Ben sıradan biriyimdir, dünyanın en cesur adamı olduğum söylenemez, ama iyi bir insanın öldürülmesine asla katlanamam.
Kısa bir süre önce Güney Afrika’dan dönen maceraperest Richard Hannay, Londra’daki hayatından iyice sıkılmıştır, ta ki Avrupa’nın hassas siyasi dengesini tamamen bozabilecek bir suikast planı konusunda kendisini uyaran gizemli bir Amerikalıyla tanışana kadar. Hannay’in hayatı ve Britanya’nın güvenliği büyük bir tehlike altındadır ve her şey şaşırtıcı bir muammanın çözümüne bağlıdır: Otuz dokuz basamak.
Alfred Hitchcock’un 1935’teki muhteşem sinema uyarlaması dahil olmak üzere birçok film ve tiyatro oyununun temelini oluşturan, James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’e dahi esin kaynağı olan Otuz Dokuz Basamak, 20. yüzyılın kült polisiye-macera romanlarından biri.
“Richard Hannay… modern bir gezgin-şövalye.”
The Observer
BİRİNCİ BÖLÜM
Ölen Adam
O mayıs günü öğleden sonra 15.00 sularında şehirden döndüğümde hayattan fena halde bezmiş durumdaydım. Üç aydır memleketteydim ve canıma tak etmişti. Eğer bir yıl önce biri kendimi böyle hissedeceğimi söyleseydi herhalde gülüp geçerdim; ama durum böyleydi işte. Hava sinirlerimi bozmuş, sıradan İngilizlerin konuşmaları içimi karartmıştı, hareketsiz kalmıştım, Londra’nın eğlencelerini ise güneşte kalıp gazı kaçmış maden sodası kadar tatsız buluyordum.
“Richard Hanney,” deyip duruyordum kendi kendime, “yanlış yoldasın oğlum, bir an önce dön bu yoldan.” Bulawayo’daki1 son yıllarımda kurduğum planlar aklıma geldikçe öfkeden kudurmamak için kendimi güç tutuyordum. Dünyalığı doğrultmuştum – gerçi küpümü doldurduğum söylenemezdi ama yuvarlanıp gidiyordum; günümü gün etmiş, kurtlarımı dökmüştüm. Babam beni İskoçya’dan altı yaşında getirmişti, o günden beri de eve geri dönmemiştim; diyeceğim, İngiltere benim için rüya gibi bir yerdi, geri kalan ömrümü orada geçirmeyi düşünüyordum. Ama daha en baştan düş kırıklığına uğramıştım. Bir hafta geçmeden orada burada sürtüp durmaktan bıkmıştım; daha bir ay olmamıştı ki lokantalardan, tiyatrolardan ve at yarışlarından usanmıştım. Bunun nedeni birlikte gezip tozabileceğim gerçek bir dostumun olmamasıydı herhalde. Birçokları beni evlerine davet ediyor ama doğrusu pek o kadar ilgilenmiyorlardı. Bana Güney Afrika’yla ilgili birkaç gelişigüzel soru sorduktan sonra kendi sorunlarına dönüyorlardı.
Yayılmacılık yanlısı pek çok hanım beni çaya davet edip Yeni Zelanda’dan gelmiş öğretmenlerle, Vancouver’dan gelmiş yayın yönetmenleriyle tanıştırıyordu, doğrusu yüreğimi en çok daraltan da buydu. Başı yastık yüzü görmemiş, iyi vakit geçirecek kadar parası olan otuz yedi yaşında bir adam olmama karşın sabahtan akşama kadar sıkıntıdan patlıyordum. Çekip gitmeye, Güney Afrika bozkırlarına geri dönmeye karar vermek üzereydim çünkü Birleşik Krallık’ta benim kadar ruhu kararmış biri daha yoktu. O gün öğleden sonra sırf zihnim biraz dağılsın diye yatırımlar konusunda borsa danışmanlarımın kafasını ütülemiş, eve dönerken de kulübe uğramıştım aslına bakılırsa burası bir kulüpten çok, yalnızca kolonilerde yaşamış kişilerin alındığı küçük bir bardı. Az alkollü bir kokteyl söyleyip akşam gazetelerine göz attım.
Yakındoğu’da kopan hengâmeyle ilgili haberlerden geçilmiyordu, bir de Yunanistan Başbakanı Karolidis’le ilgili bir makale vardı. Adama imrenmedim desem yalan olur. Neresinden baksan gösterideki esas adam gibi görünüyordu; üstelik kartlarını açık oynuyordu, öbürlerinin çoğu için aynı şeyi söylemek zordu. Anlaşılan, Berlin ve Viyana’dakiler ona düşman kesilmişlerdi; ama biz onun arkasında duracaktık, gazetelerden birine göre de Avrupa ile Mahşer arasındaki biricik engel oydu. Aklımdan oralarda kendime bir iş bulsam diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Arnavutluk insanı sıkıntıdan kurtarabilecek bir yer gibi gelmişti bana.
18.00 sularında eve dönüp giyindim, Café Royal’de yemek yedikten sonra bir müzikhole daldım. Hoplayıp zıplayan kadınlarla işkembe suratlı heriflerden geçilmeyen o abuk sabuk gösteriye katlanamayıp kendimi dışarı attım. Güzel, dingin gecede, Portland Place yakınlarında kiraladığım daireye yollandım. Kaldırımda adeta üstüme üstüme gelen bir yığın insan hızlı hızlı bir şeyler konuşarak sağımdan solumdan geçip gidiyordu, bir şeylerle meşgul oldukları için onlara imreniyordum. Bu tezgâhtar kızlar, işyeri çalışanları, iki dirhem bir çekirdek beyler ve polisler hayata onları ayakta tutan bir bağlılık duyuyorlardı. Sıkıntıdan esneyip durduğunu gördüğüm bir dilenciye 2,5 şilin verdim; ne de olsa aynı dertten mustariptik. Oxford Kavşağı’na vardığımda kafamı kaldırıp bahar göğüne baktım ve yemin ettim. Bu ülkeye bana bir uğraş bulması için bir gün daha verecektim; değişen bir şey olmazsa Cape Town’a giden ilk gemiye binecektim. Dairem Langham Place’in arkasındaki yeni bir apartmanın ilk katındaydı. Apartmanın ortak bir merdiveni vardı, girişte de bir kapıcı ile bir asansörcü bulunuyordu; ama lokanta gibi bir şey olmadığı gibi daireler de birbirinden epeyce ayrı tutulmuştu.
Uşakların evde yatıp kalkmasından nefret ederim, o nedenle gündüzleri gelip bana bakacak birini tutmuştum. Her sabah 8.00’den önce geliyor, 19.00’da gidiyordu çünkü akşamları hiç evde yemiyordum. Tam anahtarla kapıyı açıyordum ki yanı başımda bir adam olduğunu fark ettim. Yaklaştığını görmediğim için birden belirince afalladım. Kısa kahverengi sakallı, minik mavi gözleriyle çıldır çıldır bakan çırpı gibi bir adamdı. Hemen tanıdım, en üst katta oturuyordu, bir sabah merdivenlerde laflamıştık. “Size bir şey diyecektim,” dedi. “Bir dakika gelebilirmiyim?” Koluma yapışmış, sesinin titremesini önlemeye çalışır gibiydi. Kapıyı açıp içeriye buyur ettim. Kapıdan içeri girer girmez sigara içtiğim ve mektuplarımı yazdığım arka odaya daldı. Çok geçmeden yıldırım gibi döndü. Telaşla, “Kapı kilitli mi?” diye sorduktan sonra gidip kendi eliyle zinciri taktı. “Çok özür dilerim,” dedi saygılı bir sesle. “Belki haddini bilmezin biriyim ama anlayışlı biri gibi geldiniz bana. Bütün hafta işler sarpa sardığında sizi düşünmeden edemedim.
Diyeceğim, bana bir iyilikte bulunur musunuz?” “Dinlerim sizi,” dedim. “Ancak buna söz verebilirim.” Bu evhamlı ufak tefek adamın gariplikleri beni kaygılandırmaya başlamıştı. Yanındaki masada bir içki tepsisi duruyordu, oradan kendine sert bir viski soda doldurdu. Üç yudumda gövdeye indirdikten sonra bardağı masaya koyarken çatlattı. “Özür dilerim,” dedi, “bu gece biraz tedirginim de. Bakın, ben şu anda ölü sayılırım.” Koltuğa oturup pipomu yaktım. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordum. Delinin tekine çattığımdan neredeyse kuşkum kalmamıştı. Gergin yüzünde bir gülümseyiş gezindi. “Delirmiş falan değilim – henüz. Şimdi, efendim, bir süredir izliyorum sizi, bana kalırsa soğukkanlı birisiniz. Yine bana kalırsa hem dürüst hem de gerektiğinde korkusuzca davranmaktan kaçınmayacak bir adamsınız. Size bir sırrımı açacağım. Şu anda dünyada hiç kimse benim kadar yardıma muhtaç değildir. Bilmem size güvenebilir miyim?” “Siz bir anlatın bakalım,” dedim, “o zaman söylerim güvenip güvenemeyeceğinizi.” İyice bir soluklandıktan sonra deli saçması bir hikâye anlatmaya başladı. İlk başta neden söz ettiğini kavrayamadığım için ikide bir sözünü kesip birtakım sorular sormak zorunda kaldım. Özetleyecek olursam:
Amerikalıydı, Kentucky’dendi; yüksekokulu bitirdikten sonra, hali vakti de yerinde olduğundan dünyayı gezmeye başlamıştı. Biraz bir şeyler yazmış, bir Chicago gazetesinde savaş muhabirliği yapmış, Güneydoğu Avrupa’da bir-iki yıl geçirmişti. Belli ki yabancı diller konusunda uzmandı ve oraların toplumunu çok iyi tanımıştı. Adlarını gazetelerden hatırladığım birtakım kişileri yakından tanıyormuş gibi konuşuyordu. Bana söylediğine göre, ilk başlarda sırf ilginç bulduğu için politikaya bulaşmış, bir daha da yakasını kurtaramamıştı. Bana her işi sonuna kadar kurcalamaktan kendini alamayan, aklı ermiş, tez canlı biri gibi gelmişti. Ama galiba bu sefer biraz fazla kurcalamıştı!
Size bana anlattıkları kadarını, anlattıklarından çıkarabildiklerimi de aktarıyorum. Bütün devletler ve ordulardan habersiz, çok tehlikeli kişilerce tezgâhlanan büyük bir yeraltı seferberliği sürüyordu. O da bundan bir rastlantı sonucu haberdar olup kendini kaptırmış, biraz kurcalayınca da kendini işin içinde bulmuştu. Anlaşılan, bu işin içindeki kişilerin çoğu devrimleri yapan şu mürekkep yalamış anarşistlerdi ama onların yanı sıra derdi günü para olan sermaye sahipleri de söz konusuydu. Akıllı bir insan fiyatların düştüğü bir piyasadan büyük kazançlar sağlayabilir; nitekim bu durum da Avrupa’yı birbirine düşürmek isteyen her iki tarafa da yarıyordu. Bana aklımın almadığı birçok konuyu açıklığa kavuşturan tuhaf şeyler anlattı durdu – Balkan Savaşı’nda neler olup bitmişti, bir ülke nasıl oluyor da birden öbürlerine baskın çıkıyordu, ittifaklar nasıl kurulup nasıl bozuluyordu, bazı insanlar nasıl olup da sırra kadem basıyordu, savaş için gerekli kaynaklar nereden geliyordu. Bu komplonun bir tek amacı vardı, o da Rusya ile Almanya’nın arasını bozmaktı. Bütün bunların nedenini sorunca da, anarşist takımının böylece beklediği fırsatı yakalayacağını düşündüğünü söyledi. Tüm uygarlıkların bir potada kaynaşmasının, böylece yeni bir dünyanın doğmasının beklentisi içindeydiler. Kapitalistler paraya para demeyecekler, yıkıntılar üstünden ceplerini dolduracaklardı. Sermayenin vicdanı da, vatanı da yoktur diyordu. Kaldı ki, bütün bunların arkasında Yahudiler vardı, Yahudiler de Rusya’yı günahları kadar sevmiyorlardı. “Nedenini merak ediyor musunuz?” diye haykırdı. “Yahudiler üç yüz yıl boyunca zulme uğradılar, şimdi o pogromların rövanş maçı oynanıyor. Yahudiler aslında her yerdeler ama onları bulmak için köşe bucak aramanız gerekir. Örneğin, herhangi bir büyük Alman şirketini alın.
O şirketle bir işiniz varsa, karşılaşacağınız ilk kişi Prens von Bilmem Ne adında, kusursuz İngilizce konuşan kibar bir genç adam olur. Ama onun zerrece önemi yoktur. Yapacağınız işin çapı büyükse, bu sefer karşınızda yassı alınlı, fırlak çeneli, domuz gibi bakan bir Vestfalyalı bulursunuz. O adam sizin İngiliz gazetelerinizin alttan alta gözünü korkutan Alman işadamıdır. Ama işinizin çapı çok daha büyükse ve asıl patrona ulaşmak zorundaysanız, işte o zaman tekerlekli iskemlesinde oturmuş, gözlerini bir çıngıraklıyılan gibi size dikmiş, soluk yüzlü ufak tefek bir Yahudinin karşısında bulursunuz kendinizi. Evet, efendim, bu adam şu anda dünyaya hükmediyor ve Volga kıyısındaki küçük bir kasabada teyzesi eziyet gördüğü, babası kırbaçlandığı için çarın imparatorluğuna kancayı takmış bulunuyor. Onun Yahudi anarşistlerinin biraz geride kalmış gibi göründüklerini söylemeden edemedim. “Hem öyle hem de değil,” dedi.
“Bir yere kadar kazandılar ama sonunda paradan daha büyük, parayla satın alınamayacak bir şey buldular, insanlığın eski ilkel savaşma içgüdülerini. Öldürülmekle karşı karşıyaysanız uğrunda savaşacağınız bir bayrak ve ülke yaratır, sonunda sağ kalırsanız da ona gönül verirsiniz. Bu cin fikirli asker müsveddeleri de gönül bağlayacakları bir şey bulunca Berlin ve Viyana’da yapılan o güzel plan bozuldu. Ama bu adamlar henüz son kozlarını oynamadılar. Son kozlarını saklıyorlar ve ben bir ay daha hayatta kalamazsam bu kozu oynayıp kazanacaklar.” “Ama ben sizi öldü sanıyordum,” diyecek oldum. “Mors janua vitae,”1 diyerek gülümsedi. (Bu deyimi biliyordum; bildiğim tüm Latince de bu kadardı.) “Buna daha sonra geleceğim ama size önce pek çok konuda bilgi vermek zorundayım. Gazete okuyorsanız herhalde Konstantinos Karolidis adını biliyorsunuzdur.” Karolidis adını duyunca şöyle bir doğruldum yerimden çünkü daha o gün öğleden sonra onunla ilgili bir şeyler okumuştum. “Bu adam onların bütün oyunlarını boşa çıkardı.
Bu gösterideki asıl beyin o, hem de dürüst bir insan. O yüzden şu son on iki aydır gözden düşürmeye çalışıyorlar. Bunu anlamam doğrusu hiç de zor olmadı, ahmağın teki bile anlardı. Ama onu nasıl halledeceklerini de öğrendim, işte bu çok tehlikeli bir bilgiydi. İşte bu nedenle ölmem gerekti.” Bir içki daha almaya kalktı ama bu sefer içkisini kendi elimle verdim; çünkü bu zavallıya ilgi duymaya başlamıştım. “Onu kendi ülkesinde halledemezler, Epir’li korumaları onların canına okur. Ama 15 Haziran’da bu şehre geliyor. Britanya Dışişleri Bakanlığı şu sıralar uluslararası çay partileri düzenliyor, bunların en büyüğü de o gün. Karolidis de bu partinin baş konuğu; bu adamlar istediklerini yaparlarsa kendisine hayranlık duyan vatandaşlarına asla kavuşamaz.” “Kolayı var,” dedim. “Ülkesinden ayrılmaması için kendisini uyarabilirsiniz.” “Böylece onların istediği olsun, öyle mi?” diye soruverdi. “Karolidis gelmezse kazanan onlar olur çünkü bu düğümü çözecek tek adam o. Hükümeti uyarılacak olursa Karolidis gelmez çünkü 15 Haziran’ın ne kadar önemli sonuçları olacağından haberi yok.” “Ya Britanya hükümeti?” dedim. “Konuklarının öldürülmesine göz yumacak değiller ya. En küçük bir bilgi çıtlatılsa olağanüstü önlemler alırlar.” “Faydası olmaz. Şehri sivil hafiyelerle de doldursalar, polis sayısını iki katına da çıkarsalar Konstantinos paçayı kurtaramaz. Bu adamlar bu oyunu gazozuna oynamıyor.
Bu cinayeti bütün Avrupa’nın gözleri önünde büyük bir olay yaratmak için işlemek istiyorlar. Karolidis’i bir Avusturyalı öldürecek, böylece Viyana ve Berlin’deki kodamanların bu işte parmağı olduğunu göstermek için epeyce kanıt olacak. Bu hiç kuşkusuz kuyruklu bir yalan ama olup bitenin dünyanın gözüne umutsuz görünmesine yetecek. Palavra sıkmıyorum, arkadaşım. Açıkçası bu korkunç tertibi en küçük ayrıntısına kadar biliyorum; bakın buraya yazıyorum, Borgia’lardan bu yana görülmüş en kusursuz kalleşlik olacak. Ama 15 Haziran’da Londra’da bu tertibin içyüzünü bilip de hayatta olan biri varsa bu iş kursaklarında kalacaktır. O biri de kulunuz Franklin P. Scudder olur.” Bu ufarak adamcağızı sevmeye başlıyordum. Birden suspus oldu, dimdik bakan gözlerinden alevler çıkıyordu. Eğer bana maval okuyorsa da doğrusu iyi rol kesiyordu. “Bu hikâyeyi nereden duydunuz?” diye soracak oldum. “İlk ipucuna Tirol’deki Achensee Gölü kıyısındaki bir handa rastladım. O vakit sorup soruşturmaya başladım; sonra Buda’nın Galiçya kesimindeki bir kürkçüde, Viyana’daki bir Yabancılar Kulübü’nde ve Leipzig’de Racknitzstrasse’deki küçük bir kitapçıda daha başka birtakım ipuçlarına eriştim. Araştırmamı on gün önce Paris’te tamamladım. Şimdi ayrıntılara girmeyeyim, çok uzun sürer. İyice emin olunca da ortadan kaybolmakta fayda var diye düşündüm ve en olmadık yolları izleyerek bu şehre geldim. Paris’ten Fransız asıllı Amerikalı züppe bir delikanlı kılığına girerek ayrıldım, Yahudi bir elmas tüccarı kılığında Hamburg’dan gemiye bindim. Norveç’te Ibsen üstüne kaynak araştıran bir İngiliz öğrenci oldum ama Bergen’den ayrıldığımda kayak filmlerine odaklanmış bir yönetmen olmuştum. Leith’ten buraya da Londra gazetelerine sunmak üzere pek çok hamur kâğıt önerisiyle geldim.
Düne kadar izimi büyük ölçüde kaybettirdiğimi sanıyor ve çok seviniyordum. Derken…” Gözünün önüne gelenler onu allak bullak etmiş gibiydi, bir viski daha yuvarladı. “Derken, sokakta, apartmanın önünde duran bir adam gördüm. Bütün gün odamdan dışarıya çıkmıyor, ancak hava karardıktan sonra kimseye görünmeden birkaç saatliğine dışarıya çıkıyordum. Adamı pencereden bir süre izledikten sonra tanır gibi oldum… Kapıdan içeriye girip kapıcıyla bir şeyler konuştu… Dün akşam yürüyüşten dönünce posta kutumda bir kart buldum. Kartta hayatta karşılaşmak istemeyeceğim o adamın adı vardı.” Sanırım konuğumun gözlerindeki bakış, yüzündeki dehşet dürüstlüğüne tümden inanmamı sağladı. Ondan sonra ne yaptığını sorarken benim sesimin de hırçınlaştığını sezdim. “Kapana kısıldığımı ve tek bir çıkış yolumun olduğunu fark ettim. Ölmekten başka bir çarem yoktu. Peşime düşenler öldüğümü sanırlarsa arkamı bırakırlardı.”
“Peki, bunu nasıl yaptınız?” “Uşağıma kendimi hiç iyi hissetmediğimi söyledikten sonra kendimi ölü gibi göstermeye hazırlandım. Kılık değiştirmekte üstüme olmadığı için en küçük bir zorluk çekmedim. Sonra bir ceset buldum – nereye bakacağınızı biliyorsanız Londra’da her zaman bir ceset bulabilirsiniz. Cesedi bir sandığa koyup dört tekerli bir arabayla eve taşıdım; yukarıya odama çıkarmak için yardım almam gerekti. Anlayacağınız gibi, açılacak soruşturma için bazı tanıklar oluşturmak zorundaydım. Yatağa girip uşağımdan bana uyku ilacı hazırlamasını istedim, sonra da çekip gitmesini emrettim. Doktor çağırmaya kalktıysa da bir küfür savurup doktor bozuntularına dayanamadığımı söyledim. Yalnız kalınca hemen cesedin üstünde bazı değişiklikler yapmaya başladım.
Beden ölçülerimiz aynıydı, içkiyi fazla kaçırdığı için öldüğü anlaşılıyordu, o yüzden ortalığa içki şişeleri bıraktım. Çenesi benim çeneme hiç benzemediği için tabancayla ateş edip çenesini parçaladım. Yarın biri kalkıp silah sesi duyduğuna yemin edebilir ama benim katta başka oturan olmadığı için bu riski göze aldım. Pijamalarımı giydirdiğim cesedi yatağa yatırdım, yatak örtüsünün üstüne bir tabanca bırakıp odanın altını üstüne getirdim. Sonra olağanüstü durumlar için ayırdığım bir takım elbiseyi giydim. İz bırakmaktan çekindiğim için tıraş olmayı göze alamadım; kaldı ki, kendimi sokağa atmaya kalkışmam gereksizdi. Bütün gün aklımdaydınız zaten, sizin yardımınıza başvurmaktan başka bir çözüm yok gibiydi. Eve döndüğünüzü görünceye kadar pencerede bekledikten sonra sessizce merdivenlerden inip karşınıza çıktım… İşte böyle, efendim, olup biteni aşağı yukarı benim kadar biliyorsunuz artık.” Baykuş gibi göz kırpıştırarak diken üstünde oturuyor ama çok kararlı görünüyordu. Artık bana doğru söylediğinden kuşkum kalmamıştı. Gerçi anlattığı hikâye çılgıncaydı ama sonradan doğru çıkan pek çok akıl almaz hikâye dinlemiştim; böyle durumlarda hikâyenin kendisinden çok anlatana bakmak gerektiğini biliyordum. Eğer benim daireme yerleşmek, sonra da gırtlağımı kesmek isteseydi daha beylik bir hikâye uydururdu. “Bana anahtarınızı verin,” dedim, “cesede bir bakmak istiyorum. Bu kadar temkinli davrandığım için beni bağışlayın ama anlattığınız hikâyeyi mümkünse biraz olsun doğrulamam gerekiyor.” Başını sallarken üzülmüş gibiydi. “Anahtarı isteyeceğinizi tahmin ediyordum ama ne yazık ki üstümde değil. Tuvalet masasında bıraktım.
Orada kalmalıydı çünkü ardımda kuşku uyandıracak hiçbir ipucu bırakmamam gerekiyordu. Peşimdekiler cin gibi adamlar. Bu gece benim sözüme güvenin, bu ceset işi yarın apaçık ortaya çıkacak.” Bir an düşündüm. Sonra, “Tamam. Bu geceliğine sözünüze güveniyorum,” dedim. “Şimdi sizi bu odaya kapatıp anahtarı da yanıma alacağım. Yalnız unutmayın, Mr. Scudder. Doğru söylediğinize inanıyorum ama bana maval okuyorsanız attığını vuran biriyimdir, ona göre.” “Ona ne şüphe!” dedi yerinden fişek gibi fırlayarak.
“Henüz adınızı öğrenme şerefine nail olmadım, efendim, ama besbelli iyiliksever birisiniz. Lütfedip bana bir ustura verirseniz size medyun olurum.” Onu yatak odama götürdüm ve yalnız bıraktım. Yarım saat geçmiş geçmemişti ki dışarıya neredeyse bambaşka biri çıktı. Yalnızca gözlerindeki o keskin bakış değişmemişti. Sinekkaydı tıraş olmuş, saçını ortadan ayırmış, kaşlarını kesmişti. Dahası talimli bir asker gibi yürüyordu, koyu tenine kadar uzun zaman Hindistan’da görev yapmış bir İngiliz subayından farkı kalmamıştı. Gözünde bir monokl vardı, konuşmasından Amerikalı olduğunu anlamak mümkün değildi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOtuz Dokuz Basamak
- Sayfa Sayısı152
- YazarJohn Buchan
- ISBN9789750763632
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Darren Shan Efsanesi 01: Ucubeler Sirki ~ Darren Shan
Darren Shan Efsanesi 01: Ucubeler Sirki
Darren Shan
Darren Shan sıradan bir öğrenciydi; ta ki Ucubeler Sirki’ni ziyaret etmek için bir bilet kazanana… Madam Octa ile karşılaşana… Gecenin karanlığından çıkan bir yaratıkla...
- Köpekleri Seven Adam ~ Leonardo Padura
Köpekleri Seven Adam
Leonardo Padura
Küba edebiyatının yaşayan en önemli yazarı sayılan Leonardo Padura, bu romanın örgüsünü devrimci lider ve komünist kuramcı Leon Troçki‘nin 1940 yazında, Meksiko kentinde NKVD...
- Labirentindeki General ~ Gabriel Garcia Marquez
Labirentindeki General
Gabriel Garcia Marquez
Irmak boyunca ona talihsizliklerini anlatan eski kurtuluş ordusu subayları ve erlerine karşı öylesine cömert davranmıştı ki, Turbaco’ya geldiğinde yolculuk için elinde bulunan maddi olanaklarının...