Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Aile Romanının Sonu
Bir Aile Romanının Sonu

Bir Aile Romanının Sonu

Peter Nadas

Péter Nádas’tan sıra dışı bir aile destanı, masallar ve efsanelerle örülü olağanüstü bir kurgu. 1950’lerin Macaristan’ında annesi ölmüş, babası vatana ihanetle suçlanan, büyükannesi ile…

Péter Nádas’tan sıra dışı bir aile destanı, masallar ve efsanelerle örülü olağanüstü bir kurgu. 1950’lerin Macaristan’ında annesi ölmüş, babası vatana ihanetle suçlanan, büyükannesi ile büyükbabası tarafından yetiştirilen bir çocuk: Simon. Bu iki koruyucusunun da ölümünün ardından bir gün yetkililer tarafından belirsiz bir kuruma bırakılan Simon, “aile romanı”nın içinde kayboluyor. Büyükannesiyle ilişkisi ile komşu çocuklarla oynadığı oyunlar, babasının gece yarıları yaptığı gizli ziyaretler ile büyükbabasının aile geçmişiyle ilgili anlattığı hikâyeler…

Buhranlı zihninin ağlarından süzülürken birbirine karışan anıları, etrafını saran yabancılaşma ve ihanet döngüsüne dair karanlık bir tanıklık niteliği taşıyor. Bir Aile Romanının Sonu, bir ailenin, hatta bir toplumun duygusal gerilimleri ile güvensizliklerini okura aktarmaktan çekinmeyen, cesur bir hikâye. Nádas’ın bu çarpıcı ilk romanı, şimdi Gün Benderli’nin bir o kadar çarpıcı çevirisiyle Türkçede.

Leylak ve badem ağaçlarının arasında, mürverlerin altında. Rüzgâr esmediği halde bazen bir yaprağı kımıldayan ağacın biraz berisinde. Ailemiz üç kişilikti: baba, anne ve çocuk. Ben babaydım, Éva anne. Çalılıktayken vakit hep akşam olurdu. “Hep uyku, hep uyku! Niçin durmadan uyuyoruz?” Anne çocuğu yatırdı. “Babası, çocuğa bir şey anlatsana!” Mutfaktan kap kacak sesleri geliyor, bulaşık yıkıyor demek. Ben yazı masamın başında Nina Potapova’nın1 kitabından güya Rusça çalışıyorum, Éva’nın seslendiğini duyunca kalkıp çocuk odasına gittim.

Çocuk odasının içini samanla kaplamıştık, yumuşacıktı. Yatağın kenarına oturdum, çocuğun başını kucağıma yatırdım. Ellerimi ıslak saçları arasında gezdirdim, sarıldım ona. Annem bana nasıl sarılıyorsa öyle, avucumu nemli alnına değdirdim, tenimde hissettiğim kendi elim mi yoksa onun alnı mı anlayamadım. Boynunda kalın bir damar vardı. Bu damarı delsem kanı fışkırır, akar. Mutfaktan hâlâ kap kacak sesleri geliyordu. “Acele et babası, yoksa suareye geç kalacağız!” O hep suarelere gitmek istiyordu, ben masal anlatırken acele etmek istemiyordum, çocuğun nemli saçlarını kucağımda duymak hoşuma gidiyordu. “Ne anlatayım sana?” Çocuk gözlerini açtı. “Ağacı anlat yine.” Bana bakan gözlerini görünce masalı değil, sahiden bir çocuğum olsaydı da kucağımda böyle yatsaydı, diye düşündüm. “Tamam. Ağacı anlatayım ama yum gözlerini, öyle dinle. Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde bir ağaç varmış.

Çok özel bir ağaçmış bu. Bu ağacın bir tane yaprağı varmış. Bin tane. Ama benim anlattığım yaprak çok özelmiş çünkü diğer yapraklara hiç benzemiyormuş. Bu ağacın bulunduğu bahçe lanetli bir bahçeymiş. Bu bahçenin nerede olduğunu kimse bilmiyormuş, sadece böyle bir bahçe olduğunu biliyorlarmış, o kadar. Çok aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Bir sürü polis hafiyesi de aramış bahçeyi, polis köpeklerine de aratmışlar. Rahat dur, kıpırdama! Bahçe sokaktan bakıldığında görünmüyormuş. Uçaktan da görünmüyormuş. Ama biz biliyorduk girişinin nerede olduğunu. Bahçeye giden gizli bir tünel vardı, tünelin kapısı bir çalılığın arkasındaydı.

