ sorusuna denk geldiğini fark etmiştim. Çocuk, annesinin neye ihtiyaç duyduğunu anlamaya çalışarak onun en derin arzusunu yerine getirmek ve böylece annenin yani ‘Büyük Öteki’nin gözünde kendi imgelemine ulaşmak istiyor. Bence bu ihtiyaç okuması ve onaylanma arzusu, aslında çocuğu hiçbir zaman tam olarak anlayamadığı annesine bağımlı kılıyor ve bu bağımlılığın yarattığı yoksunluk atakları da içten içe çocuğun annesine karşı duyduğu bir öfkeye dönüşüyor.”
Tülin Hoca, Ezgi’yi istediği yöne doğru çekmeye başlamıştı. “Anne ve çocuk arasındaki bağ ya da herhangi başka bir düzlemdeki bağ, insana gerçekten ötekinin tam olarak neye ihtiyaç duyduğunun bilgisini verebilir mi sence? Sen annenin seni görmezden geldiği, yok saydığı zamanlarda, kendine kaç kez annemin neye ihtiyacı var diye sorabildin?”
“Her şeyin başı hysterikos, yani histeri…” deyip kendi kendine güldü Ezgi. “Kadının rahminden doğan bir ruh hastalığı… Tabii tarih kadını akladı ve histeri bir kadın hastalığı olmaktan çıktı artık ama annelik, kadın olmak, ruhsal ve cinsel doyumsuzluk ve sürekli ‘Annemin neye ihtiyacı var?’ sorusunun peşinde doymak bilmeyen bir açlıkla cevap arayan bir ben var… Sizce ben bir histerik miyim hocam?”
“Çok fazla savrulmadın mı sence?” diyerek şefkatle gülümsedi Tülin Hoca. “Biz etiketlerden önce duyguları ve o duygunun doğduğu koşulları anlamaya çalışırız Ezgiciğim, biliyorsun. Ama sözlerinin bizi getirdiği nokta çok doğru, bu cevap bulamama hali sana kendini hiç yetersiz hissettirdi mi?”
“Hissettirmez olur mu hiç hocam? Her defasında aynı duvara daha sert çarpmak gibi, her darbede daha fazla görünmez olduğumu hissettim ve en sonunda duvarla birlikte kendimi de yok etmek istedim.”
“Tıpkı anneni yok etmek/öldürmek istediğin gibi yani… Yansıtma ve özdeşleştirme birbirine oldukça yakındır ve her zaman ayırt edilmesi mümkün olmayabilir. Aralarındaki ince çizgi, kendini yansıttığın nesneden, yani annenden ne kadar soyutlayabildiğinle alakalı. Ama onun tarafından sevilmeye duyduğun çocukça özlem, kendini sağlıklı şekilde annenden soyutlamana müsaade etmedi ve yetersizliğinin kaynağı olarak gördüğün annene dönük bir yok etme/öldürme arzusu geliştirdin. Oysa gerçek arzunun bu olmadığını bence sen de gayet iyi biliyorsun. Sen karıncayı bile incitemezsin Ezgiciğim. Bazen öfke, sevgi istemenin bir diğer yoludur.”
Son cümle Ezgi’nin duygularını tekrar altüst etti. Kendi kendine tekrarladı: “Öfke, sevgi istemenin bir diğer yoludur…” Cümleyi tekrarladıkça gözleri doluyor, istemsizce bir öne bir arkaya sallanıyordu. Tülin Hoca’nın duyamayacağı bir fısıltıyla adeta dua eder gibi kendi kendine konuşuyordu. “İçimdeki boşluk öyle karanlık ki… Bir karıncadan çok daha fazlasını incitebilirim…”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBeni Neden Sevmedin Anne?
- Sayfa Sayısı280
- YazarEsra Ezmeci
- ISBN9786254419331
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ateş Canına Yapışsın ~ Sezgin Kaymaz
Ateş Canına Yapışsın
Sezgin Kaymaz
Bütün sakinlerinin mutlu ve huzurlu yaşadığı Cennet’te, Tanrı ilk insanı yarattı, adına da Âdem dedi. Onu yarattığı toprağa kendi nefesinden üfleyerek can verdi, bu...
- Zombili Mombili Roman ~ Aytül Akal
Zombili Mombili Roman
Aytül Akal
Çocuklar için korku romanı yazmak… Aytül Akal, okurları bir korku trenine bindirdiği Zombili Mombili Roman’da, karanlığın dehlizlerinde gizem dolu bir yolculuk vadediyor; gerçeküstü olaylarla sıradan gerçekleri iç...
- Yaralasar 4 ~ Maral Atmaca
Yaralasar 4
Maral Atmaca
“Geçerdi, aslında yaşadığımız her şey er ya da geç geçerdi. Bedenimize aldığımız yaralar geçerdi. Ruhumuza aldığımız yaralar da bir süre sonra eskisi gibi acıtmadığı...