Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Metropol: En Büyük İnsan İcadının Tarihi
Metropol: En Büyük İnsan İcadının Tarihi

Metropol: En Büyük İnsan İcadının Tarihi

Ben Wilson

İki yüz bin yıllık insan varoluşunda hiçbir şey bizi şehir kadar derinden değiştirmedi. İmparatorluklar yükseldi ve yıkıldı, yaşam muazzam bir devinimle değişirken şehirler arka…

İki yüz bin yıllık insan varoluşunda hiçbir şey bizi şehir kadar derinden değiştirmedi. İmparatorluklar yükseldi ve yıkıldı, yaşam muazzam bir devinimle değişirken şehirler arka planda insanlığın laboratuvarı gibi çalıştı. Antik Roma’nın hareketli pazar yerlerinden modern Tokyo’nun neon ışıklı gökdelenlerine kadar şehirler, binlerce yıldır yenilik, sanatsal ifade ve sosyal çalkantıların hem merkezi hem de dönüştürücüsü olageldi.

Tarihçi ve yazar Ben Wilson, şehirlerin tarihinin aynı zamanda uygarlığımızın tarihi olduğunu göstermek için bizi 26 şöhretli şehirden geçen, yedi bin yıllık bir dünya turuna çıkarıyor. Demokrasi ve felsefenin ilk adımlarını attığı Atina agorasını, İslam dünyasının kalbinde bir bilgi ve kültür köprüsü olan Ortaçağ Bağdat’ının dolambaçlı sokaklarını, sarsıcı sosyal değişimlerin merkezi Londra’nın Sanayi Devrimi sırasındaki direncini, bireyi kalabalığa kurban veren New York gökdelenlerinin ruh sağlığımıza etkisini ve ekonomik güç sembolü 21. yüzyıl Şanghay’ının ekoloji kavşağındaki dönüşümünü mercek altına alıyor.

Metropol, yaşadığımız şehirlerin hem en büyük zaferlerimize nasıl ışık tuttuğunu hem de en derin kusurlarımızı nasıl ortaya çıkardığını gözler önüne seriyor.

“Neden şehirlere tutulduğumuzu ve neden –onca kıyamet ve karamsarlığa rağmen– yakın zamanda onları terk etmemizin olası durmadığını anlamamızı sağlıyor.” ―Tim Smith-Laing, Daily Telegraph

“Dünyanın en büyük şehirleri aracılığıyla uygarlık tarihine yaratıcı bir bakış.” ―Times

İçindekiler

Şekil Listesi vii
Dünya Haritası x
Giriş: Metropol Yüzyılı 1
1 Şehrin Şafağı
Uruk, mö 4000–1900 15
2 Aden Bahçesi ve Günah Şehri
Harappa ve Babil, mö 2000–539 43
3 Kozmopol
Atina ve İskenderiye, mö 507–30 72
4 İmparatorluk Megakenti
Roma, mö 30 – ms 537 97
5 Gastropol
Bağdat, 537–1258 121
6 Savaş Şehirleri
Lübeck, 1226–1491 147
7 Dünya Şehirleri
Lizbon, Malakka, Tenoktitlan,
Amsterdam, 1492–1666 172
8 Sosyal Metropol
Londra, 1666–1820 199
9 Cehennemin Kapıları
Manchester ve Şikago, 1830–1914 223
İçindekiler
10 Paris Sendromu
Paris, 1830
–1914 25
1
11 Gökdelen Ruhlar
New York, 1899
–1939 278
12 İmha
Varşova, 1939
–1945 302
13 Banliyölerin Sesi
Los Angeles, 1945
–1999 337
14 Megakent
Lagos, 1999
–2020 378
Teşekkür 419
Notlar 421
Dizin 443

Giriş

Metropol Yüz yılı 

Dünyanın kentsel nüfusunda bugün yaklaşık 200 bin kişilik bir artış oldu. Aynı şey yarın, ertesi gün ve daha sonraki günlerde de tekrarlanacak. 2050 yılına geldiğimizde insanlığın üçte ikisi şehirlerde yaşayacak. Altı bin yıllık bir sürecin doruk noktasına ulaşarak tarihin en büyük göçüne tanıklık ediyoruz. Bu yüzyılın sonunda kentleşmiş bir tür haline geleceğiz.1 Nasıl ve nerede yaşadığımız, kendimizesorabileceğimizen önemli sorulardan. Tarihten ve yaşadığımızzamandan anladıklarımızın çoğu, bu konuyu keşfetmemizden kaynaklanıyor. MÖ 4000 civarında Mezopotamya’daki ilk kentsel yerleşimlerden bu yana, şehirler devasa bilgi alışverişi merkezi işlevi görmüştür. İnsanların kalabalık, sıkışık metropollerdeki güçlü etkileşimi tarihe yön veren fikirleri ve teknikleri, devrimleri ve yenilikleri yarattı. 1800 yılına dek küresel nüfusun en fazla yüzde 3 ila 5’lik kesimi büyük kentsel alanlarda yaşıyordu, buna rağmen bu küçük azınlığın dahi küresel kalkınma üzerindeki etkisi pek de az sayılmazdı. Şehirler her zaman insanlığın laboratuvarı, tarihin serası işlevini gördü. Ben de, her hafta milyonlarca insanın yaptığı gibi şehrin cazibesine kapıldım ve Metropol’ü araştırıp yazmaya şu önermeyle başladım: Hem geçmişimiz hem de geleceğimiz iyisiyle kötüsüyle şehirlere bağlıdır.

Bu engin, çok yönlü ve şaşırtıcı meseleye hem muazzam kentsel rönesansın hem de kentsel dokuya ilişkin eşi benzeri görülmemiş zorlukların yaşandığı bir dönemde daldım. Yirminci yüzyılın başında geleneksel şehir umut veren değil, karamsarlığa yol açan bir yerdi. Sanayileşen metropoller, insanlarıacımasızca hapsedip bedenlerini ve zihinlerini zehirliyor, toplumsal çöküşe sürüklüyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında da sanayileşmenin dehşetine verilen yanıt tüm hızıyla devam ediyordu: Şehirlerdeki nüfus yoğunluğu, artık artış yerine dağılma süreci içine girmişti. New York ve Londra gibi büyük küresel metropollerde nüfus azalmaya başlamıştı. Arabalar, telefonlar, ucuz hava yolculuğu, sermayenin tüm dünyada serbest dolaşımı veson olarak internet, sıkışık ve yoğun şehir merkezini ortadan kaldırarak dört bir yana yayılmamızı sağlamıştı. Sınırsız sanal sosyal ağlar varken kentsel sosyal ağlara kim ihtiyaç duyar ki! Suç oranlarındaki artıştan ve bakımsızlıktan mustarip şehir merkezileri yerini banliyölerdeki iş merkezi komplekslerine, kampüslere, ev ofislere ve şehirdışındaki alışveriş merkezlerine bırakıyordu. Ancak geçtiğimiz yüzyılın son yılları ve bu milenyumun ilk yılları tüm bu tahminleri altüst etti. En kayda değer değişim Çin’de gözlenmişti.

Otuz yılda kırdan kente göçen 440 milyon kişi tarafından beslenen ve gökdelen inşaatı çılgınlığıyla taçlandırılan pek çok tarihi şehir –yeni kurulan bazı şehirlerle birlikte– şaha kalktı. Tüm dünyada şehirler, merkezî ekonomik konumunu yeniden kazandı. Bilgi ekonomisi ve hızlı iletişim şehirlerin dağılmasını hızlandırmak yerine büyük şirketleri, küçük işletmeleri, yeni girişimcileri ve serbest yaratıcı çalışanları kovandaki arılar gibi bir araya gelmeye teşvik etti. Uzmanlar toplandığında teknolojik, sanatsal ve finansal yenilikler ortaya çıkar: İnsanlar bilgiyi paylaşarak, işbirliği yaparak ve yüz yüze, özellikle de bilgi akışını kolaylaştıran yerlerde rekabet ederek gelişir. Bir zamanlar büyük fabrikaları kendilerineçekmeye veya dünyaticaretinden pay kapmaya çalışan şehirler artık, beyinler için rekabete girişiyor.

Sanayi sonrası toplumlarda beşeri sermayeye bağımlılık ve kentsel yoğunluğun ekonomik faydaları modern metropolleri yeniden şekillendiriyor. Başarılı şehirler tüm ekonomileri dönüştürüyor, tıpkı Çin’in kent öncülüğündeki dudak ısırtan büyümesinin bize gösterdiği gibi. Bir bölgenin nüfus yoğunluğu iki katına yükselirse verimlilik de yüzde 2 ila 5 oranında artar: Şehirlerde bulunan enerji bizi topyekûn daha rekabetçi ve girişimci kılar. Bu etki yalnızca yoğunlukla değil, boyuta göre de artar.2 Son otuz yılda dünyaya etki eden en önemli değişikliklerden biri, büyük metropollerin kendi ülkelerinden ürkütücü bir hızla uzaklaşmasıydı. Küresel ekonomi birkaç şehre ve kent bölgesine doğru kaymıştı: 2025 yılına gelindiğinde ise toplam nüfusu 600 milyona (dünya nüfusunun yüzde 7’si) ulaşan 440 şehir, dünya çapındaki gayri safi yurtiçi hasılanın yarısını oluşturacak. São Paulo, Lagos, Moskova ve Johannesburg gibi pek çok gelişmekte olan pazarda tek başlarına şehirler ülke servetlerinin üçte biri ila yarısı arasında üretim yapıyor. Nijerya’daki sanayi ve ticari faaliyetlerin yüzde 60’ı, ülke nüfusunun yüzde 10’unun yaşadığı Lagos’ta gerçekleşiyor.

Lagos bağımsızlığını ilan edip şehir devletine dönüşseydi Afrika’nın en zengin beşinci ülkesi haline gelirdi. Çin’de, ülkenin tüm ekonomik çıktısının yüzde 40’ı sadece üç megakent bölgesi tarafından üretiliyor. Bu yeni bir durum değil. Aslında tarih boyunca yaygın yaşanan duruma –gözde şehrin insan ilişkileri üzerindeki aşırı etkisine– geri dönüldüğünü gözlemliyoruz. Antik Mezopotamya’da ya da Kolomb öncesi Mezoamerika’da, Yunan polis’inin yükseliş döneminde ya da ortaçağ şehir devletinin en parlak zamanında seçilmiş birkaç metropol ticareti tekeline almış ve ulus devletleri geride bırakmıştı. Başat şehirler ile ülkelerarasındaki bu ayrışma, tarihtesadeceekonomik bakımdan yaşanmamıştı. Bu müthiş başarının arkasında, daha az tercih edilen kasaba ve bölgelerden yetenek ve zenginlik çekmeleri, kültüre hükmetmeleri ve tıpkı tarihi şehirlerdeki gibi, başka hiçbir yerde görülmeyen çeşitliliği her zamankinden daha fazla bulundurmaları vardı. Günümüzün en güçlü metropollerinden bazılarında yabancı ülke vatandaşlarının oranı yüzde 35-50 arasındadır. Ülkenin geri kalanına kıyasla, nüfusu ülkenin geri kalanından daha genç, daha iyi eğitimli, daha zengin ve çokkültürlü küresel şehirler birbirleriyle daha fazla ortak nokta taşır. Pek çok modern toplumda en derin ayrışma yaş, ırk, sınıf veya kentsel-kırsal farkından ziyade, büyük metropoller ile küreselleşmiş bilgi ekonomisinde geride bırakılan köyler,banliyöler, kasabalar veşehirlerarasındadır. “Metropol” kelimesi bazı açılardan cazibe vefırsatı ifadeederancak aynı zamanda gittikçe daha fazla öfke duyulan bir tür siyasi, kültürel vesosyalelitizmin desimgesi haline gelmiştir. Büyükşehre duyulan nefret elbette yeni değil: Geçmişi metropolün ahlaki değerlerimiz ve ruhsal sağlığımız üzerindeki yıpratıcı etkisinden endişe ederek geçirdik. Covid-19’un 2019 ile 2020’de dünyada şaşırtıcı hızda yayılması, yirmi birinci yüzyılda şehrin zaferine karanlık övgü niteliğindeydi. Virüs hem şehirler içinde hem de şehirlerarasında sosyal ağlar aracılığıyla yayıldı; ki şehirleri başarılı kılan bu ağlar, onları bizim için ansızın bir o kadar da tehlikeli hale getirdi. Kentliler, kırsal bölgelerin daha güvenli olduğunu düşünerek Paris veya New York gibi şehirleri terk etmeye başladığında, bu genellikle pek deiyi karşılanmadı.

Sadece yanlarında hastalık getirdiklerinden de değil, aynı zamanda hemşehrilerini bırakıp gittikleri için de tepki gördüler. Bu tepki, kent ile kent dışı arasında tarih boyunca süregelmiş çelişkinin anımsatıcısıydı: Metropoller hem ayrıcalıklıdır hem de hastalıkların kaynağı; zenginlik vadeden ancak ilk tehlikede uzağına kaçılan yerlerdir. Salgın hastalıklar ilk şehirlerden bu yana ticaret yolları boyunca yayılmış ve yoğun kentsel alanları kırıp geçirmiştir.

1854 yılında Şikago nüfusunun yüzde 6’sı koleradan hayatın kaybetmişti. Ancak bu durum, insanların on dokuzuncu yüzyılın bu mucize metropolüne akın etmelerini engellememişti. 1850’li yılların başında 30 bin nüfuslu Şikago, 1850’li yılların sonuna gelindiğinde 112 bine yükselmişti. Yaşadığımız çağda da şehirlerin önünde durulamayan gücü, pandemiler karşısında bile hiçbir zayıflama belirtisi göstermemişti; açıklığı, çeşitliliği ve yoğunluğu aleyhimize döndüğünde dahi şehirden fayda sağlamak için hep yüksek bedeller ödedik. Kentleşmemizin son yıllarda ulaştığı ölçek, geceleri dünyanın yüzeyini kaplayan ışıklar sayesinde uzaydan bile görülebilir. Kentsel rönesans, kendini sokaklarda belli eder. Yirminci yüzyılın ortalarından sonlarına dek tehlikeli, biraz da harap haldeki birçok şehir lüks restoranlar, sokak yemekleri, kafeler, galeriler ve müzikli mekânlarla canlanarak daha güvenli, daha hareketli, daha pahalı ve daha fazla arzu edilen yerlere dönüşmüştü. Dijital devrim şehir hayatının birçok dezavantajını ortadan kaldırmaya, milyonlarca sensör sayesinde yapay zekânın trafiği yönetmeye, toplu taşımayı koordine etmeye, suçları ortadan kaldırmaya ve kirliliği azaltmaya olanak tanıyan fütüristik, veri odaklı “akıllı şehirler” yaratacak yeni teknolojiler vadediyor. Şehirler bir kez daha insanların kaçtığı değil, gitmek için can attığı yerler haline geliyor. Modern kentsel rönesansımız, köhne bölgelerin soylulaştırılmasıyla,* yükselen kiralarıyla, yeniden işlevlendirilen binalarıyla ve hemen hemen her yerde gökyüzüne uzanan gökdelen ordusuyla hareketli şehir peyzajı içinde bir bakışta görülebiliyor. Şanghay, 1990’lı yılların başında (yerel gazetede yayımlanan habere göre) sisler altındaki “üçüncü dünyanın gelecek vadetmeyen ücra köşesi”nden parıldayan devasa kuleleriyle yirmi birinci yüzyıl sanayi sonrası metropol devriminin simgesine dönüştü. Şanghay’ın ve Çin’deki diğer metropollerin taklit edilmesiyle küresel gökdelen inşaatı, milenyumun başından bu yana yüzde 402 arttı, 150 metrenin ve kırk katın üzerindeki toplam bina sayısıysa on sekiz yılda yaklaşık 600’den 3.251’e çıktı. Bu yüzyılın ortalarına gelindiğinde 41 binden fazla kule dünya şehirlerinde yükselecek.