Tünelden geçince sokaktan doğru bahçeye giriliyordu! Bu gizli tünelde yarasalar vardı, orada yaşıyorlardı. İşleri bahçeyi korumaktı. Yarasa pis kokar. Biz buna rağmen çıktık yola çünkü ben sihirli sözü biliyordum: Yarasa yarasa, koydum seni torbaya! Tohumu ektim, torbayı diktim! diye bağırınca yarasalar tünelin en karanlık yerlerine kaçıp gizlendiler. Yanımıza cep lambası da almıştık, hani o ışığı tek yere odaklananlardan. Bir de ne görelim, yol hâlâ serbest değil, bu sefer ahtapotlar geliyor. Ahtapotların gözleri projektör gibi. Birisi tünele girecek olursa hemen ona doğru yüzüyorlar. İkiyaşamlı ahtapotlar bunlar, havada da çok hızlı yüzüyorlar. Geceleri mağaralarından çıkıyorlar ama gizli kalmak istedikleri için gözlerini kullanmıyorlar. Fakat birisi mağaraya girerse o zaman yandı! Hemen kollarının arasına alıp canı çıkıncaya kadar sıkıyorlar. Biz mağarada yürümeye başladık, yerler kemik doluydu. Çok kişi girmiş bu mağaraya ama kimse bahçeye kadar gidememiş. Bunu düşünememişiz işte.

Yarasaları yenersek yolumuz açılır sanmıştık.” Babaannem bütün gün yatakta yatıp limonlu şeker yerdi. Bakkalda iki kırka alıyordu şekerleri. Limonlu şekeri ben de çok severdim, bir süre emer, ağzımda yuvarlardım; dilimle oraya buraya çevirir sonra birden ısırırdım, o zaman içinden limonlu ahududu tadındaki jelatin fışkırıverirdi. Babaannem hep kendisi giderdi bakkala şeker almaya. Yüzer gramlık altı külah alırdı. Haftanın her günü için bir tane. Cuma günü oruç tutardı. Külahları yastığının altına koyardı. Şekerler yastığın altında erir, önce birbirine sonra da külahın kâğıdına yapışırdı. Bana sen de alabilirsin, dediğinde elime üç şeker birden geldiği olurdu. Ama bazen boşuna isterdim. “Babaanne şeker versene!” “Vermem!” “Babaanne şeker ver!” “Yok!” “Yalan söyleme babaanne!” “Yok dedim ya, kalmadı! Ama olsa da vermezdim. Şeker dişleri çürütür. Dişlerine yazık olur! Dişler çok lazımdır insana!” Babaannem yatağına siyah bir kıyafetle yatardı, büyükbabam ölmüştü çünkü. Büyükbabam öldükten sonra babaannem bir daha hiç yemek pişirmedi. Ben tereyağlı ya da hardallı ekmek yerdim, o şekerlerini çiğneyip dururdu. Geceleri uyumazdı, pencerenin önünde durur beklerdi, büyükbaban gelecek ama ne zaman geleceği belli değil, derdi. Büyükbabam bana çok şey anlatırdı. Sahici masal değil; hayattan, olmuş şeyler. “Şimdi hayatımın mutluluğunu anlatayım,” der, onu mutlu eden olayları anlatırdı. Ya da derdi ki: “Şimdi ölümden nasıl kurtulduğumu anlatayım. Bir keresinde, 1915 yılının 3 Ocak’ında süvarilerimle devriyeye çıkmıştık. Sibirya’da yoğun sis vardı o gün. Derken tuhaf birtakım nal sesleri çarptı kulağıma, herhalde, dedim, bunlar bizim atlarımızın nallarından çıkıyor, yoğun siste sesler yankılanıyor, onun için böyle tuhaf geliyor kulağıma. Birkaç dakika geçti geçmedi birden yoğun sisi yabancı atlılar yardı. Gölgeymiş gibi görünüyordu hepsi. Düşünmeye bile vakit kalmadı.

Birbirimize o kadar yakın düştük ki, at insandan daha akıllı hayvan olmasa çarpışacağız. Atlar şaha kalktı, kişnedi. Köpoğlu Sırp çekti kılıcını. Ben de çektim! Kapıştık. Ama onun pozisyonu daha elverişliydi, daha yüksekte duruyordu. Ben giriştim kılıcımla, o kılıcını öyle bir salladı ki, eğer atın üstünde boynumu kısmasaydım kellem kesin uçardı, neyse ki sadece kalpağım gitti. Sonum geldi anlaşılan, dedim kendi kendime. Tam o sırada süvarilerimden biri yetişti. Köpoğlu Sırp kılıcını bir de yukarıdan aşağıya indirmek üzere kaldırırken –valla atımla birlikte iki parçaya ayrılırdık– süvarim kellesini uçuruverdi.” Büyükbabam bunu anlatırken o kadar gülerdi ki takma dişleri yerinden fırlayıp ağzına düşerdi; hemen düzeltir, yerine yerleştirirdi dişlerini. “İlk kurtuluşum böyle oldu işte.

Ya da doğuşum diyelim. Tanrı yardımcım oldu. Sonra bir keresinde Fiume’deyiz1 , tam da doğum günümde. 1916’da bir sonbahar günü, tamı tamına Kasım’ın 10’unda. Önümüzde Prinz Eugen gidiyor, biz de arkasından. Bir saat gittik gitmedik, birden bir top atışı! Prinz Eugen iki yara aldı, battı. İçindekiler hep boğuldu denizde. Biz kendi gemimizde yolumuza devam ettik, ta Durrës’e varıp demir atana kadar. Yol boyunca koltuğumun altındaki kocaman bir çıban bir türlü patlamak bilmedi; kolumu indiremiyordum, o derece. Meğer orada da kolera bekliyormuş bizi. Herkes yakalandı hastalığa. Ama ben onu da atlattım. Oysa Fiume’deyken ben de Prinz Eugen’e binmek istemiştim. Ya, böyle işte! Çıban yüzünden yüzemezdim bile, yani yüzme bilseydim eğer!

tuhaf geliyor kulağıma. Birkaç dakika geçti geçmedi birdenTanrı beni terk etmedi, yardım etti bana. Gördüğün gibi buradayım! Yaş seksen dört. Az buz değil! Sonra daha neler neler geldi başıma. Dördüncü kattan atılan bir kollu şamdan az kaldı tepeme iniyordu. Bir keresinde de üç gündür yürütüyorlardı bizi. O zaman genç de değildim artık. Zorunlu yürüyüştü bu, Ruslar geliyordu peşimizden. Günde iki kez biraz dinlenebiliyorduk o kadar. İnsanın sıçmaya bile vakti olmuyordu. Durduğumuzda her birimiz olduğumuz yere çöküyorduk.

Bir keresinde yol kenarına öylesine yatmışım, Saalfeld Ormanı’ndayız, toprağa bakıyorum, ya ben gençliğimde gelmiştim buraya, ne kadar garip, o zaman başkaydı burada olmamın nedeni, ne kadar güzel, yumuşak bir toprak bu. Yani tam beni içine alıp sarmalamak için yaratılmış sanki, geri geldim işte. Burada kalıyorum, tamam, benim yerim senin koynun, artık ben buradan kalkmam, bir yerlere gitmem, diye düşünüyorum.” Büyükbabam öykünün burasına geldiğinde her defasında başını kaldırır ve öyle bir bağırırdı ki ağzı kapkara olurdu. “Aufstehen! Schnell! Los! Schnell! Los!”1 Sonra bir süre susardı, yüzü yine eski rengini alır sararırdı.

“Orada yerde yatarken kendi kendime, bağır sen bağır, diye düşündüm, bana boşuna bağırıyorsun, ben kendimi artık toprağa teslim ettim. Görüyor musun insan ne kadar kendini beğenmiş bir hayvan. Hayatı kendi elinde sanıyor. Sanki hayat onun iradesine bağlıymış gibi. Ne münasebet! Ben istediğim kadar böyle düşüneyim, her şey başka türlü oldu. Alman dikildi başıma. Warum stehst du nicht auf mein lieber Jude?2 Zar zor başımı kaldırdım. Bakıyorum, tabancasını çekmiş bile. İyi, hemen bitecek demek. Ama istedim ki, istedim ki onun değil, benim irademle olsun. Ne olur vur beni! Vurmadı. Tabancasını yerine koydu. Baktı. Akıllı, kahverengi, uysal gözleri vardı, bir köpeğin gözleri gibi. Bir tükürük attı üstüme. Sonra bir de tekme vurdu, yürüdü gitti. Tanrı böyle kurtardı hayatımı. Orada yol kenarında, bıraktı yaşayayım diye.” Büyükbabam öldükten sonra babaannem hep ışıkları söndürür, yatağıma oturur bana bir şeyler anlatırdı. Elektriği israf etmemizi istemezdi. Bir keresinde annemi anlatmasını istedim. Ama o uyumamı bekledi. Ben uydurma masalları daha çok severdim. Ben baba olduğum zaman çocuğu yatırdığımızda hep bir masal uydururdum. Ağaç masalı şöyle devam ederdi: “İki değnek aldık elimize. Ahtapotlar geldi.

Yüz tane. Her bir ahtapotun elli kolu vardı. Değneği şöyle bir salladım! Bize bir şey yapamayacaklarını anladılar! Hemen girdik bahçeye! Arkamızdan bakakaldılar! İyi de, biz de bakakaldık! Çünkü bahçe ağaç doluydu. Çok tuhaftı ağaçlar! Her türlü ağaç vardı ama hiçbirinin ne ağacı olduğu anlaşılmıyordu. Şeftali ağacı sandığımızdan erikler, kirazlar, vişneler hatta üzüm salkımları sarkıyordu. Tıka basa doyurduk karnımızı. Anlattığım ağacı çok sonra fark ettik.” Burada kestim anlatmayı. Kucağımda uyuyan yabancı bir baştı. Buraya nasıl geldiğimi kendim de anlamadım. Yarıaçık ağzından muntazam nefes alıyordu. Çok uzaklarda bir otomobil durdu, motorunu çalıştırmaya devam etti. Sanki kucağımda uyuyan bendim, kendimi gördüm kucağımda. Ne iyi olurdu başımı başının yanına koymak, onunla birlikte uyuyabilmek. Elimi yavaşça alnından çektim. Hissetti, kıpırdadı, ağzı kapandı. Şimdi daha fazla ses çıkararak burnundan nefes almaya başladı. Sokaktaki otomobilin motoru uğulduyordu. Ne kadar iyi olurdu benim de böyle yüksek bir alnım olsaydı; benim alnımı saçlarım çok kapıyordu, bundan utanıyordum. Éva hâlâ dışarıda, mutfakta kap kacakla uğraşıyordu. Sıcak iyice sıkışmıştı olduğum yere, hiç esinti yoktu. Buna rağmen ışın noktacıkları belli belirsiz bir tempoyla titreşiyorlardı. Alnında da bir ışın noktacığı kıpırdıyor, saçlarına vuruyor, sonra kayboluyordu. Elimi oradan çektiğime pişman oldum. Avucumun onun alnı olduğunu yine hissetmek istedim. “Neden ona masal anlatmıyorsun?” “Uyudu. Yalancıktan değil sahiden uyudu.” Éva tencereyi rafa koydu. Raf, ağacın iki dalı arasına yerleştirilmiş bir tahta parçası ama biz ona mutfak dolabı diyoruz. Ağacın dalına çarparsak dibi delik tencereler yere düşüyordu. Éva o zaman hep, “Ama babası, mutfak dolabı kırıldı, artık tamir etsen fena olmaz!” derdi. Bu sefer tencereler yere düşmedi, oysa yanıma kayarken dikkat ettiği halde dala çarpmıştı. Kokusunu duyuyordum. Sanki titreşen ışın değil, onun derisiydi. “Suareye gideceğiz!” Küçük bir mayo altı giymişti, üstünde fırfırlı bir sutyen. Ama sutyeni ne kadar çekiştirse de işe yaramıyordu çünkü içine girecek memeleri büyümemişti henüz.

Suareye gitme zamanı gelince çalıların arasından çıkardık, pembe tülü yerlere kadar inerdi, “Mücevher de takacağım,” derdi. “Fazla takı takmak olmaz. Kadının üstünde az ama pahalı, zevkli mücevher olmalı, biliyor musun?” Bütün gözler ona çevrilirdi. Uzun eteğini iki parmağının ucuna kıstırıp zarif bir şekilde kaldırır, öyle dans ederdi. “Avizeler ışık saçıyor! Kristal avizeler!” Buradan çıkmak, suareye gitmek istemiyordu canım. Birden iki bedenin temasını, ağırlığını hissettim. “Suareye gideceğimize sevişelim!” Sarıldım ona. Kokusunu ağzımda hissettim; çocuğun kuruyan saçlarında ve onların evinde de duyduğum kokuyu. “Nasıl yapacağız?” Arka üstü yattım, vücudu benimle birlikte devrildi. Şimdi öpmeliyim, şimdi öpmeliyim. “İşte böyle.” Karnımda çıplak karnı. Kasıklarımda çocuğun başı. Yukarı taraftaki bahçeden anneleri bağırmaya başladı. “Gáboréva, çıkın artık! Gáboréva çıkın artık şu sudan!” Anneleri hâlâ havuzdayız sanıyordu. Éva boynumu ısırdı. Bakıştık. Ben ısırık yerini ovuşturdum, aslında ovuşturmak istememiştim, acımamıştı bile. Anneleri terasta duruyordu, üstünde, bir keresinde çıkarıp odaya çırılçıplak girdiği aynı sabahlık, o zaman biz orada, odadaydık, oynuyorduk. Bekledim belki yine çıplak dolaşır diye. Ne kadar ilginç, bir şeyi olsun diye beklediğimde hiçbir zaman olmuyor. Bazen ben çocuk olurdum, Gábor baba, öyle oynardık. Gábor başka türlü davranırdı. Bu bana çok ilginç gelirdi.

Fakat akşam yemekten sonra beni yatırdıklarında o da masal anlatırdı. Seviştikleri zaman bana gözlerimi kapattırırlardı. Gábor iyi biliyormuş öpmesini. Öyle dedi Éva. Bazen de oynarken Éva çocuk olurdu. O zaman ben baba olurdum, Gábor anne. Éva hep annesine sokulurdu, babasını sevmezdi çünkü Arjantin’den evine dönmemiş. Ben çocuk olmayı çok severdim çünkü o zaman annem o olurdu, Gábor baba olurdu, o giderdi Arjantin’e. Orada neler olduğunu anlatırdı. Babam nadiren gelirdi eve. Ne zaman geleceğini hep bilirdik çünkü gelmeden önce telgraf yollardı. Sokağa çıkar, yolunu gözlerdim. Geldiğini görünce hemen ona doğru koşardım. Ben koşardım; o, kahverengi çantası elinde, yürürdü. Birbirimize iyice yakınlaştığımızda açardı kollarını. Daima gece yolculuk yaptığı için sakalları uzamış olurdu. Kıyafeti pis kokardı çünkü kışlada kalırdı, o sorgulamaların yapıldığı yerde. Severdim o kokuyu. Kucağına tırmanırdım, öyle giderdik. Sonra boynunu kollarımdan kurtarır, şapkasını başıma geçirirdi. Fark etmediğimi sandığı zamanlar bana hoşuna gitmiyormuşum gibi bakardı. Ama ben fark ederdim. Parmaklarını dudaklarımın üstünden geçirirdi. Şapkası da pis kokardı. Babaannem kaputu, pantolonu, şapkayı çabuk kurusun diye benzinle yıkardı. Sabah treniyle geri dönerdi. O zaman sigara yakmak yasaktı, benzin parlar da havaya uçarız diye. Babam büyükbabamın koltuğunda, büyükbabamın ev ceketini giyip otururdu. Ama hiç benzemezdi büyükbabama, ne kadar bakarsam bakayım hiç benzetemezdim. Madem o büyükbabam gibi değil, demek ben de onun gibi olmayacağım, diye düşünürdüm. Gittiği zaman ben daha uykuda olurdum, yanıma gelir beni öper, parmaklarını dudaklarımda gezdirirdi. Yüzü yumuşak ve pürüzsüz olurdu, giysisi benzin kokardı. Büyükbabam konuşmaya başladığında hep bağırırdı. Konuşmadığı zamanlar ellerini dizleri arasına sıkıştırır, başı öne düşer, kamburu çıkardı. Ne kadar cüsseli olduğu görülmezdi. Uzun zaman kimseyle konuşamazsa koltukta uyuyakalırdı.

Babam bacak bacak üstüne atar, dirseğini dizine dayar, diğer eliyle sigarasını tutardı, bir dakika sonra koltuktan fırlar, odada gidip gelmeye başlardı. Her şeyi o zamana kadar hiç görmemiş gibi eline alır, tutar, bakardı. Yemekleri koklardı. Parmaklarını mobilyaların üzerinde gezdirirdi. Odada yeter derecede dönüp durduktan sonra yatağa uzanırdı, görürdüm uyumak istediğini, gözlerini kapardı ama hemen açar, bakar ve hiçbir neden olmadan gülerdi. “Neden gülüyorsun?” Alnını kırıştırırdı. “Gülüyor muyum? Yo! Yok bir şey. Belki gülünçlü bir şey gelmiştir aklıma.” Bazen ben de denerdim, acaba gülersem ne olur diye. Gülerdim. Ama o, neden güldüğümü sormazdı. Oysa sorsaydı, o güldüğü zaman acaba nasıl hissediyor, bunu anlamak için gülüyorum, diyecektim. Akşamları yanına yatmama izin vardı, bir şey anlatmasını isterdim. “Bir şey mi anlatayım? Hele dur bir bakalım! Tanrı’m, tek bir masal olsun gelmiyor aklıma, hiçbir şey gelmiyor. Tamam, buldum! Çizmeyi anlatayım mı? Hadi bakalım. Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, Kafdağı’nın ardında iki tane çizme varmış. Çizmenin biri diğerinin çiftiymiş. İyi arkadaşmışlar. O kadar iyi arkadaşlarmış ki kimse onları birbirinden ayrı düşünemezmiş. Biri bir adım atarsa diğeri de atarmış. Biri durursa öteki de dururmuş. Bunun için de çizmelerden birinin adı Biri, diğerinin adı da Öteki imiş. Biri ve Öteki yalnız gündüzleri değil, geceleri de berabermiş. Geceleri yatağın ucunda dururlarmış. Ayakta uyumayı severlermiş. Ama pek yorulmazlarmış çünkü birbirlerine dayanırlarmış.

Birbirlerinin derilerini hissetmeyi severlermiş! Aslında bundan başka bir şey istedikleri yokmuş. Böylece yaşayıp gitmişler. Yavaş yavaş ihtiyarlamışlar. Bir gün biri gelip çöpe atmış onları. Biri’ni sol tarafa, Öteki’ni sağ tarafa. Sonra, sonra, bilmiyorum sonra ne olmuş. Masal bitti, bu kadar. Hadi git uyumaya.” İnanamazdım masalın bittiğine. Yatağıma gitmeye mecbur kalırdım. “Peki ya çizmeler, çizmelere ne oldu?” diye sorardım, karanlıkta yatarken yine yanıma geldiği zaman. “Hangi çizmeler?” “İyi arkadaş olan çizmeler.” “Sahi! Çizmeler. Bilmem. Bilmiyorum ne olduklarını.” Sabah treniyle gittiği vakit, onun gibi olsam ne iyi olur, diye düşünürdüm. Ya da büyükbabam gibi. Ama karar veremezdim bir türlü; çünkü hiç utanç duymadan odadan çırılçıplak geçen anneleri gibi olmayı da hayal etmek hoşuma giderdi. Annem o olsaydı, alnım Gábor’unki gibi olurdu. Gábor baba olunca, anne beni yatırdıktan sonra çocuk odasına yatağımın yanına gelirdi. Başımı kucağına almaz, avuçlarını boynuma koyardı. Arada bir boğacakmış gibi biraz sıkardı, o zaman dövüşürdük. Sıkmadığı zamanlar anlatırdı. Kitaplarından birinde resmi olan Kleopatra adındaki kadını anlatmayı severdi.

“Bir keresinde Kleopatra adında bir kadın odasında yatıyormuş, hava çok sıcakmış. Kıpırdayıp durma. Dayak mı istiyorsun? Kleopatra odasında, yatağında yatıyormuş. Derken kapı açılıyor. Ama kimse girmiyor odaya. Kadın soruyor. Kim o? Ruhlar mı geldi yoksa? Ama sonra fark etmiş ki, kapıyı açan hayalet değil bir yılan. Kleopatra adlı kadın soruyor: Yılan, söyle, ne istiyorsun benden? Yılan tıslayarak cevap veriyor: Sana hizmet etmeye geldim. Güzel! diyor yosma. Ama var benim hizmetkârım, bir değil yüz tane! Benim gibi hizmetkâr bulamazsın sen! Nedenmiş? Sen ne biliyorsun ki yılan? diyor şıllık.” “Böyle söyleme, adını söyle anlatırken.” “Kes sesini! Yani haspa soruyor, yılan onun hizmetkârlarının bilmediği neyi bilebilir ki? Yılan cevap vereceğine gülüyor. Sıcaktan bunalıyorsun değil mi Kleopatra? Doğru, bunalıyorum. Buna çare bulamıyor hizmetkârların değil mi? Doğru, bulamıyorlar. Bunun üzerine yılan, ben buz gibi soğuğum, diyor. Üzerine çıkar, bedenini serinletirim.

O halde gel! diyor kadın. Yılanın istediği zaten bu. Bunun üzerine Kleopatra’nın üzerine tırmanmış, karnının üstünden sürünerek memelerine kadar gitmiş. Her yerine güzelce bakmış. Arada sormuş Kleopatra’ya, elma ister misin? Ay aman, hâlâ bunalıyorum sıcaktan, yok, şimdi elma yemek istemiyorum. Gitme! Gez, dolaş üstümde, sahiden ne kadar soğukmuşsun. Yılanın istediği de zaten bu. Sürünmüş, gezinmiş Kleopatra’nın üstünde ta ki deliğine sokuluncaya kadar. Ama oradan bir daha hiç çıkamamış. Orada yaşamış artık. Kleopatra’nın da hoşuna gitmiş bu iş çünkü o zamandan beri artık sıcaktan bunalmamış. Lakin başlamış karnı büyümeye, çocuğu doğacak sanmış. Yarmışlar karnını, yılan çıkmış dışarıya, küçücük yılanlarla birlikte; çünkü kadının değil akıllı yılanın yavruları olmuş. Kötü kalpli Kleopatra da ölmüş.” Anlattıklarının sonunun ne olacağını ve sonu gelince dövüşmeye başlayacağımızı bildiğim halde dinlerdim. “Aptallık bu anlattıkların, doğru değil, yalan!” Ben ağaç masalını anlattığım zaman da dövüşürdük. Masal, “Karnımızı tıka basa doyurduktan sonra çimenlere uzandığımız zaman,” diye devam ederdi. “Karnımız o kadar doluydu ki gözlerimizi bile kapatamadık. Orada öylece yatarken bir de ne görelim, bir ağaç dalı bize doğru uzanıyor, tam tamına diğer ağaçlar gibi, dalı da tıpı tıpına diğer ağaçların dalı gibi. Ama bize doğru eğilen bu dalın ucunda bir yaprak vardı, işte bu yaprak başka türlü bir yapraktı. Kıpırdıyor, sallanıyor. Sanki anlayamadığımız dilden bir şeyler söylüyor. Diğer yapraklar kımıldamıyor, sadece bu tek yaprak.

Sonra bu da kıpırdamadı. Korktuk, bunun mutlaka bir anlamı olmalı, yaprağın ne söylediğini anlamazsak ne olacak acaba, derken yine kıpırdadı yaprak. Ama bu sefer öyle değil, bir şey istemiyormuş gibi, yani önce kıpırdadığı gibi değil. Diğer yapraklar yine hareketsiz kaldı. Yaprakların ayrı dilleri var, bu dil ancak sihirli bir içkiyle öğreniliyor. Yaprak üçüncü kez bize bir şey söyledi. Bu sefer yavaştan başladı, sonra hızlandı, daha sonra anlayabilmemiz için iyice yavaşlattı konuşmasını. Ama anlamadık. Buradan gitmeli, o sihirli içkiyi aramalıyız. Söylediklerini anlasaydık, ölünceye kadar o bahçede kalabilirdik.” Gözlerini açtı. Şimdi dövüşeceğiz, diye düşündüm.

“Böyle bahçe yok, yapraklar da konuşamaz.” “Konuşabilirler!” Eğer o başlarsa dövüşmeye karşı koymazdım. Dövsün istediği gibi. Ben başlasam da yine o kazanırdı. Kadınlarla ilgili anlattıkları hoşuma gitmezdi. Evleri bizim bahçemizdeydi, çitte bir delik açmıştık, onların bahçesinden de bizim tarafa geçiliyordu. Gelmedikleri zaman beklerdim onları. Çalılar arasındaki aralığa pencere adını vermiştik. Onlar havuza girer oynar, teknede kürek çekerlerdi. Annelerinin o sabahlıkla seslendiği terasa çıkarlardı. Top oynarlardı. Onları uzun zaman gözetleyemezdim çünkü onlar da bakarlardı, orada mıyım diye. Sonra ben eve girerdim. Yalnız kalırdım. Bilirdim o gün gelmeyeceklerini. Evde canım ne isterse yapabilirdim. Evin altını üstüne getirebilirdim. Ama hiçbir şey yapmazdım. Bir şey olsun diye beklersem ve bir şey olmazsa o zaman korkardım. Artık hep böyle olacak diye korkardım.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBir Aile Romanının Sonu
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarPéter Nádas
  • ISBN9789750724121
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2014

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ölümle Baş Başa ~ Peter NadasÖlümle Baş Başa

    Ölümle Baş Başa

    Peter Nadas

    Zihnim, aslında hazin bir yok oluş olarak anlaşılması gerekeni olağanüstü bir tepkisellikle değerlendiriyor, çünkü artık başkalarının deneyimiyle kıyaslama imkânı yok. Bu dünyevi bir şey...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Pan ~ Knut HamsunPan

    Pan

    Knut Hamsun

    Umut etmek ilginç bir şey, evet çok tuhaf bir şey. İnsan bir sabah bir yola çıkabilir, o yolda sevdiği biriyle karşılaşmayı umut edebilir. Peki...

  2. Dünyamın Merkezi ~ Andreas SteinhöfelDünyamın Merkezi

    Dünyamın Merkezi

    Andreas Steinhöfel

    Hikâyelerin başladığı ve bittiği yerde, dünyamın merkezindeyim! Ödüllü eserlerinden tanıdığımız Andreas Steinhöfel’in kaleminden çıkan Dünyamın Merkezi, bir delikanlının yetişkin ve olgun bir bireye dönüşme sürecini ele...

  3. Sabır Taşı ~ Atiq RahimiSabır Taşı

    Sabır Taşı

    Atiq Rahimi

    Afganistan’da bir evde, basit bir döşek… Döşeğin üzerinde, gözleri açık ama bilinçsiz yatan bir erkek… Erkeğin başucunda, dua ederek onunla ilgilenen karısı… Dışarıda, sürüp...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur