Kaybettiği bebeğinin ardından hayata ve sevdiklerine tutunmaya çalışan Deniz kendi bulanık zihninde hapsolmuştur. Beklenmedik bir olay onu hayatına ve kocasına dair bildiği her şeyle yüzleştirecek, ilişkileri ağır bir sınavdan geçecektir. Eskisi Gibi Değil, “Artık tanımakta zorlandığınız bir kişiyi sevmeye devam edebilir misiniz?” sorusunu sorarken ana karakterlerini ve okuyucusunu sıra dışı bir yanıtla yüzleştiriyor. İdil Acar karakterlere ruh üflemeyi bildiğini daha ilk romanında gösteriyor.
*
1.Bölüm
“Bebek”
Yan odadan gelen kahkaha sesleri bütün doğum servisini çınlatırken Deniz, gözlerini jaluzilerden içeri dolan turuncu ışık hüzmelerine çevirdi. Gurup şimdi şehrin çirkin binalarının ardında kendini gösteriyordur, yansıyan ışık gökdelenlerin tepelerinde bir yangın görüntüsü yaratmıştır, diye geçirdi aklından. Ya kendi içindeki yangın? O da güneşin batmasıyla sona erecek olan bu değişken görüntüler gibi günden güne değişip sona erecek miydi? Benim yangınım da bir gün yerini serin akşam esintilerine bırakacak mı, yoksa her güzel gün batımını şimdiki gibi içim hınçla dolu, yüzüm öfkeyle alazlanır halde mi karşılayacağım, diye düşündü gözlerini kapatırken.
Gözlerini olabildiğince uzun süre kapalı tutmak belki uyku getirirdi, içeri girenler bir de bakarlardı ki Deniz uyumuş, damar yolu takılı eli yataktan aşağı düşmüş, gözleri kapalı, artık düşünmüyor. Yanına yaklaşır, üstüne eğilirlerdi bir isteği var mı diye sormak için. Yüzü onlara renksiz gelirdi belki. Yanağına dokunurlardı, seslenirlerdi, ama Deniz yanıt vermezdi. Anlarlardı ki Deniz ölmüş. Deniz kurtulmuş. Bu acıyı çekmeyecek. Bu hastaneden kolları boş çıkması gerekmeyecek. Bebek nasıl diye soranlara ne yanıt vereceğini düşünmeyecek. Ölünce her nereye gidiliyorsa orada bulacak henüz ismini koyamadığı bebeğini. Keşke kılı kırk yarıp her isme muhalefet etmek yerine bir isme karar verseydi. Şimdi nasıl seslenecek, nasıl bulacaktı bebeğini sonsuzlukta? Oraların bu dünya kadar kötü ve acımasız olmadığını düşünüyordu. Belki orada her annenin bir bebeği, her bebeğin bir annesi vardır diyordu kendi kendine. Peki kendi annesiz ve isimsiz küçük yavrusu nereye gitmişti? Korkmaz mıydı, ağlamaz mıydı bir başına? Şimdi yoktu işte, göçüp gitmişti. İstese de koyamazdı karton kutudaki küçük Bebek Kozan’a bir isim.
Gözlerini açtı. Ne ölmüştü ne uyuyabilmişti. Yan odanın karnavalı devam ediyordu. Onların doğumu henüz gerçekleşmemişti. Hiçbir şeyden habersiz oda süslüyorlardı. Göremiyordu, ama tahmin ediyordu. Kapıda pembe ya da mavi tülden bir kurdele vardır. Üstünde “hoş geldin bebek” yazısı. Odadan içeri girince bir masa, üzerinde bebek figürleri olan pahalı çikolatalar… Minik bardaklar, lohusa şerbeti koymak için. Her ziyaretçiye birer küçük hediye, anı olsun diye. Şimdilerde kedi köpek maması da veriyorlar hediye olarak. Hatta toprağa ekince ağaç çıkaran kurşun kalemlerden bile olabilir.
Kendisi de nazar boncuklu bileklikler dağıtacaktı aslında. Ne bebeğe değsin ne başkasına değsin bu Allah’ın belası nazar. Değmişti ama. Dağıtıp mahvetmişti her şeyi. Şimdi kendi süssüz püssüz, çikolatasız, kahkahasız odasına bakınca nazardan başka bir şey göremiyordu. Nazar sanki yağmur olmuş camlara vuracak, tavandaki sıvayla birlikte kucağına iniverecek gibi geldi. Gözleri dolmuş, burnu akmak üzereyken Mustafa’yı gördü.
“Uyuyabildin mi canım?”
Mustafa ağlamış, güzel kıyafetleri buruşmuş, sigaraya belki yeniden başlamıştı, ama yandakilerin umurunda mıydı sanki? Sahi kaç kişi vardı bu yan odada böyle? Bilmiyorlar mıydı hastane burası, bu kadar gürültü yapılmaz.
Mustafa şunlara söyle bağırmasınlar.” Sesini yan odaya duyurmak için iyice yükselterek, “Hastayım, uyuyamıyorum. Herkes kendileri gibi şenlik havasında değil.”
Mustafa bir şey söylemeden yan odayı dinledi. Gerçekten de gürültülüydüler. Tek gürültü yapan onlar değildi. Kattaki sekiz odanın diğer dördünden de ayrı birer tantana yükseliyordu. İki odanın bebekleri çoktan doğmuş ve yeni bebekler için oryantasyon başlamış, bir odada ziyaretçiler hangi dil olduğu anlaşılamayan bir dilde gümbür gümbür konuşuyorlardı. Bir diğer odanın üçüncü çocuğuydu gelen. Abla ve ağabeyin gürültüsünden bebeğin zayıf sesi işitilmiyordu bile. Yandakiler ise hazırlıkları bitirmek üzereydi. İki oda boştu, heyecanlı annelerle telaşlı babaları bekliyordu. Bir de Deniz’in odası. Deniz’in sessiz, hüzünlü odası…
Küçük karton kutuyu sabah Mustafa’ya verdiler. Mustafa şaşkınlıkla aldı hafif kutuyu, içindekine bakamadı. İçindeki 27 haftalık, 30 cm boyunda, 810 gram ağırlığındaydı. İsmi yoktu. Kutunun üstüne “Bebek Kozan” yazılmıştı. Ultrason görüntülerinden anlaşıldığı üzere Mustafa’ya benziyordu, ama yanakları Deniz’inki gibi topacık topacıktı. Öyle demişti kayınvalidesi. Şimdi karton kutunun içinde cansız yatıyordu. Kutu öyle hafifti ki eline alan içinde bir şey yok derdi. İçindeki şey çok önemsizmiş gibi kutuyla vermişlerdi zaten. Bir önemi yoktu. Arabanın bagajına koyup unutabilirdi. Üstüne birkaç battaniye, yastık atıp pikniklere bile gidebilirdi. Hiçbir ağırlığı ve önemi olmayan bu kutunun hayatlarında bir izi de olmazdı. Yine eskisiyle aynı olurdu her şey. Deniz de Mustafa da unuturdu… Sonra bir gün bakardı ki Deniz, arabanın bagajında bir kutu var. Bu nedir diye açardı kapağını. Sonra… Hayır, bu kutuyu derhal ortadan kaldırması gerekiyordu. Ne yapılırdı böyle bir kutuyla? 27 haftalık bebeklerin mezarı olmazdı herhalde. Nereye götürecekti, kime verecekti bu kutuyu?
Saat dokuza geliyordu. Kimselere haber vermeden götürdü kutuyu. Daha günün ilk çaylarını içen Ortaköy Mezarlığı çalışanlarının eline bıraktı. Yıkadılar, beze sarıp gömdüler. Ne büyük şans ki Büyükşehir Belediyesi’nin mezar ücretlerine indirim yaptığı bir zamanda gerçekleşti defin işlemleri. Sadece yüz lira, büyük kampanya! Namazı kılınmadı, küçük bebek için hızlıca birer dua okundu. Felak, Nas, Fatiha. Bebek Kozan böylece ayrıldı hiç görmediği dünyadan. İmam, kulağına usulca “İsim vermek gerek, ismi neydi sabinin?” dedi, ama Mustafa bir isim koyamadı kendi başına. Bir aile büyüğünün ismine niyet verdiler toprağa. İmamdan aile üyelerine dağıtmak üzere Yasin kitapçıkları aldı. Mustafa bunları Deniz’e anlatmadı. Aslında anlatmak için çok hazırlanmıştı yolda. “O kadar uzak değil, babam da orada yatıyor zaten. Yeri ferah, yakında ağaçlandırma da yapacaklarmış.” diyecekti. Hatta “İstediğin zaman gideriz. İstersen her gün gideriz, trafiği hiç yoğun değil. Sen düşünme.” de diyecekti, fakat Deniz hiçbir zaman bir şey sormadı. Belki gerçekten de düşünmüyordu.
Mustafa tüm işlemleri bitirip saat on iki olmadan dönmüştü hastaneye. Döndüğünde sabah ardında bıraktığı hengâmeyi yatışmış buldu. Deniz’in annesi de kendi annesi de artık ağlamıyorlardı. Hastaneden içeri girdiğinde uzaktan annesi Nükhet’i görmüş, fakat cenazeyle ilgili bir açıklama yapmak istemediği için varlığını fark ettirmeden asansörlere yönelmişti. Zaten annesi de kızı Hale’yi karşısına almış, abartılı el kol hareketleriyle azarlayıp duruyordu kızcağızı. Mustafa’nın derdi kendine yetiyordu, bir de onların gerginliğine ortak olmak istemedi, yukarı çıktı. Deniz’e kim bilir ne sakinleştiriciler verilmiş, gözleri kapalı öylece yatıyordu. Yatağın içinde ufalmıştı sanki. Mustafa koridordaki otomattan bir çay aldı, üfleye üfleye yatağın yanındaki refakatçi koltuğuna oturdu. Telefonuna gelen onlarca mesaja, aramaya baktı, yanıt vermedi.
Duyan herkes aramıştı. Bu kadar kişi nereden duymuş olabilirdi acaba? Bilseydi ki kayınvalidesi ve annesi gözyaşlarının ve fırlayan tansiyonlarının arasında bütün akrabalara ve eşe dosta naklen yayın yapıyorlar, bu kadar şaşırmazdı tabii ki. İki kadın da içlerindeki sıkıntıyı sanki bu şekilde atabilecekmişçesine akıllarına gelen herkesi arayıp haber vermişlerdi. “Deniz grip oldu.” demişlerdi telefonda. “Bebeğin anne karnında suyu tükenmiş, suni sancıyla doğum yaptı. Bebek ölü doğdu.” Bunları anlatmaya dilleri nasıl varmıştı acaba? Mustafa anlatamıyordu işte. Bebek şimdi Ortaköy Mezarlığı’nda diyemiyordu. Sanki birileri kızacak, “Küçücük çocuk orada bırakılır mı oğlum? Bu ne sorumsuzluk!” diyecek gibi geliyordu ona. Halbuki yapacak ne kalmıştı ki? Bildiği tek mezarlığa gömmüştü işte. Deniz uyanınca ona da haber verecekti ve hayatlarının bebek sayfası kapanıp gidecekti.
Deniz akşama kadar uyanmadı. Bu esnada doktor gelip geceyi hastanede geçirmesi gerektiğini söyledi. Bu kasvetli odaya giren bir anda aynı ruh haline bürünüveriyordu. Daha bir dakika önce dışarıdaki bankoda hemşirelerle şakalaşıp gülen doktor odaya girince ağırbaşlı bir ziyaretçiye dönmüştü. Taziyeye gelmiş gibi kısık sesle Mustafa’ya nasıl olduğunu sordu. Mustafa onun odadan çıkınca yine neşeleneceğini, hastalara takılıp yeni doğanları seveceğini biliyordu. Zaten bu doktoru güler yüzü için tercih etmişlerdi. Kendi kayıpları sanki sadece Deniz ve Mustafa’nın üstünü siyah bir tülle örtüyor gibiydi. Dışarıdan bakan herkes tülün içindekilere acıyordu. Sanki onlarla aynı şeyleri gerçekten hissedebilirlermiş gibi saygılı, mahzun bir ses tonuyla konuşuyorlardı. Hastabakıcılar, hemşireler, hatta annesi ve kız kardeşi bile. Herkes onlara bakıp bu güzel çiftin büyük bir talihsizlik yaşadığını düşünüyor olmalıydı. “Allah sıralı ölüm versin. Evlat kaybı en büyük acı.” diyorlardı içlerinden. Bu büyük acıyı kendileri çekmek zorunda kalmadıkları için şükrederek çıkıyorlardı odadan. Daha gelişimini bile tamamlayamamış bir bebeğin yokluğuyla bütün aileyi böylesine alt üst edeceğini aklının ucundan geçirmezdi. Mustafa’ya bundan sonra bütün hayatı böyle devam edecekmiş gibi geldi “Bir daha iyi bir şey olmayacak, her zaman bu yas ve mutsuzlukla yaşayacağız. Deniz’le ilişkimiz bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.” Nereden geldiğini anlayamadığı bu kötü fikir ürpertti Mustafa’yı. Sanki kendisi de grip oluyormuş gibi hissetti, içi üşüdü. Soğuyalı saatler olan çaya uzanırken Deniz’in gözlerini açtığını gördü.
“Ağrın var mı?”
“Var.”
“Neren ağrıyor?
Doktor çağırayım mı?”
“Saat kaç oldu? Gidiyor muyuz?”
“Yediye geliyor. Bu gece burada kalacağız. Gözlem altında tutulman gerekiyormuş. Sana yemek getirecekler. Canının istediği bir şey varsa alabilirim. Var mı?”
Deniz bu saçma sapan soruya anlam veremedi. Tatile mi gelmişlerdi buraya? Sabah bebeğinin öldüğünün farkında değildi herhalde. Tek istediği meme uçlarındaki tuhaf sızlamadan kurtulmaktı.
“Uyumak istiyorum.”
“Tamam, bir şeyler ye de uyu.”
“Nasıl uyuyayım Mustafa? Bu insanlar bağırıp dururken uyumak mümkün mü acaba? Burası nasıl hastane, görevli kimse yok mu!”
Deniz’in gitgide yükselen sesiyle sinen Mustafa kimsenin bağırmadığını söylemek istedi. En azından Deniz’den başka bağıran biri yok gibi görünüyordu. Yine de bu makul isteğe anlayış göstererek yerinden kalktı. Yan odanın kapısını çaldı. Hastaneye aynı gün içinde ikinci kez uğrayıp Deniz’in öfkesine hedef olan aileyi gördü. İçerideki pırıl pırıl yeşil gözleri olan kadın doğurdu doğuracaktı. Hep bir ağızdan konuşan eşi, annesi ve diğer iki genç kadına mutlulukla bebeği için hazırladığı hastane çıkış giysilerini gösteriyordu. Buruşuk gömlekli Mustafa’yı görünce merakla yüzüne baktı. Mustafa bu kadının bir saniye sonra kendi ölçüsüz mutluluk ve heyecanından pişman olacağını biliyordu. Kadın siyah tülü fark etmişti bile. Mahcup bir şekilde gözlerini kadının eşine çevirdi. Henüz ağzını açmamışken yandaki kasvetli ve süssüz odadan avaz avaz bir ses yükseldi:
“Hastanede nasıl davranacaklarını bilmiyorlarsa defolup gitsinler o zaman. Siktirip gitsinler. Çocuğum öldü benim. Kimsenin tantanasını çekemem! Duyuyor musunuz? Ahlâksızlar! Gidin başka yerde eğlenin!”
Doğum katı bir anda sessizliğe büründü. Sadece yeşil gözlü kadın ve ailesi değil, bütün odalardaki bütün aileler ve bebekler buz kesmiş gibiydi. Mustafa hıçkıra hıçkıra ağlayan Deniz’in yanına koşmadan önce mırıldanarak özür diledi odadakilerden. İki hemşire ve boş odalardan birinde camdan dışarıyı izlemekte olan Deniz’in annesi de odaya yönelmişti. Hemşireler çırpınarak ağlayan Deniz’e sakinleştirici verirken kayınvalidesi Filiz Hanım bebeğini kaybeden kızını nispet yaparcasına doğum katında tutmalarına kahrediyordu. Bu nasıl bir hastaneydi, bu nasıl bir yönetimdi, bebeği ölen bir insan sağlıklı doğum yapmış insanlarla aynı yerde tutulur muydu? Kızı yerden göğe kadar haklıydı. Ne kadar çok beklemişti ne uğraşmıştı bu bebek için. Bulantılar yüzünden tam beş ay sürünmüştü. Az daha işinden kovulacaktı. Hemşireler Filiz Hanım’ın gönlünü yapıp onaylama nezaketini gösterirken Mustafa’nın içini bir korku aldı. Ya yeşil gözlü kadın şimdi üzüntüden düşük yaparsa? Ya sebep olurlarsa? Deniz’in alışveriş merkezindeki en pahalı mağazadan hevesle alınmış hamile geceliğine gözü takıldı. Göğüs kısmı ıslanmıştı. Demek sütü gelecekmiş zaten diye düşündü. Sütü getirmek için hastaneden kiraladıkları pompaya da ne zahmetlerle buldukları yeni doğan bebekler için formüle edilmiş ithal mamalara da gerek yoktu. Gerçi artık süte de gerek yoktu. Yan odadakiler bu zavallı kadının feryatlarını doğum öncesi kötü bir işaret sayıp sessizce giderlerken Deniz derin bir uykuya daldı yine. Rüyasında çocuksuz, boş evinde bir sürü bebek kıyafeti yıkadığını gördü. Çoraplar, eldivenler, ağız mendilleri, çıtçıtlı tulumlar, fermuarlı tulumlar, şapkalar, pijamalar. Hepsini sabun tozuyla yıkadı, kuruttu, katladı. Sabaha kadar burnundaki lizol hastane kokusunu yumuşatıcı kokusu zannederek çamaşır yıkadı durdu.
“Evet Deniz Kozan. 33 yaşında… Şimdi hastaneden çıkışını onaylıyorum. Demir takviyesini en az üç ay kullanacağız. Vitaminleri de keza. Gribin için Theraflu al, zaten şikayetlerin bugün yarın hafifleyecektir. İbuprofen yazmıyorum. Bu gece evde dinlen. Yarın seni tekrar göreyim. Bol bol su iç, beslenmeye çok dikkat ediyoruz. İnşallah çok kısa sürede toparlanacaksın.”
Deniz inşallah’lı maşallah’lı konuşmaları hiç sevmezdi. Doktor elindeki kağıtlardan kafasını kaldırdığında konuşmadan başıyla tasdikledi. Zaten konuşulacak bir kadın değildi. Zevzeğin tekiydi. Doğuma girecek hastalarına güya fotoğraflarda güzel çıksınlar diye süslenip gelmelerini salık verdiğini kaç defa duymuştu. Senin aklın biraz olsun işinde olsaydı bugün kucağımda bebeğimle çıkıyor olurdum hastaneden, diye düşünse de dün çıkardığı rezillikten sonra ağzını açamadı. Olanların haberinin doktora da gittiği kesindi. Mustafa ne utanmıştır diye düşündü sevinerek. “Utansın biraz, herkes utansın…” dedi kendi kendine.
Öğleden sonra, odada kalan birkaç eşyayı hızlıca toparlayarak çıktılar. Nükhet Hanım ve Hale işin çoğunu halletmişlerdi zaten. Kayınvalidesi, Deniz’in ilaçların etkisiyle baygın gibi uyuduğu ve Mustafa’nın mezarlıkta olduğu sabah saatlerinde, geride bırakılmanın acısını bir şeylerden çıkarmak istemiş ve odada gözüne çarpan her giysiyi, ıslak mendili, gazlı bezi çantalarına koyması için Hale’nin üstüne fırlatır gibi atmıştı. Bu esnada homurdanması hiç bitmemişti, ama ne söylediğini anlamak annesiyle geçen hayatı boyunca Nükhet Hanım’ın şahsi kriptoloğuna dönüşen Hale’den başkası için mümkün değildi. Kadın bu büyük kayıpları için mırıl mırıl bir sesle Deniz’i suçluyor; Deniz’in bunca yıldır çocuk yapmaktan kaçınması, ilerlemeye başlayan yaşı, sürdürmekte ısrarlı olduğu “erkeklere göre olan” mesleği ve bağışıklık sisteminin zayıf olması gibi pek çok konuda gelinini eleştirip duruyordu. Ağabeyi ya da dünürler annesinin bu yersiz serzenişlerini duyacak diye ödü kopan Hale, bu yaşananlarda Deniz’in bir suçu olmadığını söyleyerek annesini susturmak istedi. Sesi kendisinin de beklemediği bir şekilde sert çıkmıştı. Nükhet Hanım “Sen gel bakayım benimle.” diyerek Hale’yi tuvalete çekti. Seslerini Deniz’e duyurmak istemiyor olacaktı. Kapının arkasında “Anneni mi azarlıyorsun elin içinde?!” diyerek Hale’ye hızlı bir tokat attı. O kadar ani ve ustaca bir tokattı ki farklı bir açıdan bakılsa eliyle sinek kovalıyor zannedilebilirdi. Bu tokatla annesinin şimşekleri Hale’nin üstüne çekilmişti. Gün boyunca ağzını her açışında kızını azarladı ve negatif enerjisini biraz attı Nükhet Hanım. Hastaneden ayrılmak üzere arabaya bindiklerinde gelinine her zaman olduğu gibi şefkatliydi.
Deniz arabada sancıyan kasıklarını eliyle ısıtmaya çalışırken her şeyin nasıl da planının dışında geliştiğini hayretle düşünüyordu. Hastaneye iki ay sonra yatacak ve evet o da süslenerek gelecekti. Hastane çıkış giysileri, fotoğrafçıları, misafirlere ikram sunacakları tabak çanak… Hepsi hazırdı. Hâlâ bir çırpıda sayabiliyordu hastaneye giderken alınması gereken ihtiyaçları, bir numara bebek bezini ve ana kucağını. Sayabiliyordu da niye alamamışlardı? Bun…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıEskisi Gibi Değil
- Sayfa Sayısı144
- Yazarİdil Acar
- ISBN9786057451866
- Boyutlar, Kapak11 x 18.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKaplumbaA Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kibirli Palmiye ~ Aybike Ertürk
Kibirli Palmiye
Aybike Ertürk
Herkes biraz kötüdür. Şeytan hepimizin içinde. Asıl maharet varlığını kabul edip onu dizginleyebilmekte… Bir mezarlıkta yolları kesişen üç kişi… Annesine verdiği helalliği geri...
- Akışı Olmayan Sular ~ Pınar Kür
Akışı Olmayan Sular
Pınar Kür
Pınar Kür, öykülerini bir yapı ustasının dikkatiyle kuran yazarlarımızdan. Edebiyatın her şeyden önce bir yapı sorunu olduğunu bilen, dağınık anlık izlenimlerin kolay şiirselliğine kendini...
- Anonslu Kaset Doldurulur ~ Engin Barış Kalkan
Anonslu Kaset Doldurulur
Engin Barış Kalkan
İşti güçtü, haramdı küfürdü, Fener’di Cimbom’du derken unutulup gidiyor… Sağ, sol, sermaye, Komünist Manifesto… Hiçbiri umurumda değil. Ben oldum olası yorulmaktan şikâyetçiyim. Hiçbirimizin, enerjisini...