Çoğunlukla alçak binaların hüküm sürdüğü Londra ve Moskova gibi metropollerden Addis Ababa ve Lagos gibi sonradan hızla büyüyen şehirlere kadar, aniden dikeyleşen kentsel peyzaj dünyanın her yerinde açıkça kendini gösteriyor ve tüm bu şehirler âdeta erkeksi iktidarlarını kent silüetinde ilan etmenin saplantılı arzusunu paylaşıyor.3 Şehirler gökyüzüne doğru yükselirken, aynı zamanda çevrelerini de fethediyor. Şehir merkezi ile banliyö arasındaki eski ayrım sona doğru yaklaşıyor. Pek çok banliyö, 1980’li yıllardan bu yana tek yönlü ve durağan yerler olmaktan çıkıp farklı iş olanaklarıyla, etnik çeşitliliğiyle, sokak yaşamıyla, suçlarıyla ve uyuşturucu bağımlılığıyla giderek daha kentsel hale geldi; başka bir deyişle, şehir merkezinin pek çok değerini ve kötülüğünü mirasaldı. Etrafı banliyö konutlarıyla çevrili, bitişik nizamlı geleneksel şehir zincirlerini kırarak hızla yayıldı. Bunun sonucunda, tüm bölgeyi kaplayan metropoller ortaya çıktı. Ekonomik açıdan Londraile Güneydoğu İngiltere’nin büyük bölümü arasındaki sınırı görmek zordur. Georgia eyaletindeki Atlanta şehri neredeyse 5.200 kilometrekareye yayılmıştır (Paris ise 105 kilometrekareyi kaplar). Dünyanın en büyük megapolü Tokyo, 40 milyon insanı 13.555 kilometrekareye sığdırır. Bu dev şehir bile, Çin’de 217.500 kilometrekareden fazla alanı kaplaması ve 130 milyon insana evsahipliği yapması planlanan Pekin, Hebei ve Tianjin’i birbiriyle bağlantılı şehirler kümesi Jing-Jin-Ji gibi kentsel mega bölgelerin gölgesinde kalacak. Yirmi birinci yüzyılda “metropol” derken gücün vezenginliğin nerede olduğuna dair ilk akla gelen yerlerden Manhattan’ın merkezindeki iş bölgesini ya da Tokyo’nun merkezini değil, farklı şehirlerin iç içe geçtiği geniş, birbirine bağlı bölgeleri kastediyoruz. Yeni iddialı şehirlerin pırıltılı görüntüsü insanın hemen aklını başından alıyor. Dikey yaşama duyulan öfke zenginler için ayrıcalık haline gelirken aşağıdaki dağınık, sıkışık, kafa karıştıran şehir sokaklarından kaçma ve bulutların arasında sığınak arama arzusunun belirtisi artık. Birleşmiş Milletler’e göre, temel olanaklardan ve altyapıdan yoksun gecekondular ve gayriresmî yerleşimler insanlığın “kendine has baskın yerleşimleri” haline geliyor.

Türümüzün çoğunluğunun gelecekteki yaşam tarzı, Şanghay veya Seul’ün ışıltılı merkezî bölgelerinde, Houston veya Atlanta’nın gelişigüzel yayıldığı alanlardan çok Mumbai veya Nairobi’nin aşırı yoğun, kendi kendine inşa edilmiş ve kendi kendini düzenleyen bölgelerinde daha kolay görülebilir. Bugün 1 milyar insan –şehirlerde yaşayan her dört kişiden biri– gecekondu, shanty town, slum, favela, barrio, kampung, campamento, villa miseria ya daadına ne derseniz deyin bu tür plansız, kendi kendine yapılanmış kentsel alanlarda yaşıyor. Küresel işgücünün yaklaşık yüzde 61’i, yani 2 milyar insan geçimini kayıtdışıekonomiden sağlıyor.

Bu kadar insanın beslenme, giyim ve barınma ihtiyacı kentsel nüfusu genişletiyor. Böylesi “kendin yap şehirciliği”, şehirlere gelen insan seliyle başaçıkmakta aciz kalan şehir yönetimlerindeki boşlukları dolduruyor. Küresel şehirlerin merkezlerinde gelişen bilgi ekonomisi öncülerine büyük önem veriyoruz ancak başka öncüler de var, ağır işçilik ve ustalıkla şehirleri ayakta tutan, en altta çalışanlar. Hem gökdelenlerin hem de gecekondu mahallelerinin aynı hızla çoğalması günümüzün “kentsel yüzyılı”nı müjdeliyor. En kötü durumdaki megakentin vatandaşları bile kırsal kesimdeki insanlara göre dahafazla kazanıyor,çocuklarını dahaiyieğitiyor ve maddi bakımdan daha rahat yaşıyor. Rio de Janeiro’nun favela’larına kırsal kesimden gelen ilk nesil göçmenlerin yüzde 79’u okuma yazma bilmiyordu, şimdi bu insanların torunlarının yüzde 94’ü okuryazar. Sahraaltı Afrika’da nüfusu 1 milyondan fazlayı bulan şehirlerde bebek ölümleri, küçük yerleşim yerlerine göre üçte bir daha düşük. Kırsal kesimde yaşayan ve ailesi günde 2 dolardan daha az kazanan 3-18 yaş arası Hintli kızların yalnızca yüzde16’sı okula gidiyor, Haydarabad’daise bu oran yüzde 48. Çin’in baş döndürücü kentleşmesinden bu yana ortalama yaşam süresi sekiz yıl arttı.

Şanghay’da yaşıyorsanız seksen üç yaşına kadar ömür sürmeyi umabilirsiniz, ki bu süre Çin’in batısındaki kırsal bölgelerden on yıl daha uzun.5 Bugün şehre göçeden 200 bin kişiarasında kırsal yoksulluktan kaçan insanlar var. Topraklarından kopmak zorunda kalan bu insanlar için şehir, geçimlerini sağlamanın tek seçeneği halini almış. Ancak şehirler her zamanki gibi, başka hiçbir yerde bulunmayan fırsatlar sunarken beceriklilik ve zihinsel dayanıklılığı da gerektiriyor. Gelişmekte olan şehirlerde, sefil haldeki sağlıksız gecekondu mahalleleri dünyadaki en girişimci yerlerdendir. Üstelik bu mahalleler, megakentteki hayatın şoklarını ve zorluklarını hafifleten karşılıklı destek ağlarını besler. Mumbai’da bulunan ve Asya’nın en büyük gecekondu mahallelerinden Dharavi, 1 milyona yakın insanı sadece 2,1 kilometrekare alana sıkıştırıyor. Yaklaşık 15 bin tek odalı atölye ve binlerce mikro işletmesiyle, yılda 1 milyar dolarlık iç ekonomi oluşturuyor. Çok sayıda insan, 20 milyondan fazla Mumbai’lının çıkardığı çöp dağlarının geri dönüşümü işine giriyor.

Aşırı yoğunluğuna veasayişin (veya diğer temel hizmetlerin) eksikliğine rağmen Dharavi, Hindistan’daki diğer mega-gecekondular gibi, gezmek için gayet güvenlidir. 1990’lı yılların sonlarından bu yana, kendi kendini yetiştiren bir avuç bilgisayar meraklısı, Lagos’taki bir sokağı Afrika’nın en büyük bilgi ve iletişim teknolojisi pazarına çevirdi: Binlerce girişimcisi ve günlük 5 milyon dolardan fazla cirosuyla Otigba Bilgisayar Köyü. Bu kümelenme etkisi sadece Wall Street’teki veya Şanghayda bulunan Pudong New Area’daki bankacıları, Londra’nın Soho bölgesindeki reklam ajanslarını veya Silikon Vadisi ile Bangalore’daki yazılım mühendislerini olumlu etkilemez. Kentleşme yayılıp yoğunlaştıkça dünya çapında milyonlarcainsanın yaşamını ve yaşam tarzını da dönüştürür.

İster hızla büyüyen Lagos sokaklarında ister Los Angeles gibi daha zengin bir metropolde olsun kendin yap tarzı kayıtdışı kentsel ekonomi, insanlığın kaosun ortasında biletepeden tırnağaşehirler inşaetme ve işleyen toplumlar örgütleme kapasitesinin kanıtıdır. Bu kanıt 6 bin yıllık kentsel deneyimin özüdür. Şehirler, tüm başarısına rağmen sert ve acımasız yerlerdir. Daha yüksek gelir ve daha iyi eğitim fırsatı sunsa da ruhumuzu karartabilir, zihnimizi yıpratabilir ve ciğerlerimizi kirletebilir. Şehirler, hayatta kalmak için mücadele ettiğimiz yerler gürültünün, kirliliğin ve sinir bozucu kalabalığın iç içe geçtiği kazanlardır. Dharavi’nin kıvrımlı ara sokakları, insan etkinliklerinin ve etkileşiminin katıksız karmaşıklığı, durmak bilmeyen hayatta kalma mücadelesi, insanların birbiriyle iç içe yaşaması, karmaşası ve kendiliğinden kurulan düzeni, tarih boyunca Mezopotamya şehrinin labirentinde, antik Atina’nın çirkin anarşisinde, ortaçağ Avrupa kasabasının sıkışık karmaşasında ya da Şikago endüstrisinde, on dokuzuncu yüzyıl gecekondu mahallesinde gördüğümüz şehir yaşamından çok da farklı değildir. Şehir hayatı insanı yorar.

Enerjisi, sürekli değişimi ve yol açtığı irili ufaklı milyonlarca zorluk sınırlarımızı zorlar. Tarih boyunca şehirler temelde doğamıza ve içgüdülerimize ters, ahlaksızlıkları besleyen, hastalıkların kaynağı ve sosyal patolojiye yol açan yerler sayılmıştır. Babil efsanesi çağlar boyunca yankılanmıştır: Şehirler, göz kamaştırıcı başarıya ulaştıkça bireyi daha da fazla ezebilir. Metropolün cezbedici özelliği ne kadar fazlaysa bir o kadar da korkutucu özelliği vardır. Bu düşmanca ortamı alıp kendi kullanımımıza göre şekillendirme yöntemlerimiz ise büyüleyici. Metropol’deki yaklaşımım, şehirleri sadece güç ve kazanç alanları kabul etmekten ziyade içinde yaşayan insanları şekillendirmede derin etkileri bulunan yaşam ortamlarını sayarak incelemek. Metropol, sadece büyük binalar veya şehir planlaması hakkında değil, şehirlere yerleşmiş insanlar ve bu insanların kentsel yaşamın baskılarıyla başa çıkarken hayatta kalmak için buldukları yollar hakkında bir kitap. Bu, mimarinin önem taşımadığı anlamına gelmiyor. Kentsel yaşamın merkezinde yapılı çevrenin insanlarla bir etkileşimi vardır, bu kitabın da öyle. Sadece dış görünüş veya hayati organlar yerine, organizmayı bir arada tutan bağ dokusuyla daha çok ilgileniyorum.

Şehirler insanlık tarihinin katmanları üzerine inşa edilme biçimleriyle, insan yaşamlarının ve deneyimlerinin neredeyse sonsuz ve durmaksızın iç içe geçmesiyle hem akıl almaz hem de bir o kadar büyüleyicidir. Güzelliği çirkinliği, neşesi sefaleti, karmaşıklığı çelişkisi aşırı ve şaşırtıcı yelpazesiyle şehirler, insanlık halinin bir tablosudur; aynı anda hem sevilecek hem de nefret edilecek şeylerdir. Durmak bilmeyen değişim ve uyum süreci içindeki inişli çıkışlı yerlerdir. Elbette büyük binaları ve önemli yerleriyleistikrarsızlıklarını maskelerlerancak bu kalıcılık sembollerinin etrafındaacımasız değişim girdapları vardır. Gelgitin yarattığı sürekli yıkım ve yeniden inşa, şehirleri büyüleyici hale getirirken algılanmalarını sinir bozucu denecek kadar zorlaştırır.

Metropol’deşehirleri durağan haliyle değil, hareket halinde görmeye çalıştım. Bu kitap için araştırma yaparken Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya’daki bir sürü şehri gezdim. Mumbai ve Singapur, Şanghay ve Mexico City, Lagos ve Los Angeles gibi birbirine tezat şehirlere gittim. Kronolojik anlatı boyunca bize sadece kendi çağlarından bahsetmesinden çok kentsel durumundan da bahseden şehirleri seçtim. Bu şehirlerden bazıları Atina, Londra veya New York bariz seçimlerim, diğerleri Uruk, Harappa, Lübeck ve Malakka ise size o kadar tanıdık gelmeyebilir. Şehirlerin tarihini incelerken çarşılarda ve pazarlarda, yüzme havuzlarında, stadyumlarda ve parklarda, sokak yemeği tezgâhlarında, kahvehanelerde ve kafelerde, mağazalarda ve alışveriş merkezlerinde malzeme aradım.

Şehirlerden edinilen tecrübeyi ve şehrin gündelik yaşamının yoğunluğunu araştırmak için resmi kayıtları olduğu kadar resimleri, romanları, filmleri ve şarkıları inceledim. Bütünlüğünü anlayabilmek için bir şehirde duyularınızla, yani bakarak, koklayarak, dokunarak, yürüyerek, okuyarak ve hayal ederek yaşamalısınız. Tarihin büyük bir bölümündeşehir yaşamı yoğun duygular –yeme ve içme, cinsellik ve alışveriş, dedikodu ve oyun– etrafında dönmüştür. Şehir hayatının sahnesini oluşturan tüm bu şeyler Metropol’ün merkezindedir. Şehirlerçoğunlukla başarılıdırçünkü bu başarı güç, para ve güvenlik sağlaması kadar zevk, heyecan, cazibe ve entrika da sunmasından ileri gelir. Göreceğimiz üzere, insanlık 6 bin yıldan uzun süredir sürekli kentsel girdapta yaşamanın her yolunu dener.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıMetropol: En Büyük İnsan İcadının Tarihi
  • Sayfa Sayısı490
  • YazarBen Wilson
  • ISBN9786051983271
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDomingo Yayınevi / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Odamda Yolculuk ~ Xavier de MaistreOdamda Yolculuk

    Odamda Yolculuk

    Xavier de Maistre

    Odamda Yolculuk, Xavier de Maistre’in insanlığa yüzyıllar önce armağan ettiği bir seyahat biçimidir; oda hapsiyle cezalandırılmış genç bir subayın, dört duvarın sınırlarını sonsuzluğa evrilttiği...

  2. Aşka Adanmış Bir Gün ~ Pamela ClareAşka Adanmış Bir Gün

    Aşka Adanmış Bir Gün

    Pamela Clare

    Tutku bir kez alev aldı mı onu söndürmek ya da varlığını inkar etmek zordur. Connor MacKinnon, komutanı Lord William Wentworth’ten öyle nefret etmektedir ki...

  3. Bulantı ~ Jean Paul SartreBulantı

    Bulantı

    Jean Paul Sartre

    Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre‘ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçuluğun sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938’de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur