O gün hayatın cömert olabileceğinin ilk kez bilincine vamıştım. Yokluğu bir nimet, cimriliği bir erdem olarak gören büyükbabamla ya da ailenin öteki üyelerinden biriyle böyle deneyimi asla yaşayamazdım. Paula, Isabel Allende’nin diğer kitaplarından farklı; daha duygusal, daha kişisel bir kitap. Şilili yazar Sonsuz Düzen adlı romanının tanıtımı için İspanya’da bulunduğu sırada, orada yaşamakta olan yeni evli kızı Paula ağır bir hastalıkla hastaneye kaldırılır ve bitkisel hayata girer. Isabel Allende, biricik kızının başucunda hastalık sürecini kaygıyla izlerken, bir gün iyileşeceğini umduğu kızına okutmak amacıyla ailesinin ve kendi yaşamının kesitlerini bir deftere yazmaya koyulur.
Kızı bir yıla yakın bitkisel hayatta kalır ve sonunda yazarın tuttuğu bu notlar, yaşamının en gizli köşelerini açığa çıkaran tutku dolu bir kitaba dönüşür. Şili’de Pinochet döneminin başlayışı, Başkan Salvador Allende’nin intiharı, ülkeyi kasıp kavuran dikta yönetimi, aşklar, acılar, bir kadın duyarlığıyla öylesine ustaca işlenmiştir ki kitap o gün bu gün dünyanın dört bir yanında büyük okur kitlelerinin başucu kitabı olmuştur.
1991’in Aralık ayında, kızım Paula, ağır bir hastalıkla yatağa düştü, kısa bir süre sonra da komaya girdi. Bu sayfalar,
Madrid’deki bir hastanenin koridorlarında ve aylarca yaşadığım bir otel odasında geçmek bilmez saatler boyunca,
ayrıca 1992 yazı ve sonbaharında, California’daki evimizde, onun yatağının yanı başında yazıldı.
Birinci bölüm
Aralık 1991 – Mayıs 1992
Dinle Paula, uyandığında aklın fazla karışmasın diye sana bir öykü anlatacağım. Ailemizin serüveni, geçen yüzyılın başlarında, iriyarı bir Bask denizcisinin, kafası büyük tasarılarla dopdolu olarak, boynunda annesinin onu tehlikelerden koruyan muskasıyla Şili kıyılarında bir gemiden inip karaya ayak basmasıyla başlar, ama o kadar gerilere gitmeye ne gerek var, bu denizcinin torunlarının, coşkulu kadınlar ve çalışacak bilek gücüyle duygulu yüreklere sahip erkeklerden oluşan bir ırk olduğunu söylemek yeterli. Bunların öfkeli yaradılışta olan bazıları, ağızlarından köpükler saçarak ölmüşler, ama belki de ölüm nedenleri, kimi dedikoducuların söyledikleri gibi kuduz değildi de yöresel bir salgın hastalıktı.
Başkentin yakınlarında, zamanla değer kazanan topraklar satın almışlar, incelip yol yordam öğrenmişler, ağaçlıklı parklar içine malikâneler dikerek, kızlarını varlıklı Kreollerle1 evlendirip çocuklarını din eğitimi veren disiplinli okullarda eğitmişler ve böylece, yıllar akıp gittikçe, büyük toprak ağalarından oluşan ve bir yüzyıldan fazla sürüp giden gururlu bir aristokrasinin üyeleri olmuşlardı, ta ki modernizm rüzgârları iktidara onların yerine teknokratlarla tüccarları geçirene kadar. İşte onlardan biri, benim büyükbabamdı. Varlıklı bir evde doğmuş, ama babası, nereden geldiği bilinmeyen bir tüfek kurşunuyla vakitsiz ölmüştü; o uğursuz gece olan bitenlerin ayrıntıları hiçbir zaman ortalığa yayılmamıştı, belki bir düelloydu, belki de bir intikam ya da aşk kazası, her ne olmuşsa olmuş, ailesi on parasız kalmış, büyükbabamın da en büyük evlat olması nedeniyle okulu bırakıp annesine bakmak ve küçük kardeşlerini okutmak için bir iş araması gerekmişti. Çok sonraları, önünde herkesin şapka çıkardığı zengin bir beyefendi olduğunda, yoksulluğun en kötüsünün kılık kıyafet yoksulluğu olduğunu itiraf etmişti bana, çünkü bunu belli etmemek gerekiyordu.
Üstüne uydurulmuş babasının giysisiyle tertemiz dolaşırdı, gömleğinin yakaları kaskatı, kumaşın yıpranmışlığı belli olmasın diye giysisi kalıp gibi ütülü olurdu. O yokluk dönemi, karakterini yumuşatmıştı, yaşamın yalnızca iş ve alın terinden oluştuğunu sanıyor, onurlu bir insanın bu dünyada başkalarına yardım etmeden yaşayamayacağına inanıyordu. O sert yüz ifadesi ve dürüstlük, ta o zamanlar onun özelliklerini oluşturmuştu, atalarının yapıldığı aynı taş gibi sert maddeden yapılmıştı o da ve onların pek çoğu gibi ayakları sağlam toprağa basıyor, ama ruhunun bir bölümü, hayallerin uçurumuna doğru kaçıp gidiyordu. İşte bu yüzden anneanneme vuruldu; on iki çocuklu bir ailenin en küçüğüydü o; hepsi de deli denecek kadar acayip ve harika insanlardı; örneğin Teresa’nın, hayatının sonlarında adeta azize olup kanatları çıkmaya başlamış, öldüğünde de Japon Parkı’ndaki gül fidanlarının tümü bir gecede kurumuştu; hergele ve büyük zampara Ambrosio ise, cömertlik damarları kabardığında, giysilerini yoksullara vermek için sokağın ortasında soyunurdu. Anneannemin, geleceği haber verme, başkalarının aklından geçenleri okuma, hayvanlarla konuşma ve bir bakışıyla eşyaları yerinden oynatma yeteneği üzerine anlatılanları dinleyerek büyüdüm ben. Bir keresinde bir bilardo masasının salonda nasıl yer değiştirdiğini anlatırlardı, ama doğrusu onun bakışları önünde hareket ettiğini gördüğüm tek şey, çay saatinde masanın üzerinde başıboş dolaşmayı âdet edinmiş önemsiz bir şekerlikti.
Onun bu yetileri biraz da kaygı uyandırıyor, genç kızın bütün çekiciliğine rağmen, olası talipleri onun yanında korkuya kapılıyorlardı; ama büyükbabam için telepati ve telekinezi masum eğlencelerdi ve evlenmeye hiçbir zaman ciddi bir engel oluşturmuyordu; onu tasalandıran tek şey aralarındaki yaş farkıydı; kız kendisinden çok küçüktü, onu ilk tanıdığında daha bebekleriyle oynuyor, kirli bir küçük yastığı kucaklayarak dolaşıyordu. Onu küçük bir kız olarak o kadar çok görmüştü ki, günün birinde üzerinde uzun bir giysiyle ve saçları tepesine toplanmış olarak görene kadar içindeki tutkunun farkına varamadı; o zaman da yıllarca içinde taşıdığı bu aşk onu öyle bir çekingenlik krizine itmişti ki, kızı bir daha ziyaret edemez oldu. Büyükbabam kendi duygularının yumağını henüz çözemeden onun bu ruh halinin farkına varan anneannem, ona bir mektup yolladı, yaşamlarının kritik anlarında ona yazacağı daha pek çok mektubun ilkiydi bu. Zemin yoklayan, parfüm kokulu bir mektup değil, defter kâğıdına kurşunkalemle yazılmış ve hiç girizgâh yapmadan, kocası olmayı isteyip istemediğini, yanıtı olumlu ise bunun ne zaman olacağını soran kısa bir tezkereydi. Aylar sonra evlilik gerçekleşti. Gelin, fildişi renginde dantelden giysisi içinde, topuzuna dolanmış balmumundan yapılma karmakarışık portakal çiçekleriyle, başka dönemlerden kalma bir hayal gibi duruyordu mihrabın önünde; görür görmez, onu ömrünün sonuna kadar inatla seveceğine karar vermişti büyükbabam. Bu çift, benim için her zaman Tata ile Memé olmuştu. Onların çocukları arasında yalnızca annem bu öyküyle ilgili, çünkü klanın geri kalanını anlatmaya başlayacak olsam asla sonunu getiremeyiz, üstelik hâlâ hayatta olanlar çok uzaktalar; sürgün böyledir işte, insanları dört bir yana savurur, sonra da dağılanları yeniden bir araya getirmek çok zor olur. Annem, iki dünya savaşı arasında, yirmili yıllarda bir ilkbahar günü doğmuş; formol dolu kavanozlarda saklamak üzere fare avlamak için evin tavan arasında koşturan erkek kardeşlerine katılmaya yanaşmayan, duygulu bir çocukmuş. Gizemli kadınlarla dolu bu ailede o zamana kadar görülenlerin en güzeli diye ün salıp romantik kitaplar ve hayır işleriyle oyalanarak, evinin ve okulun duvarları arasında koruma altında büyümüş.
Daha ergenlik çağından başlayarak, çevresinde atsineği gibi dönen pek çok âşığı olmuş, babası onları kızından uzak tutar, annesi ise Tarot kartlarıyla incelermiş, ta ki bu masum cilveleşmeler, öteki rakipleri zahmetsizce yok edip ruhunu kaygıya boğan, yetenekli ve kendisine uygun olmayan bir erkek çıkagelene kadar. Senin büyükbaban Tomás’tı bu erkek ve sisler arasında yok olup gitti, adını da sırf sen de onun kanından bir parça taşıyorsun diye anıyorum Paula, başka hiçbir nedenle değil. Keskin zekâlı ve sivri dilli bu adam, o taşra toplumu için fazlasıyla zeki ve vurdumduymaz, o zamanların Santiagosu’nda garip bir kuşmuş. Karanlık geçmişinden söz ediliyor, Masonluğa üye ve dolayısıyla Kilise’nin düşmanı olduğu, gayrımeşru bir oğlunu gizlediği söylentileri dolaşıyormuş ortalarda, ama Tata bunların hiçbirini kızını vazgeçirmek için bir silah olarak kullanamamış, çünkü elinde kanıt yokmuş; başkasının adını asılsız yere lekeleyebilecek bir kimse değildi büyükbabam.
O zamanlar Şili, bir milföy pastası gibiydi –bir bakıma hâlâ da öyledir ya–, Hindistan’dakinden daha fazla kast vardı ve insanların her birini yerli yerine oturtacak aşağılayıcı bir sıfat bulunurdu: cebi delik, züppe, sonradan görme, kibarlık budalası ve daha insaflılarına varana kadar pek çok başka sıfat. İnsanları doğumları belirlerdi; sosyal hiyerarşide aşağı inmek kolaydı, ama yukarı çıkmak için para, şöhret ya da yetenek yeterli değildi, birkaç kuşaktan gelen bir çabaya gereksinim vardı. Onurlu sülalesi Tomás’ın lehine ağır basıyordu, her ne kadar Tata’nın gözünde kuşkulu bir siyasi geçmişi olsa da. Özel mülk, tutucu ahlak ve patronların egemenliğine karşı nutuklar atan, Sosyalist Parti’nin kurucusu bir Salvador Allende adı, daha o zamanlar kulaklara aşinaydı. Tomás da, o genç milletvekilinin kuzeniydi.
Bak Paula, bende burada Tata’nın bir resmi var. Sert yüz çizgileri, açık renk gözleri olan, çerçevesiz gözlüklü ve siyah bereli bu adam, senin büyük büyükbaban. Fotoğrafta, bastonuna dayanmış olarak oturur pozda görünüyor, yanında da sağ dizine dayanmış duran, bayram giysileri içinde üç yaşında bir kız çocuğu var, tıpkı minyatür bir balerin gibi zarif, baygın gözlerle kameraya bakıyor. O sensin, arkada da annemle ben varız, iskemle karnımı gizliyor, erkek kardeşin Nicolás’a hamileydim o zaman. Yaşlı adam, tam önden görünüyor ve gururlu duruşu dikkat çekiyor, kendi kendini yetiştirmiş, yolunda dümdüz yürümüş ve artık hayattan başka bir şey istemeyen birinin abartıya kaçmayan ağırbaşlılığı bu. Onu hep yaşlı olarak, ama ağzının iki kenarındaki iki derin çizgi dışında hemen hemen hiç kırışıksız, aslan yelesi gibi bembeyaz saçları ve sapsarı dişlerini gösteren sert gülüşüyle anımsıyorum. Ömrünün sonlarında zorlukla kımıldayabiliyordu, ama kadınları selamlamak ve uğurlamak için zahmetle ayağa kalkar, bastonuna dayanarak,ziyaretçileri bahçe kapısına kadar geçirirdi. Elleri hoşuma giderdi, eğrilip bükülmüş meşe dalları gibiydiler, güçlü, boğum boğum; bir de boynundan hiç eksik etmediği ipek eşarbıyla İngiliz lavanta sabunu ve dezenfektan kokusu.
Kendi Stoacı felsefesini büyük bir cömertlikle çocuklarına telkin etmeye çalıştı durdu; ona göre, konforsuzluk sağlığa yararlı, kalorifer ise zararlıydı; basit besinleri ister –salçaların ya da karışık yemeklerin lafı bile olmazdı–, eğlenmeyi bayağı bulurdu. Sabahları soğuk bir duşa katlanırdı, ailede hiç kimsenin taklide yanaşmadığı, ömrünün sonlarına doğru çarpuk çurpuk bir ihtiyarcık olduğunda da, buz gibi suyun altında bir iskemleye oturarak gözünü kırpmadan yerine getirdiği bir âdetti bu. Etkileyici atasözleriyle konuşur, herhangi bir sorgulamaya başka sorularla yanıt verirdi, öyle ki onun ideolojisi hakkında pek fazla bir şey bilmiyorum, ama karakterini derinliğine öğrenmişimdir. Bu resimde kırk yaşının biraz üzerinde olan anneme dikkat et, kısa eteğiyle modaya uygun giyimi ve tıpkı arı kovanını andıran saçlarıyla ihtişamının doruğunda bulunuyor. Resimde gülüyor, kocaman yeşil gözleri de, siyah kaşlarının sivri uçlu kavislerinin altında iki çizgi gibi görünüyor. Ömrünün en mutlu dönemiydi o, çocuklarını yetiştirmişti, âşıktı ve dünyası ona hâlâ güvenli görünüyordu. Sana babamın da bir fotoğrafını göstermeyi isterdim, ama kırk yıldan fazla oluyor, hepsini yaktılar.
Nerelerdesin Paula? Uyandığında nasıl olacaksın? Aynı kadın mı olacaksın, yoksa iki yabancı gibi birbirimizi tanımayı öğrenmek zorunda mı kalacağız? Belleğin yerinde olacak mı, yoksa hayatının yirmi sekiz, benimkinin de kırk dokuz yılını sana sabırla anlatmam mı gerekecek?
Tanrı kızını korusun, diye zorlukla fısıldıyor Don Manuel, senin yanındaki yatakta yatan hasta. İki kez midesinden ameliyat olmuş, hâlâ da o illete ya da ölüme karşı savaşım veren yaşlı bir köylü. Kucağında çocuğuyla genç bir kadın da dün bana, Tanrı kızınızı korusun, dedi; senin durumunu öğrenmiş, bana umut vermek için hastaneye koşmuş. İki yıl önce bir porfiri1 krizi geçirip bir aydan fazla komada kalmış, normale dönmesi bir yıl sürmüş, ömrünün sonuna kadar kendine dikkat etmesi gerekiyormuş, ama artık çalışıyormuş, evlenmiş, çocuğu da olmuş. Koma halinin rüyasız bir uyku, insanın hayatında gizemli bir parantez gibi olduğunu yeminle söyledi bana. Artık ağlamayın hanımefendi, dedi, kızınız hiçbir şey hissetmiyor, buradan yürüyerek çıkacak, sonra da neler olup bittiğini anımsamayacaktır. Her sabah, yeni ayrıntıları soruşturmak için uzman hekimin peşinde, altıncı katın koridorlarını dolaşıyorum.
Senin hayatın bu adamın ellerinde ve ben ona güvenmiyorum, dalgın ve telaşlı, rüzgâr gibi geçip gidiyor, enzimler hakkında anlaşılmaz bilgiler ve senin hastalığınla ilgili makalelerin kopyalarını veriyor bana, onları okumaya çalışıyorum, ama bir şey anlamıyorum. Bilgisayarının istatistik verilerini ve laboratuvarının formüllerini çözümlemeye, senin bu yatağa gerilmiş bedeninden daha fazla ilgi duyuyora benziyor. Böyledir işte bu hastalık, kimileri krizi kısa sürede atlatır, kimileri de yoğun bir tedaviyle haftalar geçirir; daha önceleri hastalar ölüp gidiyordu, ama artık metabolizmaları yeniden işleyene kadar onları yaşatabiliyoruz, diyor bana, gözlerime bakmadan. Peki, eğer öyleyse yalnızca beklemek gerekiyor. Sen dayanırsan Paula, ben de dayanırım. Uyandığında, geçmişinin kırık parçalarını birbirine yapıştırmamız için aylar, belki de yıllar gerekecek; daha da iyisi, anılarını fantezilerine göre ısmarlama uydurabiliriz; şimdilik ben sana kendimi ve her ikimizin de ait olduğumuz bu ailenin öteki üyelerini anlatacağım, ama benden kesin bilgiler isteme, çünkü yanılgıya düşeceğim kesin, pek çok şeyi unutuyorum ya da değiştiriyorum; yerleri, tarihleri ve adları aklımda tutamıyorum, buna karşılık iyi bir öykü asla gözümden kaçmaz. Senin yanı başında oturup, bir ekranda kalp atışlarını belirten ışıklı çizgileri seyrederek, anneannemin büyülü yöntemleriyle seninle iletişim kurmaya çalışıyorum.
O burada olsaydı, benim mesajlarımı sana ulaştırabilir, seni bu dünyada tutmama yardımcı olurdu. Bilinçsizliğin kumulları arasında garip bir yolculuğa çıktın. Mademki beni duyamıyorsun, bu kadar söze ne gerek var? Belki de hiçbir zaman okuyamayacağın bu sayfalar ne için? Hayatım, anlattıkça oluşuyor, belleğim yazıyla sabitleşiyor; kâğıdın üzerine sözcükler halinde dökmediklerim, zamanla siliniyor. Bugün 8 Ocak 1992. On bir yıl önce böyle bir günde, Caracas’ta, büyükbabamla vedalaşmak üzere bir mektuba başlamıştım, arkasında yüzyıllık bir savaşımla son demlerini yaşıyordu. Sağlam kemikleri hâlâ dayanıyordu, oysa eşikten ona el sallayan Memé’nin peşinden gitmek için çoktandır hazırlamıştı kendini. Ben Şili’ye geri dönemiyordum; bu dünyadan huzurla çekip gidebileceğini, çünkü dostluğumuz boyunca bana anlatmış olduğu öykü hazinesinden hiçbir şeyin kaybolmayacağını, benim onların hiçbirini unutmamış olduğumu ona söylemek için, nefret ettiği telefonla onu rahatsız etmem de söz konusu olamazdı. Kısa bir süre sonra yaşlı adam öldü, ama öyküler beni tutsak etmişti, kendimi durduramadım, başkalarının sesleri benim aracılığımla konuşuyorlardı, bir yün yumağını açıyormuşum gibi bir duyguyla ve tıpkı şimdi yazdığım acelecilikle, trans halinde yazıyordum. O yılın sonunda, yelken bezinden bir torbanın içinde beş yüz sayfa birikmişti ve ben bunun artık bir mektup olmadığını anlamıştım, bunun üzerine bir kitap yazmış olduğumu çekine çekine aileme duyurdum.
Adı ne? diye sordu annem. Bir ad listesi yaptık, ama hiçbirinde karar kılamadık ve sonunda sen, Paula, bir karara varmak üzere yazı tura attın. Böylece ilk romanım olan Ruhlar Evi doğarak adı kondu, ben de vazgeçilemez bir kötü alışkanlık olan öykücülüğe başlamış oldum. O kitap hayatımı kurtardı benim. Yazı yazmak uzun bir iç hesaplaşmayı gerektiriyor, vicdanın en karanlık dehlizlerine doğru bir yolculuk, ağır bir meditasyon. Sessizlik içinde el yordamıyla yazıyorum ve yolumun üzerinde gerçeğin zerreciklerini keşfediyorum, bir avuca sığabilen ve benim bu dünyadan gelip geçişimi kanıtlayan küçücük kristaller. Yine bir 8 Ocak günü ikinci romanıma başladım, ondan sonra da bu uğurlu tarihi değiştirmeye artık cesaret edemedim, bir bakıma boş bir inançtan, ama aynı zamanda disiplin nedeniyle; bütün kitaplarıma bir 8 Ocak günü başladım. Son romanım olan Sonsuz Düzen’i bitireli aylar oluyor, o zamandan beri de kendimi bu güne hazırlıyorum. Her şey tamamdı: Konusu, adı, ilk cümlesi, ama o öyküyü henüz yazmayacağım, çünkü sen hastalandığından beri gücüm yalnızca senin yanında olmaya yetiyor, Paula. Bir aydır uyuyorsun, sana nasıl ulaşacağımı bilmiyorum, sana sesleniyorum, sesleniyorum, ama adın bu hastanenin çetin yollarında kaybolup gidiyor. Ruhum kumlardan boğulmuş bir halde; hüzün, bomboş bir çöl. Dua etmeyi bilmem, iki düşünceyi bir araya getirmeyi beceremiyorum ki başka bir kitabı yaratmaya girişebileyim. Korkumu yenmek için mantıksız bir çabayla bu sayfaların içinde dönüp duruyorum, bu karmakarışık şeye bir biçim verebilirsem sana da kendime de yardım edebileceğim düşüncesine kapılıyorum, titiz bir çalışmayla yazı yazmak bizim kurtuluşumuz olabilir. On bir yıl önce ölüme uğurlamak üzere büyükbabama bir mektup yazmıştım, bu 8 Ocak 1992’de de sana yazıyorum, Paula, seni yaşama geri döndürmek için. Şili dünyanın öbür ucunda olduğundan, o zamanlar hayatta yalnızca bir kez yapılabilan zahmetli bir yolculukla Tata, ailesini Avrupa’ya götürdüğünde, annem on sekiz yaşında göz kamaştırıcı bir genç kızmış. Kızını, kültür sahibi olsun, o arada da Tomás’a olan aşkını unutsun diye, İngiltere’de bir okula yerleştirmek niyetindeymiş, ama Hitler planlarını altüst etmiş ve İkinci Dünya Savaşı bir afet şiddetiyle patlak vererek, onları Côte d’Azur’de yakalamış.
Yaya olarak, at sırtında ya da bulabildikleri herhangi bir araçla kaçmakta olan insanlarla tıklım tıklım dolu yollardaki akıntıya karşı ilerleyerek, inanılmaz güçlüklerle Anvers’e varıp, rıhtımdan yola çıkan son Şili vapuruna binmeyi başarmışlar. Güvertelerle cankurtaran sandalları, eşyalarını –bazı durumlarda da servetlerini– onlara vizeleri altın fiyatına satan vicdansız konsolosların ellerine bırakarak kaçan onlarca Yahudi ailesi tarafından tutulmuşmuş. Yiyecek karneye bağlı olduğundan açlık çekerek, kamara bulunmadığı için de açık havada uyuyarak sığır sürüleri gibi yolculuk etmişler. Bu zahmetli deniz yolculuğu boyunca, Memé, yitirdikleri yuvaları ve geleceklerinin belirsizliği için gözyaşı döken kadınları avutmaya çalışıyor, o arada Tata da, göçmenler arasında bölüştürmek için mutfakta yiyecek, denizcilerle de battaniye pazarlığına girişiyormuş. İçlerinden, meslekten kürkçü olan bir tanesi, minnettarlığını belirtmek için Memé’ye şahane bir gri astragan manto hediye etmiş. Geceleri geminin ışıkları söndürülmüş olarak, gündüzleri de dua ederek, düşman denizaltılarının cirit attığı sularda haftalar boyunca seyretmişler, ta ki sonunda Atlantik Okyanusu’nu geride bırakıp sağsalim Şili’ye varana kadar.
Daha Valparaíso limanına yanaşır yanaşmaz uzaktan seçtikleri ilk şey, Tomás’ın, beyaz keten giysisi ve Panama şapkasıyla yanılgıya yer bırakmayan görüntüsü olmuş, işte o zaman Tata, kaderin gizemli emirlerine karşı koymanın beyhudeliğini anlamış ve hiç istemeyerek de olsa, düğüne razı olmuş. Tören, Vatikan elçisinin ve protokol dünyasının bazı şahsiyetlerinin de katılımıyla onun evinde yapılmış. Gelin, satenden sade bir giysi ve çevresine meydan okuyan bir eda içindeymiş; damadın nasıl olduğunu bilmiyorum, çünkü fotoğraf kesilmiş, ondan geriye yalnızca kolu kalmış bizlere. Tata, kızını, güllerden çağlayanlarla süslü bir mihrabın hazırlanmış olduğu salona götürdüğünde, merdivenin dibinde durmuş. “Henüz nedamet getirecek zaman var. Evlenme kızım, lütfen daha iyi düşün. Bana bir işaret yap, bu güruhu dağıtıp ziyafeti öksüzler yurduna göndermesi benden…” Annem, buz gibi bir bakışla karşılık vermiş. Tıpkı anneannemin bir ispritizma seansında uyarılmış olduğu gibi, annemle babamın evlilikleri daha en başından bir fiyasko olmuş. Annem, bu kez Tomás’ın Şili Büyükelçiliği’ne kâtip olarak atandığı Peru’ya doğru yola çıkmak üzere yeniden gemiye binmiş. İçlerinde çeyizinin ve bir sürü düğün hediyesinin bulunduğu yığınla ağır bavul götürmüş yanında, öyle çok porselen, kristal ve gümüş eşyası varmış ki, aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra hâlâ en umulmadık köşelerde rastlıyoruz onlara.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıPaula
- Sayfa Sayısı464
- YazarIsabel Allende
- ISBN9789755106663
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babalar ve Oğullar/ Turgenyev ~ İvan Sergeyeviç Turgenyev
Babalar ve Oğullar/ Turgenyev
İvan Sergeyeviç Turgenyev
Babalar ve Oğullar Turgenyev’in en büyük romanı olduğu kadar, Batılılaşmanın çelişkilerini yaşayan, devrimin eşiğindeki Rusya’nın ruhunu en derinden yakalayan romanlardan da biridir. Kitap 1862’de...
- Suç ve Bela Öyküleri ~ Emel Aslan
Suç ve Bela Öyküleri
Emel Aslan
“Hayatım boyunca iki şeyden kaçamadım: Suç ve bela…” Emel Aslan’ın suça fazlasıyla karışmış, belaya ziyadesiyle bulaşmış öyküleri, sürprizli sonlarıyla polisiyenin ne kadar tekinsiz bir...
- Çatal Dil ~ William Golding
Çatal Dil
William Golding
MÖ birinci yüzyılda kutsal Delphi şehrinin ünlü tapınağı zenginliğini ve dünyadaki nüfuzunu giderek yitirmektedir. Romalılar Yunan şehirlerine hâkim olmak üzeredir. Arieka adlı genç kız,...