Ruhlar Evi ve Eva Luna’nın yazarı Isabel Allende, ABD’de geçen bu romanında ilk kez Amerikalıları anlatıyor. California’nın “İspanyol” dünyasında geçen Sonsuz Düzen, Gregory Reeves’in aşkı arayışının ve yoksulluk içinde geçmiş sorunlu çocukluğuyla barışmak için verdiği mücadelenin soluk kesici öyküsü. Gregory’nin yaşam serüvenini okurken, onun sokak çeteleri ve Vietnam Savaşı’nın acımasızlığı karşısındaki var olma savaşımının içinde buluyoruz kendimizi.
San Francisco’da avukatlık yapan Gregory, olmadık kadınlarla aşklar yaşar, kendini içkiye verir, çocuklarını ihmal eder. Bu aldatıcı maceranın içinde yitip gidecek midir? Allende, Sonsuz Düzen’de büyüleyici bir Amerika portresi çizerken, tek bir insanın öyküsünü bir yalnızlık, aşk, ihanetler ve bozgunlar destanına dönüştürüyor. Gregory’nin özel “sonsuz düzen”inden yola çıkarak hemen her toplumda yaşanan yaşam kargaşasını anlatıyor.
BiRiNCi BÖLÜM
Batının yollarında, hiç acele etmeden ve zorunlu bir yol izlemeden, ya bir anlık bir kaprise göre, ya bir kuş sürüsünün uyarıcı işaretine bakıp, ya da tanımadıkları bir yer adının büyüsüne kapılıp güzergâh değiştirerek ilerliyorlardı. Reeves ailesi, yorgunluğun ansızın karşılarına çıkıverdiği zamanlarda, ya da elle tutulmaz metalarından satın almaya hevesli biriyle karşılaştıklarında ara veriyordu bu başıboş yolculuğuna. Umut satıyorlardı. Böylece çölün içinde bir o yana bir bu yana dolaştıktan sonra dağları aşmışlar, bir sabah günün ilk ışıklarını Büyük Okyanus’un bir kumsalında görmüşlerdi. Gregory Reeves, aradan kırk küsur yıl geçtikten sonra, yaşamını gözden geçirip günahlarıyla sevaplarının bir hesabını çıkararak uzun uzun itirafta bulunduğu bir sırada, en eski anısını anlatmıştı bana: gurup vakti bir tepenin üzerinde işeyen dört yaşında bir çocuk, yani o, kendisi, güneşin son ışıkları ufku kızıla ve amber rengine boyamış, arkasında dağların sivri dorukları, daha aşağıda da göz alabildiğine uzanan geniş bir düzlük.
O sıcacık sıvı, sanki bedeninin ve ruhunun özüymüş gibi akıyor, her bir damlası, toprağa gömülürken, bulunduğu yere kendi işaretini birakıyor. Aldığı zevk sürüp gidiyor, fışkıran sıvıyla oynayarak tozlu zeminin üzerine topaz renkli bir halka çiziyor, akşamın el değmemiş huzurunu ta içinde duyuyor, dünyanın uçsuz bucaksızlığı karşısında bir iyimserlik duygusu sarıyor içini, çünkü o kendisi de, bu tertemiz ve harikalarla dolu manzaranın, keşfedilmeyi bekleyen bu ölçülere sığmaz coğrafyanın bir parçası. Az ötede ailesi bekliyor onu. Her şey yolunda, ilk olarak mutluluğun bilincine varıyor; hiç unutamayacağı bir an bu. Gregory Reeves, hayatın sürprizleri karşısında bu hayranlığı, böyle muhteşem bir yere ait olmanın verdiği bu duyguyu ömrü boyunca pek çok kez duymuştu içinde; ayaklarının dibinde çöreklenmiş duran yılanıyla, Mesihvari bir heyecanla tutuşarak bağıra bağıra vaaz veren babasının da dediği gibi, her şeyin mümkün olduğu ve en yücesinden en korkuncuna kadar her bir şeyin bir var olma nedeninin bulunduğu, hiçbir şeyin bir rastlantıyla oluşmadığı ve hiçbir şeyin yararsız olmadığı harikulade bir yere ait olma duygusuydu bu. Ve içinde böyle bir algılama kıvılcımının yandığı her defasında, tepedeki o gurup vaktini anımsıyordu. Çocukluğu, ailesiyle birlikte yolculuk ettiği o yıllar dışında, şaşkınlık ve belirsizliklerle dolu, alabildiğine uzun bir dönem olmuştu.
Babası Charles Reeves, hepsinin bir arada olduğu ve her birinin görevlerini yerine getirdiği bu küçük klanı, ödül ve ceza, neden ve sonuç biçiminde değişmez değerler ölçeğine dayalı bir disiplin içinde, katı ve belirgin kurallara göre yönetiyordu. Baba, tıpkı Tanrı’nın gözü gibi gözetiyordu onları. Bu yolculuklar belirliyordu Reeveslerin değişmez hayat akışını, çünkü alışılmış işlerle kurallar kesindi. Gregory’nin kendini güvende hissettiği tek dönem olmuştu bu. Öfke daha sonra göstermişti kendini, baba yok olup gerçekler onarılamaz biçimde bozulmaya başladığında. Asker, sırtında çantasıyla sabahleyin başlamıştı yürümeye ve öğle sonrasında, otobüse binmediğine pişman olmuştu.
Mutluluktan ıslık çalarak çıkmıştı yola, ama saatler geçtikçe beli ağrımış, söylediği şarkıya küfürler karışmıştı. Pasifik’te bir yıllık görevden sonra ilk izniydi bu, karnında bir yara izi ve geçirdiği bir sıtma nöbetinin kötü anılarıyla, her zamanki kadar yoksul bir halde köyüne dönüyordu. Gömleğini gölge olsun diye bir dalın ucuna geçirmiş taşıyor, ter içindeki cildi koyu renk bir ayna gibi parlıyordu. İki haftalık bir özgürlüğün her ânından yararlanmaya, gecelerini arkadaşlarıyla bilardo oynayarak ve mektuplarını yanıtlayan kızlarla dans ederek geçirmeye, canı istediği kadar uyumaya, filtre edilmiş taze kahvenin ve anasının yaptığı gözlemelerin kokusuyla uyanmaya niyetleniyordu; annesinin mutfağındaki tek iştah açıcı yiyecekti bu, çünkü geri kalanı yanık lastik gibi kokuyordu, ama yüz millik çevrenin bu en güzel kadınının, heykel gibi uzun kemikli, sarı leopar gözlü bu canlı efsanenin yemek pişirme yeteneği kimi ilgilendirebilirdi ki?
Bu ıssız yerlerden tek bir Allahın kulu geçmeyeli çok olmuştu; o sırada arkasından bir motorun hırıltısını duydu ve ışığın yansımasından oluşmuş serap gibi titreyen bir kamyonun belirsiz siluetini ta uzaklarda seçebildi. Kendisini almasını istemek için yaklaşmasını bekledi, ama yakına geldiğinde, beklenmedik görüntüsü karşısında düşüncesini değiştirdi; göz alıcı renklere boyanmış bu hurda kamyona bir yığın ev eşyası tepeleme yüklenmiş, en üstüne de bir tavuk kafesi konmuş, tepesine de ipe bağlı bir köpek oturtulmuştu, çatısının üstünde ise bir megafon ve üzerine koca koca harflerle Sonsuz Düzen yazılı bir tabela görünüyordu. Geçip gitsin diye kenara çekildi ama birkaç metre ilerde durduğunu gördü; saçları domates renginde bir kadın pencereden başını uzatmış, onu götürmek için işaret ediyordu. Sevinmesi mi gerektiğini bilemedi, üç büyükle iki çocuğun tıkış tıkış oturdukları yere sığamayacağını, arkaya tırmanmak için de akrobatlık becerisi gerektiğini hesaplayarak ihtiyatla yanaştı. Kapı açılmış, şoför yere atlamıştı. “Charles Reeves,” diye tanıttı kendini, nezaketle, ama belirgin derecede otoriter bir tavırla. “Benedict… efendim… King Benedict,” diye karşılık verdi genç adam, alnının terini silerek. “Gördüğünüz gibi biraz sıkışık gidiyoruz, ama beş kişinin sığdığı yere altı kişi de sığar.” Öteki yolcular da aşağı indiler, kabarık kızıl saçlı kadın, arkasında vakit kazanmak için donunu indirerek yürüyen altı yaşlarında bir kız çocuğuyla çalılıklara doğru uzaklaştı, bu arada daha küçük olan oğlan çocuk da, öteki kadın yolcunun arkasına yarı gizlenmiş, yabancıya dilini çıkarıyordu. Charles Reeves, kamyonun kenarından bir merdiven çıkardı, çevik bir hareketle yükün üzerine tırmanıp köpeği çözdü, hayvan bir sıçrayışta yere atlayarak, çalıları koklaya koklaya oraya buraya koşmaya başladı. yavru, ama yaşlı bir hayvan gibi kötü alışkanlıkları var,” diye kararını belirtti Charles Reeves, yukarı çıkmasını işaret ederek.
Asker, sırt çantasını eşya yığınının tepesine firlattı, sonra Reeves’in başının üzerine kaldırdığı küçük çocuğu almak üzere kollarını uzattı; bütün dişlerini gösteren dayanılmaz gülüşüyle kepçe kulaklı, siska bir çocuktu. Kadınla küçük kız da gelip arkaya tırmandılar, öbür ikisi öne bindiler ve az sonra kamyon yola koyuldu. “Benim adım Olga, bunlar da Judy ile Gregory,” diye kendini tanıttı saçları yatışmak bilmez kadın, bir yandan da eteklerini yaymış, elmayla peksimet dağıtıyordu. “O kutunun üstüne oturmayın, onun içinde boa yılanı var, hava deliklerini kapatmamak gerekiyor,” diye ekledi. Küçük Gregory, yolcunun savaştan geldiğini öğrenir öğrenmez ona dilini çıkarmaktan vazgeçmişti; bu alaycı yüz hareketlerinin yerini saygılı bir ifade almış, uykusuzluğa yenik düşene kadar, onu savaş uçakları hakkında sorguya çekmeye koyulmuştu. Asker, kızıl saçlıyla sohbet etmeye yeltendi, ama kadın tek heceli sözcüklerle yanıt vermeye başlayınca üstelemeye cesaret edemedi. Esrarengiz kutuya gözünün ucuyla bakarak, kendi köyünden türküler mırıldanmaya koyuldu, sonunda ötekiler yüklerin üzerinde uyuyakalınca onları istediği gibi gözlemleyebildi. Çocukların saçları neredeyse beyazdı, gözleri de öyle açık renkti ki yandan bakıldığında kör gibi duruyorlardı, oysa kadının teni, bazı Akdeniz ırklarında olduğu gibi zeytuni bir renkteydi. Bluzunun üst düğmeleri açıktı, ter damlaları göğsünü ıslatarak, memelerinin arasından ip gibi ağır ağır süzülüyordu. Başını sandıklardan birine dayamak için bir kolunu kaldırmıştı, koltuk altında siyah kıllarla kumaşta ıslak bir leke görünüyordu. Asker, ona bakarken yakalanmaktan ve bu merakını kadının kötüye yormasından çekinerek gözlerini kaçırdı; bu insanların o zamana kadar kendisine nazik davrandıklarını, hem de aşırı nezaket gösterdiklerini düşünüyordu, ama beyazlara hiç güven olmazdı. Çocukların, öteki çiftin olabilecekleri kanısına vardı, gerçi göründüğü kadarıyla Reeveslerin yaşlarına bakılırsa torunları da olabilirlerdi ya. Yüklerini gözden geçirdi ve bu insanların, başlangıçta tahmin ettiği gibi ev taşımakta olmadıkları, sürekli konutları içinde yolculuk ettikleri sonucuna vardı. Birkaç galonluk bir su bidonuyla bir de yakıt bidonu taşıdıkları dikkatini çekmiş, savaş yüzünden uzun süreden beri karneye bağlanmış olan benzini nereden bulduklarını merak etmişti. Her şey titizce bir düzen içindeydi, kancalar ve çengellerden mutfak eşyaları ve alet edevat sarkıyordu, valizler ise tam kendi büyüklüklerindeki bölmelere yerleştirilmiş, açıkta hiçbir şey kalmamıştı, her bir denk işaretlenmişti, içlerinde pek çok kitap kutusu da vardı.
Çok geçmeden sıcaktan ve yolculuğun eziyetinden bitkin bir hale gelerek, tavuk kafesine yaslanıp uyuyakaldı. Öğleden sonra bir ara durduklarını hissederek uyandı. Bacaklarının üzerindeki çocuğun ağırlığı neredeyse hiç duyulmuyordu, ama hareketsizlikten kasları uyuşmuş, gırtlağı da kurumuştu. Birkaç saniye nerede olduğunu bilemedi, elini pantolonunun cebine atip viski matarasını çıkardı, aklını başına toplayabilmek için büyük bir yudum içti. Kadınla çocuklar toz toprak içindeydiler, yanaklarından ve boyunlarından akan terler çizgi çizgi izler bırakıyordu. Charles Reeves kamyonu yolun dışına çıkarmıştı; o ıssız yerdeki tek gölgeliği oluşturan birkaç ağacın altındaydılar şimdi, motorun soğuması için orada konaklayacaklarını, ama ertesi gün kendisini evine kadar götürebileceklerini anlatıyordu ona; artık içine su serpilmiş, bu acayip aile canayakın görünmeye başlamıştı. Reeves’le Olga, kamyondan birkaç denk indirerek eski püskü iki çadır kurdular, o arada, kendini Nora Reeves olarak tanıtan öteki kadın da, kızı Judy’nin yardımıyla, hantal bir kerosen ocağında yemek pişirmekle uğraşıyor, çocuk ise, bacaklarının arasında dolanan köpekle birlikte, ateş yakmak için çalı çırpı topluyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSonsuz Düzen
- Sayfa Sayısı388
- YazarIsabel Allende
- ISBN9789755104577
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Dertli Pazartesi! ~ Kurt Vonnegut
Şampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Dertli Pazartesi!
Kurt Vonnegut
GELİN GÖRÜN,SİZ DE AKLINIZIKAÇIRACAKSINIZ! Amerika’yı, insanların gerçek hayattan bu kadar uzak olduğu, tehlikeli ve mutsuz bir ülke yapan şeyi anlayınca, hikaye anlatmayı bırakmaya karar...
- Gömülü Şamdan ~ Stefan Zweig
Gömülü Şamdan
Stefan Zweig
Süleyman’ın tapınağından çıkan, Yahudilerin kutsal emaneti yedi kollu şamdanın 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandalların eline geçmesi, kentin Yahudi cemaatinde şok etkisi yaratır. Cemaatin yaşlıları,...
- Deniz Kurdu ~ Jack London
Deniz Kurdu
Jack London
Jack London’ın roman kişileri, insan ile doğa arasında bir zanıanlarki birlikteliği arar, onun izlerini bulur, içlerindeki doğaya çarpar, onu yüzeye çıkartabildikleri ölçüde vahşileşir, insanlıklarından...