On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda, çok etnikli Osmanlı Devleti’nin çözülmesiyle Balkanlar ve Ortadoğu’da bir dizi ulusal devlet kuruldu. Bu dönüşüm, Osmanlı idaresinin on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda tesis ettiği geleneksel toplumsal yapının, etnik-dini hatlar boyunca kırılmasıyla yaşanan bir kolektif kimlik değişimi idi. Milliyetçi görüntülü ayaklanmaların sebebi, Osmanlı idarî sistemi değil; aksine, geleneksel sistemin dağılmış olmasıydı. İmparatorluk yönetiminin etkisiz hale geldiği uzak eyaletlerde dengeler değişmişti.
Batı menşeli yorumlarda, bu toplumsal dönüşümün birçok yönü genellikle ihmal edildi. Karpat, literatüre bir ilk olarak girmiş bu çalışmasında, Osmanlılarla ilgili çalışmaları şekillendirmekte olan dar görüşlülükten uzak durarak, Balkanlar ve Ortadoğu’daki müslim ve gayrimüslim tebaayı genel bir çerçeve içinde ele alıyor ve söz konusu sosyo-politik dönüşümü bir bütün olarak analiz ediyor.
***
Osmanlı’nın Fenerli Rumları Eflak ve Boğdan’ın yöneticileri olarak ataması Bizans milliyetçiliğinin yolunu nasıl açtı?
Taşrada ayanların güç kazanması ve payitahta meydan okur duruma gelmesi Balkanlardaki bölge halklarının geleceğini hangi yönde etkiledi?
Ortodoks Patrikhanesi’nin Yunan milliyetçiliği karşısındaki tavrı neydi? Yunan isyancılar için aforoz mektubu yazıldı mı?
On dokuzuncu yüzyılda eğitim ve idare alanında yapılan reformlar imparatorluğun son yüzyılını nasıl şekillendirdi?
Türk milli kimliğinin oluşumunda toprağın/vatanın üstlendiği rol ne oldu?
II. Abdülhamid etnik kimliği ve vatan sevgisini İslam’a ve Osmanlı Devleti’ne yönelmiş en büyük tehditler olarak mı gördü?
İÇİNDEKİLER
OSMANLI DEVLETİ’NDE MİLLİYETÇİLİĞİN
TOPLUMSAL TEMELLERİ: SOSYAL TABAKALARDAN
SINIFLARA, MİLLETLERDEN ULUSLARA ……………………………….. 7
Önsöz …………………………………………………………………………………………….7
I. Giriş ……………………………………………………………………………………………11
II. Osmanlı Ortaçağ Sosyal Örgütlenmesi:
Sosyal Tabakalar (Erkan-ı Erbaa) ……………………………………………..32
III. Dini–Cemaat Örgütlenmesi: Millet Sistemi ……………………………..45
IV. Ticaret ve Sosyal Tabakalaşma Sisteminin Dağılması ………………..56
V. Hıristiyan Milletlerin Dönüşümü:
Ulusal Devletlerin Ortaya Çıkışı ………………………………………………78
VI. Müslüman Milletinin Dönüşümü …………………………………………….118
Sonuç …………………………………………………………………………………………….140
ÇOK ETNİKLİ ULUSAL OLMAYAN BİR İSLAM DEVLETİNDE
ETNİSİTE SORUNU: OSMANLI DEVLETİ’NDE ETNİK KİMLİĞİN
SÜREKLİLİĞİ VE YENİDEN YAPILANMASI …………………………….. 145
I. Giriş ……………………………………………………………………………………………145
II. Osmanlı Anayasal Düzeni ve Etnisite ………………………………………..149
III. Etnisitenin Bir Siyasi Kimlik ve
Yeniden Yapılanma Prensibi Olarak Ortaya Çıkışı ……………………157
Sonuç …………………………………………………………………………………………….165
OSMANLI DEVLETİ’NDE TOPRAK ESASINA DAYALI
TÜRK MİLLİ KİMLİĞİNİN OLUŞUMU …………………………………….. 167
Giriş: İslam’da Ülke ve Otorite………………………………………………………..167
Devlet, İnanç ve Toprak …………………………………………………………………173
Ders Kitapları ve Vatan Kavramı ……………………………………………………179
OSMANLI DEVLETİ’NDE MİLLİYETÇİLİKLER:
BİR DEĞERLENDİRME ……………………………………………………………. 187
Osmanlı Devleti’nin Siyasal Yapısındaki Değişiklikler ……………………188
Milliyetçiliğin Doğuşunda Millet Sisteminin Rolü …………………………188
Balkanlar’da Milliyetçiliğin Doğuşu ……………………………………………….189
Yunan Ayaklanması ……………………………………………………………………….190
Balkanlar’da Bağımsız Devletler……………………………………………………..191
Balkanlar’da Ulusal Kimliğin Oluşumu ………………………………………….192
Osmanlı Müslümanlarında Milliyetçilik ………………………………………..195
Jöntürk Hareketi ve Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ………………………..198
Seçilmiş Kaynakça …………………………………………………………………………203
OSMANLI DEVLETİ’NDE MİLLİYETÇİLİĞİN
TOPLUMSAL TEMELLERİ:
SOSYAL TABAKALARDAN SINIFLARA,
MİLLETLERDEN ULUSLARA
ÖNSÖZ
Bu monografi, çok etnikli Osmanlı Devleti’nin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Balkanlar ve Ortadoğu’da kurulan bir dizi ulusal devlete dönüşümüyle ilgilidir. Bu dönüşüm, Osmanlı idaresinin on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda tesis ettiği geleneksel toplumsal yapıda ve dinî topluluklar sisteminde gerçekleşen değişimlerin bir sonucu olarak, belli başlı etnik-dini topluluklar arasında yaşanan bir kolektif kimlik değişimi olarak ele alınmaktadır. Ortaçağ Osmanlı sosyal ve iktisadî yapılanması (sosyal tabakalar sistemi) etnik ve dinî sınırların ötesine geçerek imparatorluk tebaasını birleştirmiş; dinî cemaat örgütlenmesiyse (millet sistemi) nüfusun çeşitli kesimlerini, meslekî statülerini göz ardı ederek, dinlerine ve hatta etnik-dilsel aidiyetlerine göre gruplandırmıştır. Balkanlar ve Ortadoğu’daki daha eski imparatorluk örgütlenme biçimleriyle taşıdığı benzerliklere rağmen, bu çift taraflı teşkilat sistemi, yönetimi altındaki Müslümanları ve gayrimüslimleri kendilerine özgü bir dönüşüm modeli takip etmeye zorlayan yeni bir idarî yapıydı ve zamanla Osmanlı damgasını taşıyan bir dizi milliyetçiliğin ve milletin ortaya çıkmasına yol açtı. Başka bir deyişle, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda Balkanlar’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan uluslar, genel itibariyle Osmanlı Devleti’nde etkili olan çeşitli iç ve dış güçlerce yaratılan ve şekillendirilen sosyoekonomik ve dinî-kültürel şartların bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Nitekim Osmanlı Devleti’ne ilişkin Batı’daki yanlış yorumların birçoğu, Osmanlı yönetiminin mahiyetine dair çarpıtılmış bilgilerden kaynaklanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde yönetimde bulunan elit grup, herhangi bir etnik, toplumsal ya da iktisadî grupla özdeşleşmezdi. Tam tersine, Sultan’a yakın ve kendini mevcut sosyo-ekonomik ve dinî-kültürel sistemleri korumaya adamış bir bürokratik sınıftan oluşurdu. On dördüncü yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar hâkim olan şartlar (yani sınırlı bir döngü içinde işleyen sabit değişkenlerin sebep olduğu düşük değişim hızı ve idarenin bu değişkenleri kontrol etme becerisi) düşünüldüğünde, bu tip bir yönetim anlayışının gayet doğal olduğu görülür.
Osmanlı Devleti’nin on yedinci yüzyıldan itibaren yaşadığı dönüşüm, Ortaçağ sosyo-ekonomik (sosyal tabakalar) sisteminin ve dinîcemaat (millet) yapılanmasının dağılmasından ve bunların yeni ekonomik, kültürel ve siyasî elitlerin liderliğinde bazı iptidai toplumsal sınıf biçimlerine ve uluslara dönüşerek yeniden yapılanmasından ibarettir. Bu gelişme Osmanlı bürokratik sınıfını bir dinî-etnik ve toplumsal grupla özdeşleşme arayışına itti ve dolayısıyla paradoksal olarak, bir taraftan yönetim gelenekleri devam ettirilmeye çalışılırken, diğer taraftan da kendine özgü bir ideolojik ve siyasî gelişmeler zincirinin harekete geçmesi söz konusu oldu. Bu da esasen (hem dilsel, kültürel ve toplumsal hem de idarî örgütlenme açısından) toplum içinde uyumlu bir bağ tesis etme ve bir siyasî kimlik ve dayanışma anlayışı oluşturma ihtiyacına dayanıyordu.
Bu çalışmanın, muhtemelen türünün ilk örneği olarak, Osmanlılarla ilgili çalışmaları şekillendirmekte olan dar görüşlülükten kaçınmaya çalıştığı aşikârdır. Bu çalışma Balkanlar ve Ortadoğu’daki müslim ve gayrimüslim tebaayı genel bir çerçeve içinde ele alacak ve onların sosyo-politik dönüşümünü bir bütün olarak analiz edecektir. Elbette ki, Osmanlı Devletin’deki milliyet meselesinin bu şekilde irdelenmesi, R. W. Seton-Watson’ın (“The Rise of Nationality in the Balkans”/ Balkanlar’da Ulusun Yükselişi) ve George Antonious’un (“The Arab Awakening”/ Arap Uyanışı) kitaplarında, Balkanlar ve Ortadoğu için geliştirdikleri geleneksel yaklaşımlardan keskin biçimde farklıdır. Bu iki kitap, sübjektifliklerine, toplumsal ve iktisadî tarihe ilişkin bilgi eksikliklerine ve çok sayıdaki hata ve noksanlarına rağmen, birkaç kuşak boyunca bu bölgelerle ilgili milliyetçilik ve milliyet çalışmalarına model oluşturmuştur. Bunun en önemli nedeni, bu çalışmaların belli etnik grupların ve ulusal devletlerin ideolojik ihtiyaçlarına cevap vermiş olmasıdır. (Seton-Watson, kitabını Osmanlı’nın İngiltere ile dostluk siyasetinden vazgeçip Almanya kampına yöneldiği bir dönemde yazmıştır.) Hans Kohn’a göre Batı Avrupa’da milliyetçilik sosyal, ekonomik ve siyasal değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunun aksine Doğu Avrupa’da ve büyük olasılıkla Balkanlar ve Ortadoğu’da ise, kendisine takaddüm eden veya eşlik eden bir sosyal ve ekonomik dönüşüm yaşanmaksızın gelişme göstermiştir. Hâlbuki okumakta olduğunuz bu çalışmanın tezlerinden biri, Osmanlı Devleti’nde de milliyetlerin ve milliyetçiliğin ortaya çıkışının sosyal ve ekonomik dönüşümün bir neticesi olduğudur.
Dolayısıyla, Balkanlar ve Ortadoğu’daki milliyetçilik olgusu üzerine çalışan pek çok araştırmacı, Osmanlı Devleti’nde milliyet olgusunu, kendine has bir milliyet oluşturan bir hâkim grup (yani Türkler) tarafından doğal gelişmesi engellenen, potansiyel ve kalıcı bir güç olarak kabul etme eğilimindedir. Hâlbuki yine aynı araştırmacılar Türkleri Osmanlı halkları arasında kendilerine has bir milliyet duygusu geliştiren son halk olarak kabul etme konusunda da başı çekmektedirler. Bu araştırmacılar milliyetin ortaya çıkışını, belli bir sosyo-ekonomik ve politik yeniden yapılanma için ideolojik bir meşrulaştırma olarak değil de, eski tarihsel köklerin keşfi ve özel bir dil ve kültürle, semboller ve toprak parçasıyla bilinçli olarak özdeşleşme aracılığıyla başarılan bir kültürel ve siyasî uyanış süreci olarak görürler. Dolayısıyla karşıt sürecin, yani azınlıkların, hâkim etnik çoğunluk tarafından asimilasyonunun kasten inkâr edilerek milliyetin daimi bir güç olarak görülmesine, kendisine dogmatik özellikler yüklenmesine ve diğer bütün sosyal ve ekonomik güçlerin üstünde sabit bir belirleyici olarak kabul edilmesine şaşmamak gerekir. Balkanlar ve Ortadoğu’daki milliyet ve milliyetçiliğe dair bu bakış, konuyla ilgili bir dizi yeni çalışmanın yayınlanmasına rağmen değişmemiştir. (Örneğin bu çalışmalardan biri olan Rupert Emerson’un From Empire to Nation isimli kitabı, sosyo-ekonomik unsurları çok fazla öne çıkartmamakla birlikte, milliyetin ortaya çıkışını bir göreceli siyasî yeniden yapılanma süreci olarak telakki eder.) Okumakta olduğunuz monografi, kısmen Karl W. Deutsch ve Rupert Emerson tarafından geliştirilen, milliyetçiliğin yükselişi ile ilgili analitik modelleri ve ayrıca sınıf oluşumuna dair çeşitli teorileri kullanmaktadır. Ancak çoğunlukla Osmanlı toplumunun yapısı ile ilgili, son zamanlarda yapılmış çalışmaların ortaya koyduğu ve milliyetçilik çalışmasına yeni bir yaklaşım geliştirme imkânı sunan sosyoekonomik gelişmelerle ilgili ampirik kanıtlardan yararlanmaktadır.
Okuyucu bu makalede Ortadoğu’da milliyet ve milliyetçiliğin yükselişine dair referansları yetersiz bulabilir. İlgili kaynakların büyük çoğunluğu çeşitli şekillerde Political and Social Thought in the Contemporary Middle East, K. H. Karpat, ed. (New York 1968) isimli çalışmada zikredilmiştir.2 Bölgede yaşayan ve alanda çalışan birisi olarak, Balkanlar ve Ortadoğu’daki belli başlı milletlerin tarihine ve her bir milletin bu tarihi kendi millî devletinin görüntüsünü şekillendirmekte nasıl kullandığına aşinayım. Ayrıca bu çalışmada öne çıkarılan nerdeyse her bir konunun genişletilebileceğinin ve detaylıca tartışılabileceğinin de farkındayım. İştiyakla ümit ederim ki, bir rejimin ya da bir ulusun kötülüğüyle ya da diğerlerinin erdemleriyle ilgili kıymetsiz tartışmalar üretmenin ötesine geçerek, Osmanlı Devleti’nin gerçek özellikleri hakkında kıymetli bir tartışmanın yolunu açarım ve Osmanlı’nın halefi olan devletler arasında milliyetçiliğin ortaya çıkışına dair kavrayışı daha da geliştiririm. Binaenaleyh, Princeton Üniversitesi Uluslararası Araştırmalar Merkezi’ne (The Center of International Studies at Princeton University), hem orijinal makale hakkında ek araştırma yapma imkânı sundukları hem de bu çalışmayı yayınladıkları için teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
1.GİRİŞ
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye konusuna vâkıf önemli araştırmacılardan Sir Harry Luke 1936 yılında şuna dikkat çekmişti:
Profesör Bernard Lewis, Türkiye ve Yunanistan arasında 1924– 1930 yıllarında yapılan nüfus mübadelesini vurgulayarak, süreci “Yunanlarla Türklerin değişimi olarak değil de Yunan Ortodoks Hıristiyanlarla Osmanlı Müslümanlarının değişimi olarak izah etmektedir… Bu tümüyle vatana geri dönüş değildi, bilakis Hıristiyan Türklerin Yunanistan’a ve Müslüman Yunanların Türkiye’ye doğru sürgünleriydi.”4 Bu olay, Türkiye’de sekülerleşme ve milliyetçiliğin daha yoğun olduğu bir dönemde gerçekleşti.
Yukarıdaki alıntılar, Türkiye ve Yunanistan’daki kimlik değişiminin tarihini kısaca sunmakta ve iki ülke arasındaki ilişkileri bozan girift demografik-etnik problem için üretilen sert bir siyasî çözümün mahiyetini açıklamaktadır. Şu husus kesin olarak vurgulanmalıdır ki, burada bir kişinin Türk ya da Yunan olarak tanımlanması için uygulanan temel kıstas dil, etnik köken ya da ırk değil, dindir. Çünkü hem Türkiye hem de Yunanistan, ulusal kimliklerini kendi geçmişlerinin siyasî-dini mirasına göre belirlemişlerdir.
1821-1829’da kurulan Yunan ulusal devleti, “Yunanlık” kavramının sınırlarını, Sırplar, Bulgarlar, Makedonyalılar ve Latin Ulahlar gibi Slavların büyük bir çoğunluğunu içerisine dâhil edecek şekilde genişletmeye çalıştı. Bunu da esasen İstanbul’daki Patrikhane’nin bu halklar üzerindeki gücünden faydalanarak ve bilhassa Patrikhane’nin bu halkların ana dilleri yerine Yunancayı ikame ederek onları Helenleştirme potansiyeline dayanarak sürdürdü. Türkiye de Müslüman olan sabık Osmanlı tebaasını “Türk” olarak kabul ederek, bunların Türkiye’ye serbestçe göç etmelerine ve yerleşmelerine müsaade etti. Bunlar arasındakilerden, dil ve ırk yönünden Slav olan Boşnaklar, Hersekliler ve Pomaklar Türkçe konuşamıyorlardı, ancak Müslümandılar. Buna karşılık Türkçe konuşan, ancak çoğunlukla Besarabya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyan Gagavuz Türkleri’ne ise Türkiye’ye göç etmeleri için müsaade edilmedi. Balkanlar ve Ortadoğu’nun hemen her yerinde, etnik azınlık gruplarının siyasî olarak yönetimdeki etnik çoğunluk tarafından asimilasyonu sürüp gitmektedir. Bulgar Hükümeti, “burjuva milliyetçiliğini ve ırkçılığı” resmen mahkûm etmesine rağmen, (Bulgarca konuşan Müslüman) Pomakları ve son zamanlarda Müslüman Türkleri hummalı bir mücadele vererek “Bulgarlaştırmakla” meşguldür. Bunu yaparken de ateistlik telkin etmekten ziyade bu insanların etnik ve ırkî yönden “hakiki Bulgar” olduklarını kanıtlamaya dönük bir propagandaya başvurmaktadır. Paradoksal bir şekilde, Bulgarların ataları sekizinci ve onuncu yüzyıllar arasında Hıristiyan olmuş, dillerini kaybetmiş ve sonrasında kendilerini Slav olarak tanımlanmış, Türk kökenli bir halktır. Bugün bile sıradan bir gezgin, Bulgarlar arasındaki bazı kişilik özelliklerinin Slavlardan ziyade Altay halklarına benzediğini fark edebilir. Diğer taraftan, Romanyalılar, Transilvanya’daki Macarlar hariç, Bulgarları, Almanları ve Sırpları büyük oranda sessizce asimile ettiler; Yugoslavya’daki Rumence konuşan Voyvodina nüfusu Sırplar tarafından asimile edildi; Pindos dağlarındaki Latin kökenli ve Rumence lehçeler konuşan Ulahlar hızlı bir şekilde Yunanlar, Arnavutlar, Sırplar ve diğerleri tarafından asimile edildiler. Ortadoğu’da Araplar, sınırları içerisinde kalan bir milyon Türk’ü asimile ettiler; Türkiye benzer bir politikayı kendi Arap ve Kürt azınlıklarına karşı uygulamaya koymakla beraber, onlar kadar başarılı olamadı. Dolayısıyla, sabık Osmanlı halkları arasındaki etnik ve millî kimlik meseleleri, sadece Balkanlar ve Ortadoğu’daki yönetimlerin kültürel, eğitimsel ve demografik politikalarını şekillendirmek açısından değil, bu ülkelerin belli nüfuz ve toprak iddialarına tarihsel temel oluşturmak açısından da belirleyici bir faktör olmaya devam etmektedir. Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’ndeki milliyet meselesinin kökenini, tarihsel bir çerçeve içinde, gerek Batı Avrupa5 gerekse yakın zamandaki Asya ve Afrika milliyetçiliklerinden farklı bir şekilde gelişme gösteren kendine özgü bir milliyetçilik biçimi olarak incelemek faydalı olabilir.
Osmanlı Devleti’ndeki milliyetçilik ile diğer milliyetçilik biçimleri arasında kısa bir karşılaştırma konuyu yerli yerine oturtmak açısından faydalı olabilir.
Milliyetçilik hakkındaki son derece zengin literatür bu ideolojinin ortaya çıkışını bir dizi objektif ya da sübjektif faktöre bağlamakta ya da onu kavramsal olarak belirli uyarıcılara bir cevap olarak ortaya çıkmış bir süreç ve bir davranış kalıbı olarak ele almaktadır. Dil, ırk, kültür, din, tarih, coğrafya ve toprak parçası en sık zikredilen objektif faktörler arasındadır.
“Objektivist” düşünce ekolünün belki de en etkili savunucusu olan Carlton J. H. Hayes, anlama aracı ve kuşaklar arasında müşahhas bir bağ olarak en büyük önceliği dile vermektedir. Tarihsel gelenekler de milliyetçiliğin ikinci en önemli kültürel temeli olarak telakki edilir.6 Bir millet olma iradesine, birlikte yaşama ve halk (Volk) ruhuna, grup bilincine, topluluk sevgisine, vatan sevgisine, grup sembolizmine ve içgüdüsel duygular geliştirmeye milliyetçiliğin psikolojik temelleri olarak sıkça atıfta bulunulmaktadır. Bu düşünce ekolünün önde gelen temsilcilerinden Hans Kohn milliyetçiliği “her şeyden önce bir halet-i ruhiye, bilinçli bir eylem…. Bireyin yüksek sadakat duyduğu ‘biz-grup’la kendisini tanımlaması”7 olarak ifade etmektedir. Öte yandan milliyetçiliğin süreç odaklı savunucuları, milliyetçiliğin kökenlerini toplumsal hareketlilik, pazarların ve şehirlerin artışı, yoğun iletişim ve ulaşımda aramaktadırlar. Bu düşünce ekolünün önde gelen temsilcisi Karl W. Deutsch,8 sosyal mobilizasyonun yüksek olduğu toplumlarda bireysel çıkarlar etnik kimliklerden daha önemli hale geldiği için etnik grupların millî asimilasyonunun daha hızlı gerçekleştiğini ileri sürmüştür. Bu görüşe kati surette itiraz edenler ise sosyal mobilizasyonun etnik özelliklere dair farkındalığı artıracağını ve asimilasyona karşı bir dalgakıran vazifesi göreceğini, hatta zamanla ayrılıkçı eğilimlere bile yol açabileceğini ileri sürmüşlerdir.9 Deutsch’un etnisite ile milliyet arasındaki ilişkiyi bir şekilde göz ardı ederek milliyet ve etnik köken arasında temel bir ayrım yapması ilginç gözükmektedir. Okumakta olduğunuz çalışma açısından, bu önemli bir ayrımdır, çünkü etnisite ve din Osmanlı Devleti’nde milliyetçiliğin gelişmesinin temel dayanaklarıdır.
Son olarak, Asya ve Afrika’daki yeni uluslarla ilgilenen nispeten yeni bir düşünce ekolü milliyetçiliği “çağdaş problemlere bir çözüm üreten çağdaş toplumda geçerli bir davranış biçimi”10 olarak ele almaktadır. Bu araçsalcı yaklaşıma katılan ve katkıda bulunan diğer araştırmacılar, ulusun mistik bir güç olduğunu ya da sadece fiziksel çevre ya da ekonomik güçler, dil, toplumsal ihtiyaç ya da tarih tarafından meydana getirilmiş olduğu fikrini reddederler. “Milliyetçilik milliyetçilerin üretmiş oldukları bir şeydir; belirli, sabit bir kavram değildir; inançların ve şartların duruma göre değişen bir bileşimidir… Modern milliyetçilikte mit ile gerçek, doğru ile yanlış ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş durumdadır.”11 Profesör Elie Kedourie, Osmanlı’da ulusal devletlerin ortaya çıkışını da ele aldığı çığır açıcı milliyetçilik çalışmasında, milliyetçiliğin on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar Avrupası’ndaki felsefi tartışmalar ve siyasî olaylardan doğduğunu ve “ulusların iradesi”nin, Fransız Devrimi tarafından, önceki rejimlerin uygulamalarının ve yönetimlerin meşruiyetinin sorgulanmasında kullanılması sebebiyle yayıldığını iddia eder.
Açıkçası, milliyetçiliğin tanımı, araştırmacının felsefi bakışına, döneme ya da seçilen milletler grubunun hususi özelliklerine göre fazlasıyla çeşitlenmektedir. Son zamanlarda milliyetçilik, Afrika ve Asya’da bağımsızlık elde etmek ve iktisadî gelişme başarmak için, kolonyalizm ve emperyalizme karşı toplumu harekete geçirecek toplumsal ve siyasî bir güç olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla milliyetçiliğin Asya ve Afrika elitleri tarafından somut amaçlar için araçsallaştırıldığı söylenebilir. Yine de Üçüncü Dünya’nın milliyetçi elitleri, acil pratik amaçları ne olursa olsun, toplumu harekete geçirmekte kullanabilecekleri kolektif tepkileri güvenceye almak için, ortak değerlere ve sembollere ihtiyaç duymuş ve dil ve ırk ya da iktisadî sömürü duygusu veya ortak acılar gibi muayyen objektif unsurlardan faydalanmak zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla, milliyetçiliğin pratik siyasî kullanımlarıyla ilgili teori ancak tamamlayıcı olabilir ve milliyetçiliğin yapısını analiz edecek teorilerin yerini alamaz.
Milliyetçiliğin ortaya çıktığı şartları daha iyi anlamak bizzat onun ideolojisini de daha doğru değerlendirmeyi sağlayabilir. Aslında milliyetçiliğin doğuşuna yön veren çeşitli objektif şartlar, yine onun yapısının ve amaçlarının içerisine iyice yerleşmiştir. Milliyetçiliği anlamadaki farklılıklar, Avrupa’da, Osmanlı Devleti’nde ve son zamanlarda Asya ve Afrika’da bu ideolojinin ortaya çıkışını belirleyen şartlardan kaynaklanmaktadır. Duygusal kapasite, dil, insan hafızası, eşyalar, mekânlar ve bağlılıkları yansıtan semboller, sosyal ve politik çevreyle etkileşim gibi, bireyler arasında kişilik ve grup kimliği gibi değişiklikler üreten ve yeni ortak hedefler belirleyen, doğrudan insanın insan olarak varoluşu ile bağlantılı bazı kalıcı özellikler vardır. Bütün bunlar, belli bir süreç içinde ortaya çıkıp gelişen milliyetçilik hedeflerini hayata geçirmeye yönelik araçlar olan somut sosyo-politik rejimlerde ve kurumlarda mevcuttur ve bunların varlıklarında kendini gösterir.
***
Her ne kadar konu hakkında oldukça hacimli bir literatür bulunsa da13 biz bu çalışmada Osmanlı Devleti’nde milliyet ve milliyetçilik meselesini ele alırken, milliyetçiliğin ortaya çıkışını iki safha içinde inceleyeceğiz: (1) Ortaçağ sosyal ve ekonomik örgütlenmesinin ve dinî millet sisteminin ortaya çıkışı ve dağılışı (2) Balkanlar ve Ortadoğu’nun tarihinde, köklü yapısal ve psikolojik dönüşümlerin toplumsal ve siyasî sonuçları olarak ulusal devletlerin ortaya çıkışı.
On sekizinci yüzyılla birlikte, Osmanlı Devleti’nde milliyet, milliyetçilik ve modern ulusal devletlerin ortaya çıkışı, grup kimliklerindeki değişime paralel olarak, Ortaçağ sosyal ve ekonomik örgütlenmesinin bozulması ve eski etnik ve dinî toplulukların milliyetlere dönüşümüne bağlı olarak gerçekleşmiştir. Bu durum, sosyo-ekonomik ve etnik-dini-ulusal seviyelerde gerçekleşen eşzamanlı fakat tedrici bir dağılma ve yeniden yapılanma sürecidir. Böylelikle, meslekî işbölümü ve üretim kontrolüne dayanan ortaçağ sosyal tabakaları pazarların ve şehirlerin büyümesine paralel olarak tedricen daha geniş grupların ve sınıfların içerisine dâhil olmuş, evrensel dinî topluluklar da, bu süreçte çözülerek etnik birimlere ayrılmış ve zaman içerisinde ulusal devletlere dönüşmüştür. Sayıca kalabalık olan gruplar genellikle sürece hâkim olmuş ve farklı dil ve din gruplarına azınlık olarak muamelede bulunmuşlardır. Hâkim grup, 1913’ten sonra Sırbistan’ın Balkanlar’daki diğer Slav gruplara karşı politikalarında olduğu gibi, diğer grupları kendi ulusal kültür anlayışına göre yeniden biçimlendirmeye çalışmıştır.
Yukarıda da görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti’nde milliyet meselesi, büyük ölçüde sosyal ve iktisadî değişimin sonucu olarak, geç on sekizinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle milliyet meselesi, aslında bazı Balkan ve Hıristiyan Arap milliyetçilerin retorik yanı çok ön planda olan metinlerinde öne sürdükleri gibi, Osmanlı gücü ve baskısı nedeniyle ortaya çıkması engellenmiş, hep mevcut olan bir meseleden ziyade yakın geçmişte ortaya çıkmış yeni bir meseledir. Aslında, Osmanlı Devleti’nin heterojen dinî ve kültürel gruplar üzerinde altı asır süren hâkimiyeti boyunca, iç uyumu korumaktaki başarısını ve sağladığı uzun ömürlü istikrarı, etnik, dinî, sosyal ve iktisadî grupları yeni bir örgütsel yapı içinde yeniden gruplamış olmasına bağlayabiliriz. Osmanlı’da etnik gruplar, Ortodoks, Ermeni, Yahudi ve Müslüman milletleri ya da dinî toplulukları şeklinde örgütlenmiştir. Bunların her birinin içinde bir dizi etnik-dil grubu mevcuttur. Yahudi milleti bile Sefarad, Eşkenazi, Karait ve Romayot gibi birkaç gruptan oluşmaktaydı. Diğer taraftan toplumsal tabakalar, etnik ve dinî bağlılıkların ötesine geçmekte ve insanları askerî, idarî, dinî, kültürel görevlerine ve ticaret, zanaat ve yiyecek üretimi gibi mesleklerine göre yeniden gruplandırmaktaydı. Dolayısıyla, çok sayıda grup, din ve dillerine bakılmaksızın kendilerinin özel işlevleri ve muhtemel ortak çıkarları dolayısıyla meslekî zeminde birlik oluşturmaktaydı. Bu türden bir örgütlenmenin hayatiyetini sağlayacak temel prensip, bir grubun diğerinden ayrılması ve doğrudan serbest sosyal hareketliliğinin yasaklanmasıydı. Devlet hizmetlerinde istihdam, atama prosedüründeki sıkı şartlar katı bir şekilde kontrol edilmekteydi. Sadece dinî kurumlar görece hareket serbestine sahipti. Bu durum, alt seviye Hıristiyan papazların ve Müslüman dinî önderlerin köylü kesimiyle yakın ilişkiler kurabilmesini ve vakti geldiğinde onları harekete geçirebilmesini açıklamaktadır.
Bu bakış açısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki yönetici elitlerin on beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar üstlendikleri temel fonksiyon daha da önemli hale gelmektedir. Yönetici elitler, etnik, dilsel, ırksal ya da ekonomik gruplar olarak değil de devlet ya da hanedanhükümdar ile tanımlanmaktaydılar. Askerî olarak tanımlanan elitler her bir sosyal grubun kendileri için tayin edilen statü ve seviyede kalmasını sağlamakla sorumluydular. Ayrıca bu elitlerin, sayıca güçlü, zengin ya da aristokratik iddialara imkân tanıyacak herhangi bir etnik ve iktisadî grup oluşturması da engellenmekteydi. Aksi bir gelişme, devletin insanların iyiliği için çalıştığı iddiasını zayıflatabilirdi. Elitlerin etnik olmayan karakteri bizzat devletin alamet-i farikası olduğu için, devlet dolaylı olarak ve paradoksal bir şekilde çeşitli etnik grupların varlığını güvence altına almaktan da sorumluydu. İdari elit devletin temsilcisiydi, bir etnik grubun değil. Öte yandan, Türk, Sırp, Rum vb. tebaaya mensup şahıslar kendilerini yönetici elit ile özdeşleştirmiyorlardı, çünkü onları birbirlerinden ayıran bir toplumsal uçurum mevcuttu ve bu uçurum mevcut düşünce ve ideoloji tarafından tahkim edilmekteydi. Dolayısıyla pratikte tebaa, siyasî bağlılık ile etnik ve dinî kimlikle bağlılık arasında belirgin bir ayrımla karşı karşıyaydı. Tebaanın siyasî bağlılığı Sultan’ın başında olduğu yönetici eliteydi, öte yandan dinî bağlılığı ve etnik kimliğiyse her birinin kendi grup ve liderleriyle sınırlandırılmıştı. Ulusal devlet dönemindeyse, siyasî bağlılıkla etnik ve dinî kimlik çoğu zaman çakışır hale geldi.
Dolayısıyla, Professor Kedourie’nin vurguladığı üzere, Osmanlı Devleti, bir ulus-devlet olmamasına ve farklı dinî ve etnik topluluklardan oluşmasına rağmen, bunlar arasındaki uyumu devam ettirmeyi ve tebaasının sadakatini sağlamayı başarmıştır.14 Bu durum, İstanbul Ortodoks Patriği Gennadius’un (ö. 1468) sözlerine de açıklık getirir: “Lisan olarak bir Helen olmama rağmen, Helenlerin inandığı gibi inanmadığımdan Helen olduğumu söyleyemem. Adımı inancımdan almak isterim ve kim olduğumu sorarsanız ben bir Hıristiyanım.”15 Osmanlı tebaasının etnik kimliği kesinlikle bir gecede ortadan kalkmadı, ancak yeni dinî-toplumsal kimlik ve siyasî, sosyal ve iktisadî statüleri tarafından yenilendi ve bu doğrultuda gelişti. Hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinde, dinî ihtida ya da statü değiştirme örneklerinin yanı sıra, etnik dayanışmaya veya kişinin doğum yerine ve konuştuğu dile bağlılık duymasına ilişkin de sayısız örnek vardır. Öte yandan, bu bağlılıkların, on sekizinci yüzyılın sonlarına dek hiçbir siyasî önemi olmadığı muhakkaktır.16 Dolayısıyla, on beşinci yüzyıl ile on yedinci yüzyıl arasında Osmanlı sisteminin temel özelliklerinden birisi, yazılı olmayan bir kural olarak, iktisadî gücün, siyasî konumun ve yüksek sosyal statünün aynı etnik-dilsel grubunun üyeleri arasında toplanmasına izin verilmemesidir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Siyasal Tarih Tarih Türk-Osmanlı
- Kitap AdıOsmanlı'da Milliyetçiliğin Toplumsal Temelleri
- Sayfa Sayısı208
- YazarKemal Karpat
- ISBN9786050825817
- Boyutlar, Kapak13,5 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2017