Bir insanla bir uzaylının arasındaki sıra dışı aşkı keşfedin…
Georgie ile Vektal’in buzlar üzerindeki alevlerine şahit olun…
Uzaylılar tarafından kaçırılmanın başınıza gelebileceken kötü şey olacağını düşünürsünüz değil mi?…
Ama hayır, daha kötüsü de var. Bu uzaylılar, gemileriyle ilgili bir sorun yaşadılar ve insan kadınlardan oluşan kargolarını –yani bizi– buzdan bir gezegene terk etmeye karar verdiler ve işler daha da beter oldu. Gezegenin vahşi kış ortamında hayatta kalacak donanıma sahip değiliz. Bizi kurtarmak için yardım bulma umuduyla karda ilerlerken, aradığım yardım beni buluyor. Kendisini oldukça… şaşırtıcı bir şekilde sunan, mavi boynuzlu, büyük ve heybetli bir uzaylı bu; Vektal. Karşımda göğsü titriyor ve bunun benim onun eşi, onun seçilmiş kadını olmamdan kaynaklandığını söylüyor. Benim ve halkımın hayatta kalmasına yardım edecek gibi. Peki ya sonra?
Georgie
Düne kadar ben, Georgie Carruthers, uzaylılara asla inanmazdım. Ah, elbette evrende her türlü olasılık mümkündü ama biri bana küçük yeşil adamlar uçan dairelerle Dünya’da dolaşarak insanları kaçırmak için fırsat kolluyorlar deseydi onlara kaçık olduklarını söylerdim. Ama o dündü. Bugün mü? Bugün ise durum son derece farklı. Sanırım her şey önceki gece başladı. Genel olarak epey sıradan bir gündü. Bankada, arabaya servis veznesinde çalıştığım uzun bir günün ardından eve geldim, kendime bir tabak hazır yemek ısıttım ve televizyon izlerken yedim, yatmadan önce kanepede uyukladım. Pek parti hayatı sayılmazdı ama olsun yani. Günlerden salıydı ve salı günleri sadece iş olurdu, oyuna yer yoktu. Uyumaya gittim ve o andan itibaren işler tuhaflaşmaya başladı. Rüyalarım karmakarışıktı. Her zamanki diş kaybetme ya da sınıfın önünde çıplak kalma rüyalarından değildi. Çok daha uğursuzdu. Kaybediş ve terk ediliş rüyaları. Acı dolu, soğuk beyaz odalarda geçen rüyalar. Tünelde yürüdüğüm ve yaklaşan bir tren gördüğüm rüyalar. O rüyada, gözlerimi ışıktan korumak için elimi kaldırmaya çalıştım. Ama elimi kaldırmaya çalıştığımda bunu başaramadım. Bu da beni uykumdan uyandırmış olmalıydı. Birinin tam üzerime tuttuğu küçük ışığa gözlerimi kısarak baktım. Biri… gözlerime ışık mı tutuyordu? Kafamı toplamaya çalışarak gözlerimi kırpıştırdım ve rüya görmediğimi fark ettim. Evde de değildim. Ben… yeni bir yerdeydim. Sonra ışık söndü ve bir kuş cıvıldadı. Gözlerimi kıstım, gözlerim karanlığa alıştı ve etrafımın bir şeylerle çevrili olduğunu hissettim. Uzun siyah gözleri, kocaman kafaları ve sıska soluk tenli kolları olan şeylerle. Küçük yeşil adamlarla. Çığlığı bastım. Resmen kanlı bir cinayet çığlığı attım. Uzaylılardan biri başını bana doğru eğdi ve ağzı hareket etmese de kuş cıvıltısı tekrar duyuldu. Sıcak ve kuru bir şey ağzımı örterek beni boğdu ve burun deliklerime kötü bir koku doldu. Lanet olsun. Ölecek miydim? Çılgınca, çenemi açmaya, etrafımdaki dünya kararırken nefes almaya çalıştım.
Sonra tekrar uykuya daldım, rüyamda işimi yapıyordum. Stresli olduğumda rüyamda hep işimi yapardım. Saatlerce, bir türlü açılmayan yirmi dolar destelerini açmaya çalışırken öfkeli banka müşterileri bana bağırırdı. Para üstlerini saymaya çalışırdım ama bir türlü kafamı toplayamazdım. İş rüyaları genelde en kötüsüdür ama bu seferki rahatlatıcıydı. Tren yoktu. Uzaylılar yoktu. Sadece bankacılık vardı. Bankacılıkla başa çıkabilirdim. Ve bu da beni… buraya getirdi. Uyanıktım. Uyanıktım ve nerede olduğumdan tam olarak emin değildim.
Gözlerim yavaşça açıldı ve etrafıma bakındım. Kokuya bakılırsa lağım gibi bir yerde olmalıydım; arkamda bir duvar olduğunu hissediyordum ve vücudumda acımayan tek yer yoktu. Henüz tam olarak uyanmamışım gibi kafam bulanık ve beynim uyuşuktu. Elim kolum tutmuyordu. Uyuşturulduğumu fark ettim. Birisi bana ilaç vermişti. Birisi değil. Bir şey. Kara gözlü uzaylıların görüntüsü zihnimde canlanınca nefesim hızlandı ve etrafta onları aradım. Artık her neredeysem, yalnızdım. Tanrı’ya şükür. Loş ışıkta gözlerimi kısarak etrafımı seçmeye çalıştım. Geniş, karanlık bir odadaydım sanki. Yaklaşık on metre yüksekliğindeki tavanda bulunan küçük tüplerden soluk turuncu bir ışık yayılıyordu. Duvarlar ise simsiyahtı ve saçma olduğunu bilmesem, buranın tuhaf bir bilimkurgu filminde göreceğin türden bir kargo bölümüne benzediğini söyleyebilirdim. Karşımdaki duvarda, dolap gibi duvara dizilmiş ikişer metre uzunlukta altı adet büyük metal tüp vardı. Bu tüplerin kenarlarında turuncu ve yeşil ışıklar, dalgalı çizgiler ve noktalar halinde aşağı ve yukarı gidip geliyordu; uzaylı yazısı gibiydi. Uzak duvarda, yuvarlak köşeli dikdörtgen bir kapı vardı.
Gerçi kapıya ulaşamıyordum çünkü bir çeşit metal ızgaranın arkasındaydım. Ayrıca ortalık iğrenç kokuyordu. Aslında tek koku yoktu, birbirine karışmış birkaç tane vardı. Sidik-bok-kusmuk-ter kokteyli gibiydi ve öğürmeme neden oluyordu. Elimle ağzımı kapatmaya çalıştım ama kolum emirlerime uymadığından tek yapabildiğim onu azıcık sallamak oldu. Öyk… Uyuşturucudan ağırlaşan başımı sarsakça çevirerek içeri bakındım. Böylece aslında yalnız olmadığımı fark ettim. Izgaranın benim bulunduğum tarafına doluşmuş başkaları da vardı: Kıvrılmış, uyuyan bedenler. Loş ışıkta, yavru köpekler gibi birbirine sokulmuş, yaklaşık benim boylarımda yedi, belki sekiz karaltı saydım.
Hepimiz metal ızgaranın bu tarafında olduğumuza göre bir tür hapishane hücresinde tutulduğumdan şüphelenmeye başlamıştım. Ya da bir kafeste. Gerçi bir kafeste olsaydım vaziyetim daha kötü olabilirdi. Anca ayakta durabilecek kadar yer vardı, daha fazlası değil. En azından burada uzaylılar yoktu. Panik yapmak istiyordum ama onu yapacak kadar bile halim yoktu. Sanki dişçiye gitmişim de operasyon öncesinde narkoz vermişler gibiydi. Herhangi bir şeye odaklanmakta zorlanıyordum. Çıplak olan üst kolum ağrıyordu; parmaklarımı yavaşça kolumda gezdirdim. Kolumda daha önce olmayan birkaç kabarıklık vardı ve daha sert ovalayınca derimin altında katı bir şeyin olduğu hissediliyordu. Bu da neydi böyle be? Karanlıkta bakmaya çalıştım ama hiçbir şey göremiyordum. Uzaylıların ve gözlerimi kamaştıran ışığın görüntüleri, kâbuslar, dehşet… Hepsi birden içimde hortladı ve panikledim. Boğazımdan bir inilti fırladı. Bir el diğer koluma dokundu. “Çığlık atma” diye fısıldadı kızın teki. Ona bakmak için başımı ağır ağır döndürdüm. Benim yaşlarımdaydı ama sarışındı ve benden daha zayıftı. Saçları uzun ve kirliydi, zayıf yüzünde gözleri kocaman duruyordu. Odaya şöyle bir göz attı ve az önceki uyarısını anlamamış olabilirim diye parmağını dudaklarına götürdü.
Sessiz ol. Tamam. Tamam. Boğazımda yükselen çığlığı bastırdım ve sakin kalmaya çalıştım. Başımı sallayarak onayladım. Çığlık yoktu. Çığlık yoktu. Kendimi toparlayabilirdim. Başarabilirdim. “İyi misin?” Sözcükleri telaffuz etmeyi beceremeyen ağzımdan yarım yamalak bir “Eeeevveet…” çıktı ve salyalarım üzerime aktı. Aman ne güzel. Ağzımı silmek için ağırlaşan ellerimden birini kaldırdım. “Üfgünüm…” “Sorun değil” dedi, ben tekrar panikleyemeden. Diğerlerini uyandırmamak için sesini alçalttı. “Uyandığımızda hepimiz biraz akşamdan kalma oluyoruz.
Gelen herkes ilaçla uyuşturulmuş oluyor. Birazdan etkisi geçer. Ben Liz.” “Georgie” dedim ona, adımı doğru düzgün söylemek için ağırdan alarak. Kolumu ovuşturdum ve tuhaf şişlikleri gösterdim. “Neeelerr oluyor?” “Eh” dedi Liz “Uzaylılar tarafından kaçırıldın. Ama sanırım bunu zaten anlamışsındır, değil mi?” Alaycı bir şekilde gülümsedim. Ya da gülümsemeye çalıştım. Yine salyalarım akıyordu herhalde. Liz yanıma kaydı. “Tamam, bakalım önemli noktaları özetleyebilecek miyim? Buradakilerle başlayalım.” Eliyle, kafesin içinde yığılmış halde uyuyan diğerlerini işaret etti. “Onlar da kaçırıldı. Hepsi Dünyalı, çoğu Amerikalı. Sanırım içlerinde bir de Kanadalı var. Sen yirmi iki yaşında mısın?” “Ebeth?”
“Tabii, ben de öyle düşünmüştüm. Hepimiz öyleyiz. Ayrıca yine tahmin edeyim: Yalnız yaşıyorsun, hamile değilsin, önemli bir sağlık sorunun yok, ailenden kimse de yakınında yaşamıyor?” “Sen bunları nasıl…” “Çünkü hepimiz aynı durumdayız” dedi Liz kasvetli bir sesle. “Kaçırdıkları her kızın hikâyesi aynı. Megan hariç. O hamileydi. İki aylıkmış, öyle söyledi ve sanki önemli bir şey değilmiş gibi onu vakumlayıp dışarı attılar.” Liz ürperdi. “Yani bizi artık her nereye götürüyorlarsa, hamile kızları değil de sadece genç ve sağlıklı olanları istiyorlar.” Aman Tanrım. Kusma isteğimle savaşarak güçbela yutkundum. Gerçi kusabileceğim bir yer de yoktu; buranın neden lağım gibi koktuğu belli olmuştu sanırım. Liz’in kokusu da pek hoş sayılmazdı. “Sen… ne kadar zamandır buradaaasın?”
“Ben mi?” diye sordu. “İki haftadır. Bildiğimiz kadarıyla en uzun süredir burada olan Kira. Kulaklık takan kız.” Etrafıma bakındım ama kimsede kulaklık göremedim. “Bir çevirici takıyor” diye açıkladı Liz. “Yakında anlarsın. Sana bir anda çok fazla şey anlattım galiba? Tamam, tekrar deneyelim. Şu tüpleri görüyor musun?” Uzaktaki duvarı, bana büyük boy dolapları hatırlatan şeyleri işaret etti. “Kira, içlerinde ne olduğunu görmüş. Tıpkı bizim gibi kızlar varmış.” Yutkununca gırtlağımdan aşırı yüksek bir şapırtı çıktı. Daha fazla insan mı? Liz bana elini sallayarak sessiz olmamız gerektiğini işaret etti, ben de kolumdaki kaşıntılı şişlikleri ovuşturarak başımı salladım. Birilerinin gelip gelmediğini görmek için etrafına bakındı ve kimse görünmeyince bana daha da sokuldu. Yanımda duran bedeninin kokusunu alıyordum; terli ama insan gibi kokuyordu. “Aynen. Kira’yı kaçırmışlar; durmadan onunla konuşuyorlarmış ve o da onları anlayamadığını söylemiş, bu yüzden onu kulağından tutup resmen içine çevirici bir aygıt zımbalamışlar. Ama sanırım ellerinde sadece bir tane varmış, o yüzden Kira geri kalanımız için çeviri yapmak zorunda.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıBuz Gezegeni Barbarları
- Sayfa Sayısı304
- YazarRuby Dixon
- ISBN9786258492279
- Boyutlar, Kapak13,7 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi – 1. Kitap ~ Kristin Cashore
Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi – 1. Kitap
Kristin Cashore
Ölümcül Bir Yetenek Yedi Krallığı Yıkabilecek Bir Sır Sıradışı hünerlerle doğan insanlardan korkulan ama aynı zamanda güçlerinin sömürüldüğü bir dünyada Katsa, kendisinin bile tiksindiği...
- Haydut ~ Robert Walser
Haydut
Robert Walser
Haydut, burjuva toplum düzenine uyum sağlamayı beceremeyen bir iflah olmazın hikâyesidir. Romanla aynı adı taşıyan kahramanı, kendini keşfetme yolculuğunda daldan dala konan bir bohemdir....
- Cinayet Çiftliği ~ Andrea Maria Schenkel
Cinayet Çiftliği
Andrea Maria Schenkel
“Nefes kesici ve unutulmaz. Cinayet Çiftliği masumlarla suçlular, yaşayanlarla ölüler arasındaki diyaloglardan oluşan muhteşem bir cinayet romanı. Andrea Maria Schenkel bu türün sınırlarını baştan...