Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Semerkant
Semerkant

Semerkant

Amin Maalouf

“Titanic’te Rubaiyat! Doğu’nun çiçeği Batı’nın Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!” Amin Maalouf, “Afrikalı Leo”dan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğu’ya, İran’a…

“Titanic’te Rubaiyat! Doğu’nun çiçeği Batı’nın Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!” Amin Maalouf, “Afrikalı Leo”dan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğu’ya, İran’a bakıyor. Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının çevresinde dönen içiçe iki öykü… 1072 yılında, Hayyam’ın Semerkant’ında başlayan ve 1912’de Atlantik’te bit(mey)en bir serüven… Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İran’ın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi…

Atlas Okyanusu’nun dibinde bir kitap yatıyor. Anlatacağım, işte onun hikâyesi.

Hikâyenin sonunu belki biliyorsunuz, o devrin gazeteleri nakletmişlerdi, o tarihten sonra yayımlanan kimi eserlerde de kayda geçti: Titanic 1912 yılında Nisan’ın 14’ünü 15′ine bağlayan gece, Newfoundland açıklarında battığında kurbanların en ünlüsü bir kitaptı: İranlı şair, gökbilimci, bilge Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının mevcut tek yazma nüshası.

Bu deniz kazasından fazla söz edecek değilim. Başkaları faciayı dolar cinsinden ölçtüler zaten, cesetlerin sayımını usulünce yapıp son sözlerini zapta da geçtiler. Altı yıl sonra, aklımdan hâlâ çıkmayan tek şey, kısacık bir süre naçizane emanetçiliğini üstlendiğim, damarlarında mürekkep dolaşan o varlık. Onu doğum yeri olan Asya’dan koparıp alan ben değil miydim? Ben, yani Benjamin O. Lesage? Benim valizlerimin içinde binmedi mi Titanic gemisine? Ve onun bin yıllık seyrini kesintiye uğratan, benim çağımın kibri olmadı mı?

O günden sonra dünya her gün biraz daha kana boyandı, her gün biraz daha gölgelendi ve hayat da benim yüzüme bir daha gülmedi. Geçmişin seslerinden başka bir şey işitmeyip çocukça bir umudu besleyebilmek, ısrarlı bir hayali içimde büyütebilmek için insanlardan uzaklaştım: Onun bir gün yeniden bulunacağı hayalini. Altın mahfazası sayesinde hiç zarar görmemiş, üstelik yazgısı yeni bir Odysseia ile zenginleşmiş olarak çıkacaktı denizin gün yüzü görmeyen derinliklerinden. Parmaklar onu okşayabilecek, açabilecek, içine dalabilecekti; tutsak aldığı gözler başından geçenlerin tarihçesini derkenardan derkenara kayarak izleyecek, şairi, ilk dizelerini, ilk sarhoşluklarını, ilk korkularını keşfedeceklerdi. Ve Haşşaşinler tarikatı. Sonra gözlerine inanamayarak, kum ve zümrüt rengi bir minyatürün karşısında çakılıp kalacaklardı.

Ne tarih var, ne imza o resimde, hayranlığı veya hayal kırıklığını yansıtan şu sözler sadece: Semerkant, Dünya’nın ezelden beri Güneş’e çevirdiği en güzel yüz.

BİRİNCİ KİTAP

ŞAİRLER VE AŞIKLAR

Var mı dünyada günah işlemeyen, söyle; Yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle; Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.

Ömer Hayyam

Kimi zaman, ağır ve iç karartıcı bir günün ardından inen Semerkant akşamında, işsiz güçsüz takımı baharat çarşısının yakınındaki çifte meyhane çıkmazında volta atmaya gelirdi. Amaçları güzel kokulu Soğd şarabının tadına bakmak değil, geleni gideni kollayıp çakırkeyif olmuş bir içkiciyi yakaladıklarında tepesine çullanmaktı. Kurban, toz toprağın içinde sürüklenir, yemediği küfür kalmaz ve baştan çıkarıcı şarabın yüzündeki yalazlanmasını sonsuza dek hatırlatacak cehennem ateşlerinde yanması için beddualar edilirdi.

Rubaiyat yazması, 1072’nin yaz aylarında yaşanan böyle bir olayın sonucunda doğacaktı. O sırada Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı, Semerkant’a geleli çok olmamıştı. O akşam meyhaneye mi gidiyordu, yoksa sokaklarda aylak aylak dolaşırken yolu tesadüfen mi oraya düşmüştü? Meçhul bir şehirde, sona ermekte olan günün binbir ayrıntısına pürdikkat kesilmiş bir halde sokakları arşınlamanın o taptaze keyfini sürüyordu:

Ravent tarlası sokağında küçük bir oğlan tezgâhın birinden aşırdığı elmayı sıkı sıkı göğsüne bastırarak tabanları yağlamış kaçıyor; çuhacılar çarşısında ise yerden yüksek bir dükkânın içinde kandil ışığında yine bir tavla partisi sürüyor, zarlar atılıyor, oyunculardan biri söverken öteki kahkahalarını güçlükle bastırıyordu; urgancılar çarşısının kemerleri altında bir katırcı şadırvanın yanında durmuş, birleştirerek uzattığı avuçlarını dolduran serin suyu seyrediyordu; sonra dudaklarını uzatarak sanki uyuyan bir çocuğun alnına bir buse konduracakmış gibi eğildi; susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip, şükretti mırıldanarak, yerden bir karpuz kabuğu alıp suyla doldurdu, hayvanı da su içebilsin diye götürdü ona.

Tütsücüler meydanında hamile bir kadın yolunu kesti Hayyam’ın. Peçesi sıyrılmıştı, on beşinde ya vardı ya yoktu. Tek kelime etmeden, saf dudaklarıyla bir kez bile gülmeden, Hayyam’ın biraz önce satın aldığı ve avcunda taşıdığı kavrulmuş bademlerden bir tutam alıverdi. Hayyam hiç şaşırmadı buna, Semerkant’ın bu epey eski inancından haberi vardı: Hamile bir kadın sokakta hoşuna giden bir yabancıyla karşılaşırsa hiç çekinmeden onun yemeğini paylaşmalıydı; o zaman çocuk o yabancı kadar güzel, onun gibi ince uzun olur; aynı soylu ve düzgün yüz hatlarını alırdı.

Ömer, uzaklaşıp giden meçhul kadının ardından bakarken, avcunda kalan bademleri gururla çiğniyordu ağır ağır. Bir uğultu çarptı kulaklarına, adımlarını hızlandırdı. Zincirlerinden boşanmış bir kalabalığın ortasında buldu kendini bir müddet sonra. Upuzun kolları ve bacaklarıyla iskeleti andıran bir ihtiyar yere serilmişti bile; başı açıktı, darmadağınık beyaz saçlarının arasından meşini andıran kafa derisi gözüküyordu. Öfke ve korkuyla attığı çığlıklar biteviye uzayan bir hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yalvardı yeni gelene.

Zavallı adamın çevresinde, tehditkår sakalları, intikamcı sopaları ile yirmi kadar adam toplanmış, çevrelerini de arada biraz mesafe bırakan keyifli bir seyirci halkası sarmıştı. İçlerinden biri Hayyam’ın allak bullak olmuş yüzünü görünce, içini rahatlatmak ister gibi, “Bir şey yok canım, alt tarafı Uzun Cabir işte!” dedi. Ömer yerinden sıçrayıverdi, bir utanç düğümlendi boğazında, mırıldandı: “Cabir, Ebu Ali’nin arkadaşı!”

Çok sık rastlanan, sıradan bir addı aslında Ebu Ali. Ama bu ad Buhara, Kordoba, Belh veya Bağdat’ta, okumuş yazmış bir adamın dudaklarından böyle saygıyla karışık bir aşinalıkla döküldüğünde, kimin kastedildiği konusunda hiçbir kuşkuya yer kalmazdı: Batı’da Avicenna ismiyle meşhur, Ebu Ali İbn Sina. Ömer onunla hiç karşılaşmamış, o öldükten on bir yıl sonra doğmuştu; ama kendi neslinin tartışmasız hocası, tüm ilimlerin sahibi, Aklın havarisi olarak büyük bir saygı beslerdi ona.

Hayyam yeniden mırıldandı: “Cabir, Ebu Ali’nin en gözde öğrencisi!” Adamı ilk kez görse de, onun acıklı ve ibret verici yazgısının her satırını biliyordu. İbn Sina tıp ve kelam ilimlerinde onu kendi devamcısı olarak görüyor, ispatlarının gücüne hayranlık duyuyordu; eleştirdiği tek nokta, fikirlerini fazla yüksek sesle ve çok dobra dobra açıklamasıydı. Cabir, bu kusuru yüzünden birçok kez hapse atılmış ve üç kez de meydan dayağına çekilmişti; bunların sonuncusunda, Semerkant’ın Büyük Meydan’ında öküz sinirinden yapılmış kamçı, tüm yakınlarının huzurunda, tam yüz elli kez inmişti bedenine. Bu aşağılayıcı cezanın ardından bir daha kendini toparlayamamıştı. Gözü karalığı ne zaman meczupluğa dönmüştü acaba? Kuşkusuz karısı öldüğünde. Artık üstü başı lime lime, ayakları birbirine dolaşarak ve küfürler ederek, zındıkça zırvalar haykırarak arşınlıyordu sokakları. Kahkahalarla el çırpan çocuk sürüleri peşini bırakmıyor, attıkları sivri taşlarla yaralıyorlardı onu, bazen gözlerinden yaşlar akacak kadar çok yanıyordu cani.

Ömer sahneyi izlerken düşünmeden edemedi: “Dikkat etmezsem, ben de böyle tükenip enkaza döneceğim.” Ayyaşlıktan korkmuyordu, kendini kolay kolay kaptırıp koyvermeyeceğini bilirdi çünkü, şarapla aralarında karşılıklı bir saygı oluşmuştu, ne şarap onu yere serer, ne o şarabı döküp saçardı yerlere. Asıl çekindiği kalabalıklardı, kalabalıkların içindeki özsaygı duvarını yıkmasıydı…

Bu çökmüş, yere serilip etrafı kuşatılmış adami seyrettikçe kendini tehdit altında hissediyor, yolunu çevirip oradan uzaklaşmak istiyordu. Ama İbn Sina’nın bir yakınını da bu güruhun insafına terk edemeyeceğini biliyordu. Ağır ve oturaklı üç adım attı, son derece rahat bir tavır takınıp hâkim bir el hareketinin eşlik ettiği tok ve kararlı bir sesle: Bırakın şu zavallıyı gitsin, dedi. Çetenin başını çeken adam o sırada Cabir’in üzerine eğilmiş durumdaydı; doğruldu, burnunu başkalarının işine sokan bu davetsiz misafirin karşısına gelip dikildi. Sakalının altında sağ kulağından çenesinin ucuna kadar uzanan derin bir bıçak yarası görülüyordu ve yüzünün bu oyuk tarafını karşısındakine dönüp bir hüküm açıklar gibi konuştu: Bu adam sarhoşun, zındığın, feylesofun teki!

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Doğu’dan Uzakta ~ Amin MaaloufDoğu’dan Uzakta

    Doğu’dan Uzakta

    Amin Maalouf

    Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un uzun bir aradan sonra merakla beklenen yeni romanı Doğu’dan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasız kıskacında terk ettikleri yurtlarına...

  2. Afrikalı Leo ~ Amin Maalouf Afrikalı Leo

    Afrikalı Leo

    Amin Maalouf

    Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bri yaşamöyküsü: “Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği” Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namıdiğer...

  3. Ölümcül Kimlikler ~ Amin MaaloufÖlümcül Kimlikler

    Ölümcül Kimlikler

    Amin Maalouf

    ‘Bana içimin derinliğinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğarken ebediyen belirlenen ve...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Gece Kuzgun ve Ölüm ~ Dean R. KoontzGece Kuzgun ve Ölüm

    Gece Kuzgun ve Ölüm

    Dean R. Koontz

    Uzun yıllar önce Alton Turner Blackwood adlı katilin yolu küçük bir kasabaya düşer ve otuz üç gün arayla dört aileyi vahşice katleder. Bu cinayetlerden...

  2. Çatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap ~ V.C. AndrewsÇatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap

    Çatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap

    V.C. Andrews

    Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü, ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikayetçi olmadığını açıklıyor. Kitaplarının konusunu gerçek...

  3. Son Av ~ Jean Christophe GrangeSon Av

    Son Av

    Jean Christophe Grange

    KARA ORMAN’DA SON AV BAŞLADI… ARDINDA HİÇBİR İZ BIRAKMAYAN AVCI KİM? Komiser Niémans, yardımcısı Ivana Bogdović’le Alsace bölgesinde işlenen vahşi bir cinayeti çözmeye gider....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur