Filozof ve eğitimci John Dewey, Kamu ve Sorunları’nda bizi demokrasinin kalbine doğru derin bir yolculuğa çıkarıyor. Dewey, etkileyici bir üslup ve çarpıcı tespitlerle, sürekli değişen bir dünyada kamunun karşılaştığı zorlukları araştırıyor, bilgili ve ilgili bir vatandaşlığın temel rolü hakkında zamana meydan okuyan bir bilgelik sunuyor.
Bu klasik eser, toplumun dinamiklerini ve toplum içindeki bireylerin sorumluluklarını anlamak isteyenler için yol gösterici bir ışık olmaya devam ediyor. Dewey’in etkin ve bilgiye dayalı kamu vizyonu, ilk yayımlandığı zaman olduğu gibi bugün de güçlü bir şekilde yankılanıyor ve bizi daha iyi bir yarını şekillendirmek için kolektif gücümüzü benimsemeye çağırıyor.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ (1927) 9
1. KAMU ARAYIŞI 11
2. DEVLETİN KEŞFİ 35
3. DEMOKRATİK DEVLET 59
4. KAMU TUTULMASI 81
5. BÜYÜK TOPLULUK ARAYIŞI 103
6. YÖNTEM SORUNU 129
DIZIN 151
ÖNSÖZ (1927)
Bu kitap 1926’nın Ocak ayında Ohio’daki Kenyon College’ın Larwill Vakfı’yla verilen derslerin ürünüdür. Bahşedilen birçok incelik için teşekkürlerimi sunarken okul yetkililerinin yayının gecikmesine gösterdiği hoşgörüye minnettar olduğumu da ifade etmek istiyorum. Aradan geçen süre, başlangıçta verilen derslerin tam bir gözden geçirilmesine ve genişletilmesine olanak tanıdı. Bu durum arada yayımlanan kitaplara atıfta bulunulmasını açıklayacaktır.
J. D.
1
KAMU ARAYIŞI
“Olgular” ile olguların anlamı arasındaki olası mesafeyi anlamak istiyorsak, toplumsal tartışma alanına girmemiz gerekir. Birçok kişi olguların anlamlarını satıhlarında taşıdıklarını düşünüyor gibi görünüyor. Yeterince birikirse, izahını kendisi gösterir sanılıyor. Fizik biliminin gelişiminin bu fikri doğruladığı düşünülür. Ancak fizik olgularının inancı zorlama gücü çıplak fenomenlerde bulunmaz.
O güç yöntemden, araştırma ve hesaplama tekniğinden gelir. Hiç kimse olguları tanzim edebileceği başka bir doktrini olduğu gibi koruduğu sürece, sırf onların toplanmasıyla anlamlarına ilişkin belirli bir teoriyi kabul etmek zorunda kalmaz. Yalnızca olgular yeni bakış açıları önermek için serbest bırakıldığında anlam açısından önemli bir kanaat dönüşümü mümkündür. Fizik biliminden laboratuvar aygıtlarını ve matematiksel tekniği alırsanız, kaba olguların aynı kaldığını varsaysak bile, insanın hayal gücü yorumlama teorilerinde çılgına dönebilir. Her halükârda toplumsal felsefe, gerçekler ve doktrinler arasında muazzam bir boşluk sergiler. Örneğin siyasetin gerçeklerini, devletin doğası konusunda mevcut olan teorilerle karşılaştırın. Eğer sorgulayıcılar kendilerini gözlemlenen fenomenlerle, kralların, başkanların, yasa koyucuların, yargıçların, şeriflerin, vergi memurlarının ve diğer tüm kamu görevlilerinin davranışlarıyla sınırlarsa, makul bir fikir birliğine varmak kesinlikle zor değildir. Devletin esası, mahiyeti, görevleri ve meşruiyeti bakımından var olan farklılıkları bu uzlaşmayla mukayese edin ve görünüşte çözülmesi imkânsız olan anlaşmazlığa dikkat edin. Olguların dökümü değil de devletin bir tanımı istenirse tartışmaya, çelişkili yaygaralar potpurisine sürüklenirsiniz.
Aristoteles’ten geldiğini iddia eden bir geleneğe göre, devlet en yüksek potansiyeline gelmiş yaşamla ilişkilidir ve onunla uyumludur; devlet aynı anda toplumsal kemerin kilit taşıdır ve kendi bütünlüğü içinde kemerdir. Diğer bir görüşe göreyse dar ama önemli bir işlevi olan, diğer toplumsal birimlerin çatışmalarında hakemlik işlevi gören pek çok toplumsal kurumdan yalnızca biridir. Her grup (kilise, dinî değerler; loncalar, birlikler ve şirketler, maddi ekonomik çıkarlar vb.) olumlu bir insani ilgiden doğar ve bunu gerçekleştirir.
Oysa devletin kendi ilgi alanı yoktur; amacı biçimseldir, enstrüman çalmayan ve müzik icra etmeyen ama müzik yapan diğer icracıları birbiriyle uyum içinde tutmaya yarayan orkestra şefi gibidir. Yine üçüncü bir görüşe göre, devlet örgütlü bir baskıdır, aynı anda toplumsal bir ur, bir asalak, bir tirandır. Dördüncüsüne göreyse bireylerin birbirleriyle çok fazla kavga etmesini engellemekte kullanılan az çok hantal bir araçtır. Bu farklı görüşlerin alt bölümlerine ve onlara sunulan gerekçelere girdiğimizde kafa karışıklığı büyüyor. Bir felsefede devlet, insani ilişkilenmenin doruk noktası ve tamamlanmasıdır, tüm ayırt edici insani kapasitelerin en yüksek düzeyde gerçekleşmesinin tezahürüdür. Bu görüş ilk formüle edildiğinde belirli bir geçerliliğe sahipti. Tamamen özgür bir insan olmak ile tiyatrolara, spora, dine ve topluluğun yönetimine katılan yurttaş olmanın eşdeğer meseleler olduğu antik bir şehir devletinde gelişti. Ancak bu görüş devam ediyor ve bugünün devletine de uygulanıyor. Başka bir görüş Tanrı’nın dünyevi kolu olarak devleti, insanlar arasında dış düzeni ve adaba uygunluğu koruması için kilise ile koordine ediyor (veya bir değişik görüş onu biraz ikincisine tabi kılıyor). Modern bir teori, akıl ve irade kavramlarını ödünç alarak devleti ve faaliyetlerini idealize ediyor ve devlet, bireyler veya bireylerin topluluklarında bulunabilen arzuları ve amaçları çok aşan bir irade ve aklın nesneleştirilmiş tezahürü olarak ortaya çıkana kadar onları büyütüyor. Lakin biz ne bir ansiklopedi ne de siyasi doktrinler tarihi yazmakla ilgileniyoruz.
Bu nedenle siyasi davranışın maddi fenomenleri ile bu fenomenlerin anlamlarının yorumlanması arasında çok az ortak zeminin keşfedildiği önermesinin bu gelişigüzel örneklerine ara veriyoruz. Çıkmazdan çıkmanın tek yolu, bütün anlam ve yorumlama meselesini siyaset biliminden farklı olarak siyaset felsefesine havale etmektir. O zaman beyhude spekülasyonun tüm felsefenin yol arkadaşı olduğu söylenebilir. Buradaki kıssadan hisse, bu türden tüm doktrinleri bir kenara bırakıp doğruluğu kanıtlanmış gerçeklere bağlı kalmaktır. Kendini dayatan çözüm basit ve cazip. Ama onu kullanmak mümkün değil. Siyasi olgular, insan arzusunun ve muhakemesinin dışında değildir. İnsanların mevcut siyasi teşkilatların ve yapıların değerine ilişkin fikrini değiştirirseniz ikincisi de az ya da çok değişir.
Siyaset felsefesine damgasını vuran farklı teoriler, yorumlamayı amaçladıkları olguların dışında gelişmez; bu olgular arasından seçilmiş faktörlerin büyütülmüş halleridir. Değiştirilebilir ve değişen insan alışkanlıkları, siyasi fenomenleri sürdürür ve üretir. Bu alışkanlıklar tamamen mantıklı bir amaç ve kasıtlı bir seçim dahilinde değildir –bundan çok uzaktır– ama az ya da çok bunlara tabidir. İnsanların bir kısmı sürekli olarak kimi siyasi alışkanlıklara saldırıp değiştirmeye çalışmakla meşgulken, diğer insan grupları onları etkin bir şekilde destekleyip haklı gösteriyor. O halde fiilî olana bağlı kalabileceğimizi ve bazı noktalarda hukuki soruyu, yani hangi hakla sorusunu, meşruiyet sorusunu gündeme getiremeyeceğimizi varsaymak sadece bahanedir. Ayrıca böyle bir soru, devletin doğasına ilişkin bir soru haline gelene kadar büyümenin bir yolunu bulur. Önümüzde duran alternatifler, bir yanda olgusal olarak sınırlı bilim, diğer yanda kontrolsüz spekülasyon değildir. Seçim bir yanda gözü kapalı, mantıksız saldırı ve savunma ile diğer yanda akıllı yöntem ve bilinçli bir kriter kullanan ayırt edici eleştiri arasındadır.
Matematik ve doğal bilimlerin saygınlığı büyük ve bunu da hak ediyorlar. Ancak insan arzu ve çabasından bağımsız olan olgular ile bir dereceye kadar insan ilgisi ve gayesi nedeniyle olup ikincisindeki değişiklikle değişen olgular arasındaki fark, hiçbir yöntemle ortadan kaldırılamaz. Olgulara ne kadar candan başvurursak, insan faaliyetini koşullandıran olgular ile insan faaliyetiyle koşullanan olgular arasındaki ayrımın önemi o kadar artar. Bu farkı görmezden geldiğimiz ölçüde, toplumbilim sözde bilim haline gelir. Jefferson’cı ve Hamilton’cı siyasi fikirler, yalnızca Amerikan siyasi davranışının olgularından uzak, insan zihninde yaşayan teoriler değildir.
Bunlar, bu olgular arasından seçilen aşamaların ve faktörlerin ifadeleridir ama aynı zamanda daha fazlasıdır: Yani bu olguları şekillendirmiş ve gelecekte de onları şu ya da bu şekilde şekillendirmek için hâlâ uğraşan kuvvetlerdir. Devleti, bireylerin zaten sahip oldukları hakların korunmasında bir araç olarak gören bir devlet teorisi ile işlevinin bireyler arasında daha adil bir hak dağılımını sağlamak olduğunu düşünen bir devlet teorisi arasında spekülatif bir farktan daha fazlası vardır.
Çünkü teoriler, yasa koyucular tarafından kongrede ve yargıçlar tarafından kürsüde benimsenip uygulanır ve müteakip olgularda kendileri bir fark yaratır. Aristoteles’in, Stoacıların, Aziz Tomas’ın1 , Locke’un, Rousseau’ nun, Kant’ın ve Hegel’in siyaset felsefelerinin uygulamadaki etkisinin, koşulların etkisiyle karşılaştırıldığında genellikle abartıldığına hiç şüphem yok. Ancak bazen öne sürülen gerekçeyle bunların yeterli ölçüde etkili olduğu inkâr edilemez; fikirlerin güçsüz olduğu gerekçesiyle inkâr edilemez. Çünkü fikirler, bedenleri olan insanlara aittir ve bedenin fikirleri barındıran kısmı ile edimleri gerçekleştiren kısmının yapıları ve süreçleri arasında hiçbir ayrım yoktur. Beyin ve kaslar birlikte çalışır ve insanların beyinleri, toplumsal bilimler açısından kas sistemleri ve duyu organlarından çok daha önemli verilerdir. Siyasi felsefeler üzerine bir tartışmaya girmek niyetinde değiliz. Devlet kavramı, belirli tanım edatıyla [the] kullanılan çoğu kavram gibi, hem çok katıdır hem de hızlı kullanıma hazır olamayacak kadar tartışmalara açıktır.2 Cepheden bir taarruzdansa kanat taarruzuyla daha kolay yaklaşılabilecek bir kavramdır.
“Devlet” kelimesini dillendirdiğimiz anda, onlarca entelektüel hayalet, görüşümüzü karartmak için zuhur eder. Niyetimiz ve haberimiz olmadan, “Devlet” kavramı bizi sezdirmeden çeşitli fikirlerin birbiriyle mantıksal ilişkisini düşünmeye çeker ve insan faaliyetinin olgularından uzaklaştırır. Mümkünse ikincisinden başlamak ve bu sayede siyasi davranışı karakterize eden emareleri ve işaretleri içerecek bir şeyle ilgili fikre yönlendirilip yönlendirilmediğimizi görmek daha iyidir. Bu yaklaşım yönteminde yeni olan hiçbir şey yok. Ancak çoğu şey hangisinden başlayacağımıza bağlıdır ve çoğu şey, devletin son durakta ne olması gerektiğini ya da ne olduğunu söylemek için kalkış noktamızı seçip seçmediğimize bağlıdır. İlkiyle çok ilgilenirsek, önceden belirlenmiş bir noktaya varmak için seçilen olgularla farkında olmadan oynama ihtimalimiz var. Başlamamamız gereken insan eylemi aşaması, doğrudan nedensel gücün atfedildiği aşamadır. Devlet oluşturan kuvvetleri aramamalıyız. Bunu yaparsak mitolojiye girmemiz muhtemeldir.
İnsanın siyasi bir hayvan olduğunu söyleyerek devletin kökenini açıklamak, sözel bir döngü içinde yolculuk etmektir. Bu, dini dinsel bir içgüdüye, aileyi evlilik ve ebeveyn sevgisine ve dili, insanları konuşmaya iten doğal bir yetiye bağlamak gibidir. Bu tür teoriler açıklanması gereken etkileri, sözde nedensel bir kuvvette sadece tekrarlarlar. Bunlar, sakinleştirici etkisi yüzünden insanları uyutan afyonun kötü şöhretli etkisiyle aynı özelliklere sahiptir. Bu uyarı, iddiayı zayıflatma çabası değildir. Devleti ya da herhangi başka bir toplumsal kurumu katı bir şekilde “psikolojik” verilerden çıkarma girişimi yerindedir. Toplumsal düzenlemeleri açıklamak için sürü içgüdüsüne başvurmak, tembel safsatanın seçkin bir örneğidir. İnsanlar cıva damlaları gibi bir araya gelip daha büyük bir kütle halinde birleşmezler, eğer bunu yapsalardı sonuç ne bir devlet ne de herhangi bir insani ilişkilenme tarzı olurdu. İçgüdüler, ister sürü halinde yaşama, ister sempati, ister karşılıklı bağımlılık duygusu, ister bir tarafta tahakküm diğer tarafta aşağılanma ve boyun eğme olarak adlandırılsın, en iyi ihtimalle genel olarak her şeyi açıklar ve özel olarak hiçbir şeyi açıklamaz. En kötü ihtimalleyse, nedensel bir kuvvet olarak başvurulan sözde içgüdü ve doğal yetenek, tam da açıklamaları gereken toplumsal koşullar aracılığıyla önceden eylem ve beklenti alışkanlıklarına dönüştürülmüş fizyolojik eğilimleri temsil eder. Sürüler halinde yaşayan insanlar, alıştıkları sürüye bağlılık geliştirir; zorunlu olarak bağımlılık içinde yaşayan çocuklar, bağımlılık ve boyun eğme alışkanlıkları geliştirir. Aşağılık kompleksi toplumsal olarak edinilir, gösteriş ve üstünlük “içgüdüsü” de onun diğer yüzüdür. Bir kuşun ötüşüne neden olan organları gibi, seslendirmelerde fizyolojik olarak kendilerini gösteren yapısal organlar vardır. Fakat köpeklerin havlaması ve kuşların cıvıltısı, bu doğuştan eğilimlerin dili üretmediğini kanıtlamak için yeterlidir.
Doğal seslendirmenin dile çevrilebilmesi için hem organsal hem de organsal olmayan veya çevresel dışsal koşullar tarafından dönüştürülmesi gerekir: Sadece uyarım değil, oluşum da dikkate alınmalıdır. Bir bebeğin ağlaması şüphesiz tamamen organsal terimlerle tarif edilebilir ancak feryat, yalnızca başkalarının tepkisel davranışındaki sonuçları nedeniyle bir isim veya fiil olur. Bu tepkisel davranış gelenek, görenek ve toplumsal kalıplara bağlı olarak yetiştirme ve bakım biçimini alır. Neden rehberlik ve eğitim kadar çocuk öldürme “içgüdüsü” de baştan kabul edilmesin? Ya da kızları ortada bırakıp erkekleri bakma “içgüdüsü”? Bununla birlikte savı şu ya da bu türden toplumsal içgüdülere yönelik mevcut söylemde bulunandan daha az mitolojik bir biçimde ele alabiliriz.
Mineraller ve bitkiler gibi hayvanların faaliyetleri de yapılarıyla ilişkilidir. Dört ayaklılar koşar, solucanlar sürünür, balıklar yüzer, kuşlar uçar. Bu şekilde yapılmışlardır; “doğası” budur. Yapı ile eylem arasına koşma, sürünme, yüzme ve uçma içgüdülerini sokarak hiçbir şey kazanamayız. Ama insanları bir araya gelmeye, toplanmaya, toplaşmaya, birleşmeye iten katı bedensel koşullar, tam da diğer hayvanları kümeler, gruplar ve sürüler halinde birleşmeye iten koşullardır. İnsan ve diğer hayvan birleşmelerinde ve toplulaşmalarında neyin ortak olduğunu tarif ederken, insani ilişkilenmelerde ayırt edici bir şekilde insani olan şeye dokunmayı başaramıyoruz. Bu yapısal koşullar ve edimler, insan toplumlarının sine qua non’ları3 olabilir; ama cansız şeylerde sergilenen çekmeler ve itmeler de öyle. Zoolojinin yanı sıra fizik ve kimya da, bu bilim dalları olmadan ilişki kuramayacağımız koşullara dair bizi bilgilendirebilir. Ama bunlar topluluk yaşamının ve aldığı biçimlerin yeterli koşullarını bize vermez.
Her halükârda, edimlerin varsayımsal nedenlerinden değil, gerçekleştirilen o edimlerden yola çıkmalı ve sonuçlarını düşünmeliyiz. İstihbaratı ya da sonuçların sonuç olarak gözlemlenmesini, yani bunların kaynaklandığı edimlerle bağlantılı olarak da ortaya koymalıyız. Madem ortaya koyacağız, o halde bunu, sadece gümrük memurunu –yani okuyucuyu– değil, kendimizi de aldatacak şekilde kaçak sokmaktansa açık ve net olarak ortaya koymak daha iyidir. O halde hareket noktamızı, insan edimlerinin başkaları üzerinde sonuçları olduğu, bu sonuçların bazılarının algılandığı ve bunların algılanmasının bazı sonuçları güvence altına almak ve diğerlerinden kaçınmak için eylemi kontrol etme çabalarına yol açtığı nesnel gerçeğinden alıyoruz. Bu ipucunu takiben sonuçların iki tür olduğunu belirtmemiz gerekiyor: Doğrudan bir işlemde bulunan kişileri etkileyenler ve hemen ilgilenenlerin dışındaki başkalarını etkileyenler. Bu ayrımda, özel ve kamusal arasındaki ayrımın tohumunu buluruz. Dolaylı sonuçlar fark edildiğinde ve bunlar düzenlenmeye çalışıldığında, devlet özelliği taşıyan bir şey meydana gelir. Bir eylemin sonuçları, esas olarak o eylemde doğrudan bulunan kişilerle sınırlı olduğunda veya sınırlı olduğu düşünüldüğünde, işlem özel bir işlemdir.
A ve B birlikte bir konuşmayı sürdürdüğünde, eylem geçişli bir eylemdir: Bu her ikisini de ilgilendirir, sonuçları adeta birinden diğerine geçer. Bu münasebetle birine veya diğerine veya her ikisine de yardımı veya zararı olabilir. Ancak muhtemelen avantajlı ve zararlı sonuçlar, A ve B’nin dışına çıkmaz; faaliyet bunların arasında yer alır; özeldir. Gelgelelim konuşmanın sonuçlarının doğrudan ilgili iki kişinin ötesine geçtiği, diğer birçok kişinin gönencini etkilediği anlaşılırsa, konuşma ister bir kral ve başbakanı tarafından, ister Catilina ve bir komplocu arkadaşı tarafından veya bir pazarı tekelleştirmeyi planlayan tüccarlar tarafından yapılsın, edim kamusal bir sıfat kazanır.
Bu nedenle özel ve kamusal arasındaki ayrım, bireysel ve toplumsal arasındaki ayrımla, ikinci ayrımın belirli bir anlamı olduğunu varsaysak bile, hiçbir şekilde eşdeğer değildir. Pek çok özel edim toplumsaldır; sonuçları topluluğun gönencine katkıda bulunur veya statüsünü ve beklentilerini etkiler. Geniş anlamda, iki veya daha fazla kişi arasında kasıtlı olarak yürütülen herhangi bir işlem toplumsal niteliktedir. Bu, ilişkili davranış şekillerinden biridir ve sonuçları diğer ilişkilendirmeleri etkileyebilir. Bir kişi özel bir işle uğraşırken başkalarına, hatta toplumun geneline hizmet edebilir. Adam Smith’in iddia ettiği gibi, kahvaltı sofralamızın, çiftçiler, bakkallar ve kasapların özel kâr amacıyla yürüttükleri faaliyetlerin ortak sonucu olarak, hayırseverlik veya kamu yararına hizmetlerle olduğundan daha iyi donatıldığı bir ölçüde doğrudur.
Toplumlar, özel kişilerin bu faaliyetlerde bulunmaktan aldıkları kişisel zevk sayesinde sanat eserleriyle ve bilimsel keşiflerle donatılmıştır. Kütüphaneler, hastaneler ve eğitim kurumlarına yapılan bağışlar yoluyla ihtiyaç sahiplerinin ya da tüm toplumun yararına hareket eden özel hayırseverler var. Kısacası özel edimler hem dolaylı sonuçlarla hem de doğrudan niyetle toplumsal açıdan değerli olabilir. Bu nedenle bir edimin özel niteliği ile onun toplumsal olmayan ya da toplum karşıtı niteliği arasında zorunlu bir bağlantı yoktur. Dahası kamu, toplumsal açıdan yararlı olanla özdeşleştirilemez. Siyasi olarak örgütlenmiş topluluğun en düzenli faaliyetlerinden biri savaş yapmaktır. En savaşçı militaristler bile tüm savaşların toplumsal olarak yararlı olduğunu iddia edemez veya toplumsal değerleri böylesine yıkan bazı savaşların yapılmasalardı çok daha iyi olacağını inkâr edemez. Övgüye değer herhangi bir toplumsal anlamda kamusalın ve toplumsalın eşdeğer olmadığına ilişkin sav, yalnızca savaş durumuna dayanmaz.
Siyasal eylemin hiçbir zaman dar görüşlü, aptalca ve zararlı olmadığını söyleyecek kadar ona tutkun kimse yoktur sanırım. Hatta toplumsal kaybın her zaman, kişilerin kendi özel kapasiteleriyle yapabilecekleri bir şeyi kamunun unsurlarının yapmasından kaynaklanacağı varsayımını savunanlar var. Bazı müstesna kamu faaliyetlerinin, ister yasak ister koruyucu tarife ister Monroe doktrinine verilen genişletilmiş anlam olsun, zararlı olduğunu iddia eden çok daha fazla kişi var. Gerçekten de her ciddi siyasi tartışma, belirli bir siyasi edimin toplumsal olarak yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu sorusuna döner. Nasıl ki bir eylem şahsi olarak gerçekleştirildiğinde ona antisosyal ya da sosyal olmayan bir eylem diyemezsek, sırf kamu adına ve kamu görevlileri tarafından gerçekleştirildi diye sosyal açıdan değerli olmak zorunda değildir. Bu sav bizi fazla ileri götürmedi ama en azından topluluğu ve onun çıkarlarını, devletle ya da siyasi olarak örgütlenmiş toplulukla özdeşleştirmememiz konusunda bizi uyardı.
Dahası bu ayrım, halihazırda ileri sürülen önermeye yani özel ve kamusal arasındaki çizginin, ister ketleme ister teşvik yoluyla olsun, denetim gerektirecek kadar önemli edimlerin sonuçlarının kapsamı ve amacı temelinde çizilmesi gerektiği önermesine daha olumlu bakmamızı sağlayabilir. Özel ve kamu binalarını, özel ve kamu okullarını, özel yolları ve kamu otoyollarını, özel varlıkları ve kamu fonlarını, özel kişileri ve kamu görevlilerini ayırıyoruz. Tezimiz devletin doğasının ve görevinin anahtarının bu ayrımda olduğudur. Etimolojik olarak “özel”in “resmî”ye karşıt olarak tanımlanması anlamsız değildir; özel bir kişi, kamu konumundan yoksun olan kişidir. Kamu, işlemlerin dolaylı sonuçlarından, bu sonuçlara sistematik olarak dikkat gösterilmesini gerekli kılacak ölçüde etkilenen herkesten oluşur. Yetkililer bu şekilde etkilenen çıkarları gözetip koruyan kişilerdir. Dolaylı olarak etkilenenler, söz konusu işlemlerde doğrudan katılımcı olmadıklarından, belirli kişilerin onları temsil etmesi için ayrılması ve çıkarlarının korunup kollanmasıyla ilgilenmesi gerekir. Bu makamın ifasında yer alan binalar, mülkler, fonlar ve diğer fiziksel kaynaklar res publica5 , yani devlettir [common-wealth]. Kişiler arasındaki işlemlerin kapsamlı ve kalıcı dolaylı sonuçlarıyla ilgilenmek için resmî ve maddi unsurlar aracılığıyla örgütlendiği ölçüde kamu, populus’tur6 . Topluluk mensuplarının can ve mallarını koruyup uğradıkları haksızlıkları giderecek yasal mercilerin her zaman mevcut olmaması olağan bir durumdur. Yasal kurumlar, kişinin kendine yardım hakkının elde edildiği daha eski dönemlerden kalmadır. Eğer bir kişi zarar görürse, ödeşmek için ne yapması gerektiğine kesinlikle kendisi karar verirdi. Bir başkasına zarar vermek ve verilen zarar için bir ceza talep etmek şahsi işlemlerdi. Bunlar doğrudan olaya taraf olan kişilerin işiydi, başka hiç kimseyi doğrudan ilgilendirmezdi. Mağdur taraf arkadaşlarının ve akrabalarının yardımını rahatlıkla isteyebilirdi ama saldırgan da aynı şeyi yapardı. Dolayısıyla tartışmanın sonuçları doğrudan doğruya ilgili kişilerle sınırlı kalmazdı.
Bunu kan davaları takip etti ve kanlı kavgalar çok sayıda kişinin işe karışmasına neden olup nesiller boyu sürdü. Bu yaygın ve uzun süreli kavganın, bunun tüm ailelere verdiği zararın fark edilmesi bir kamunun oluşmasına neden oldu. İşlem sırf birincil tarafları ilgilendirmekten çıktı. Dolaylı olarak etkilenenler, sorunu sınırlandırmak amacıyla anlaşma ve diğer yatıştırma araçlarını kullanıma sokarak çıkarlarını korumak için adımlar atan bir kamu oluşturdular. Olgular basit ve tanıdık. Yine de bir devleti, onun mercilerini ve memurlarını tanımlayan özellikleri embriyo halinde sunuyor gibi görünüyorlar. Bu örnek, devletin doğasını doğrudan nedensel faktörler açısından saptamaya çalışmanın yanlış olduğunu söylediğimde ne kastedildiğini gösteriyor. Temel noktası, davranışın kalıcı ve kapsamlı sonuçlarıyla ilgilidir; bu da tüm davranışlar gibi nihai analizde bireysel insan aracılığıyla ilerler. Kötü sonuçların tanınması, sürdürülmesi belirli önlemler ve kurallar gerektiren ortak bir çıkar doğurdu, bu da beraberinde onların koruyucuları, yorumlayıcıları ve gerekirse uygulayıcıları olarak belirli kişilerin seçilmesini getirdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Felsefe Politika
- Kitap AdıKamu ve Sorunları
- Sayfa Sayısı160
- YazarJohn Dewey
- ISBN9789750763557
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024