Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yaşlı Kurtlar
Yaşlı Kurtlar

Yaşlı Kurtlar

Kingsley Amis

Kingsley Amis’in komedi ile trajediyi aynı ipte ustaca oynattığı Yaşlı Kurtlar, her an yoldan çıkmaya hazır bir arkadaş grubunu anlatan muazzam bir roman. Kapkara…

Kingsley Amis’in komedi ile trajediyi aynı ipte ustaca oynattığı Yaşlı Kurtlar, her an yoldan çıkmaya hazır bir arkadaş grubunu anlatan muazzam bir roman.

Kapkara bulutlarla sarmalanmış, yağmursuz geçen günlerin bir mucize olarak karşılandığı küçük bir Galler kasabasındaki tekdüze hayat, ünlü yazar Weaver’ın memleketine, bu kendi halinde kasabaya dönmesiyle değişmeye başlar. Az rastlanan parıltılı anların şöyle böyle aydınlattığı bir taşra atmosferinde, kasabalılar kendilerini gündelik hayatın tuhaf akışına bırakır. Yaşlılıklarını akla gelebilecek her konuda dırdır edip çene çalmaya, eski anılara dalıp sert kavgalara tutuşmaya ve hepsinden de öte, sabahtan akşama kadar bardan bara dolaşıp içki içmeye adayan bir grup Gallinin hikâyesi dolambaçlı yollardan geçerek birbiriyle kesişir.

Amis’e 1986’nın Booker Ödülü’nü kazandıran Yaşlı Kurtlar evlilik, alkolizm ve yaşlılık gibi konuların çetrefilliğini gözler önüne seriyor.

“Yaşlı Kurtlar, karakterlerini hem yüzeyde hem de derinde resmediyor. Bu, Amis’in en kapsayıcı romanı; küçümseyici bir memnuniyetsizlikten lirik bir şefkate kadar bin bir duyguyu ve ruh halini çevreliyor.”
William H. Pritchard

BİRİNCİ BÖLÜM
Malcolm, Charlie,
Peter ve Diğerleri

1

“Eğer fikrimi öğrenmek istiyorsan,” dedi Gwen Cellan-Davies, “bizim oğlan Galler’in son derece seçkin bir vatandaşı. Ya da bugünlerde ona yakın ne oluyorsa.” Kocası bir dilim kızarmış ekmeğin kabuğunu çıkarıyordu. “Evet, genellikle öyle kabul edildiğini söyleyebilirim.” “Reg Burroughs ise belediye sarayında, daha sonra da vilayette otuz yıl dirsek çürüttükten sonra gerektiği şekilde onurlandırılan bir diğeri.” “Bu çok haksız bir bakış açısı. Nasıl bakarsan bak, Alun iyi şeyler yaptı. Haydi ama, haksızlık etme.” “Kendine yarayan şeyler yaptığı kesin: Brydan’ın Galler’i ve o seçki, adı her neyse. İkisi de bunca sene sonra hâlâ gayet iyi satıyor. Brydan ve Brydan sanayisi olmadan Alun hiçbir yere gelemezdi. Özellikle kendi eserleri de dahil olmak üzere bütün o şiirlerin hepsi Brydan-altı.” “Bu izi takip etmek o kadar da kötü bir…” “Amerikalılarla İngilizlerin hoşuna gidiyordur bahse girerim. Ama…” Gwen başını bir yana eğdi ve bir şeyi, sıklıkla da üçüncü bir şahıs hakkındaki olası negatif görüşünü birisine sunarken yaptığı gibi kaş çatarak hafifçe gülümsedi, “Brydan’ı, nasıl denir, daha düşük bir hayal gücü ve ince işçilikle takip ettiğini kabul etmen gerekmez mi?” diye sordu. “Kabul etmeliyim ki Brydan’ın en iyi haliyle karşılaştırıldığında o…” “Ne kastettiğimi biliyorsun.” Bu sefer Malcolm Cellan-Davies gerçekten biliyordu. Kalktı ve çaydanlığı yeniden doldurdu, sonra fincanını doldurdu, bir parça yağı alınmış süt ekledi ve ağızda kötü bir tat bırakmaması beklenen yeni tatlandırıcılardan bir tane attı.

Mutfak masasındaki sandalyeye döndü, sol azı dişlerinin arasına, üzerine şeker hastalarına özel bal sürülerek hazırlanmış küçük, üçgen kızarmış ekmeği koyarak nazikçe ama sıkıca bastırıp çiğnemeye başladı. Altı yıl önce ciğerli sosis yerken üst orta kaplama dişini kaybettiğinden beri ön dişleriyle hiçbir şeyi ısırmamıştı, ağzının sağ tarafı ise girilmez bölgeydi, ne de olsa alttakilerde sürekli içine bir şeyler yapışan bir delik vardı, bir de bir yerlerden kopmuş gibi görünen ve fırsatını bulduğunda endişe verici bir şekilde sallanan dişeti. Çenesi çalışırken gözleri Western Mail’e1 ve Neath-Llanelli2 maçının anlatımına kaydı. Gwen bir sigara yaktıktan sonra aynı acayip tarzda devam etti: “Senin Galli bilincinin vücut bulmuş şekli olarak Alun Weaver’ın tutarlılığına çok fazla inandığını hatırlamıyorum.”

“Şey, belki bazı açılardan, televizyon vesaireyi göz önüne alırsak biraz şarlatanlığı var denebilir, evet, belki.” “Belki mi? Yüce İsa! Tabii ki o bir şarlatan, ona kolay gelsin. Kimin umurunda? Eğlenceli biri ve kasıntı değil. Buralarda yüreklerine Tanrı korkusu salabilmek için onun gibi bir düzine olsa iyi olur. Bütün o lanet olası gerçeklik iddiasını çürütmek için birkaç sahtekâra gerek var.” Malcolm kızarmış ekmeğin bir başka bölgesine standart yaklaşımını uygularken, “Onun etrafta olmasından memnun olmayanlar çıkacaktır,” dedi. “Peki, bu harika bir haber. Kimi düşünüyorsun?”

“Öncelikle Peter. Garip bir şekilde bu konu dün açıldı. Son derece ağır konuştu, şaşırdım doğrusu. Çok ağırdı.” Malcolm pişmanlık içeren bir şekilde konuşmadı, tam tersine bu ağırlığı anlarmış gibiydi, hatta belki de kendince o da birazını hissetmişti. Gwen onu değerlendirirmiş gibi kare gözlüğünün açık kahverengi camlarından ona baktı. Sonra bir dizi hafif ses çıkardı ve hareket yaptı, bu artık kalkıp gitmek gerektiği anlamına geliyordu. Ama oturmaya devam etti ve belki de farkında olmadan konuşmalarını başlatan ve şimdi önünde duran mektuba uzanıp parmağını vurdu.

“Rhiannon’ı yeniden görmek, yani, eğlenceli olacak,” dedi. “Hı hı.” “Uzun zaman oldu, değil mi? Ne kadardı, on yıl mı?” “En azından. Sanki on beş gibi.” “Gezilerinden hiçbirinde Alun’la birlikte gelmedi uzun zamandan beri… Sadece bir kere ya da iki miydi?” “Eskiden Broughton’daki annesini görmeye gelirdi, yaşlı kadın öleli o kadar oldu ki, belki de…” “Bana hatırlardın gibi geliyor. Okul arkadaşlarıyla ve bildiğim kadarıyla başka hiç kimseyle de hiç görüşmemesinin komik olduğunu düşündüm.” Malcolm buna cevap vermedi. Hayatın böyle bir sürü küçük bilmece içerdiğini önermenin bir yolu olarak sandalyesinde bir o yana bir bu yana sallandı. “Her neyse, bundan sonra bir sürü zamanı olacak, yani önümüzdeki aydan sonra. Umarım buraları Londra’dan sonra çok sıkıcı bulmaz.” “Tanıdığı birçok kişi hâlâ burada olacak.” “İşte bütün mesele bu,” dedi Gwen hafifçe gülerek. Kocasına bir an için baktı, gülümsedi ve gözkapaklarını indirdi, devam etti: “Olan bitenden sonra, Rhiannon’ın buraya gelip yerleşmesi fikri, yani, bir şok etkisi yaratmış olmalı.” “Bir sürpriz denebilir. Onu Tanrı bilir ne zamandır hiç aklıma getirmemiştim. Uzun zaman önceydi.” “Bu aralar böyle şeyler ne kadar çok oluyor, değil mi? Neyse, bu iyi değil. Banyoya ilk ben girsem sorun olur mu?”

“Sen gir,” dedi Malcolm, her sabah olduğu gibi. Üst kattan bir gıcırtı ya da ona benzer ses duyana kadar bekledi, sonra derin bir nefes verdi, arada da burnunu çekti. Düşündüğünde Gwen onu Rhiannon konusunda çok zorlamamıştı, tabii ki bunun Şekil 1(a) şıkkı olduğunu unutmuyordu. Önce aşağı Malcolm indiği için zarfın üzerindeki otuz beş yıl sonra hâlâ değişmemiş ve başkasıyla karıştırılması mümkün olmayan el yazısını görünce yaşadığı şaşkınlıktan –gerçekten doğru kelimeydi bu– sıyrılmaya zamanı olduğu için biraz şanslıydı. Gwen mektubu masanın üzerinde bırakmıştı. Tavana kısa bir bakış atıp mektubu aldı ve yeniden okudu, en azından bazı bölümlerini. “İkinize de çok sevgiler,” kendine hitap açısından çok övünülecek bir şey gibi gözükmüyordu ama başka referans olmadığından bununla idare etmeliydi. Belki de Rhiannon sadece unutmuştu. Ne de olsa arada başına birçok şey gelmişti.

Çayını bitirdi, günün ilk ve tek sigarasını yaktı. Hiçbir zaman sigara içmekten pek zevk almamıştı, beş seneden fazladır da doktorunun tavsiyesini dinleyip bırakmıştı; ama kahvaltıdan sonraki bu tek sigara gözle görülür bir zarar veremezdi ve onun inancına göre iç organlarının çalısmasına yardım ediyordu. Yine her zamanki gibi masayı toplayarak oyalandı, hareket etmek ona iyi geliyordu. Kepekli gevrek ve Gwen’in viskiyle zenginleştirilmiş koyu marmelatı duvardaki dolaba, şekersiz pişmiş eriklerin çekirdekleri ve Gwen’in iki haşlanmış yumurtasının kabukları çöp sepetindeki siyah torbaya girdi. Bir an için yumurtaları, kaşık, yumurta sarısına girerken yaşanan yumuşak patlamayı, tadının bir saniyede ağzının içine yayılmasını hayal etti. Son yumurtası, son haşlanmış yumurtası, hemen hemen, sürekli sigara içtiği son gün kadar geçmişte kalmıştı. Herkesin bildiği gibi yumurta kabızlık yapardı, çok aşırı değil tabii ki, belki biraz, ama yine de uzak durmak için yeterliydi bu. Sonunda tabaklar da bulaşık makinesine girdi ve bir düğmeye dokununca kırmızı bir ışık yandı, daha doğrusu yanıp sönüyordu, mutfağı ânında vahşi bir homurtu sardı. Çok büyük ya da randımanlı bir bulaşık makinesi değildi, mutfak da hiç güzel sayılmazdı. Werneth Caddesi’nde, tam olarak söylemek gerekirse o caddede Cellan-Davies ailesinin 1978’e kadar yaşadığı evde, mutfak oldukça muhteşemdi, hiç zorlanmadan on dört kişiyi oturtabileceğiniz uzun, meşeden yapılmış masa ve üzerinde renkli fincanlar ve kavanozların asılı durduğu Galler’e özgü zarif bir mutfak dolabı vardı. Burada ise ülkenin her yerindeki milyonlarca küçük mutfakta bulunabileceklerin dışında hiçbir şey yoktu: muşambadan karolar, plastik tezgâh, metal lavabo ve Werneth Caddesi’nde bütün zemin katı ısıtan devasa Rayburn3 yerine burada duvarda asılı oval iki sıra elektrikli ısıtıcı. Çoğu sabah bu saatlerde Malcolm buraya taşınmakla seviyesini biraz fazla düşürüp düşürmediğini merak ederdi ama bunu şimdi dert etmenin bir anlamı da yoktu ya da bundan sonra.

Bağırsaklarında hafif bir kıpırdama oldu. Western Mail’i alıp acele etmeden –aslında oldukça önemliydi– alt kattaki eğri tavanlı tuvalet ya da vestiyere doğru yöneldi. O eski sıralama, usulüne uygun olarak devam etti: Hiç denememek, çünkü sağlıklı, doğal yol buydu; sonra da birazcık denemek, çünkü bunun kötü bir etkisi olamazdı; en sonunda da manyak gibi uğraşmak –çünkü neden?– çünkü yapılacak tek şey buydu. Sonunda başarıya ulaşıldı ama kısıtlı bir başarıydı bu. Pek kan yoktu, miktarı hakça bir değerlendirmeyle “az” ile “çok az” arasında sınıflandırılabilirdi. Bu onun hazır olda oturup selam çakması için bir işaretti. Gwen yatak odasında tuvalet masasının önüne oturmuş yüzüne fondöten sürüyordu.

Malcolm o sessiz, belli belirsiz tarzıyla kapıdan girdi ve Gwen’in aynadaki görüntüsü dikkatini çekti. Bir şey, ya açıdan ya da ışıktan dolayı ona daha iyi bakmaya zorlamıştı sanki onu. Gwen her zaman yumuşak, yuvarlak, tüy gibi yumuşak bir yaratıktı, görünüşünde ve hareketlerinde aciz değildi ama uysal bir tarafı vardı. Bu değişmemişti; altmış bir yaşında –Malcolm da aynı yaştaydı– yanakları ve çenesi şeklini korumuştu, gözlerinin altındaki deri şaşılacak ölçüde esnekti. Ama şimdi o çukurlaşmış gözlerinde daha önce fark etmediğini düşündüğü bir ifade vardı, kararlı, neredeyse sert bir ifade; burnunun kenarlarını düzeltirken ağzı da benzer şekilde sıkıydı. Belki de sadece yoğunlaştığı içindi – bir an sonra Gwen onu gördü ve gevşedi, hafif röfleli açık kumral saçı olan ve daha genç birinin üzerinde görmeyi bekleyeceğiniz ama onun üzerinde hiç de saçma durmayan mavi-beyaz pantolonlu takım elbise giyen rahat, genç-yaşlı bir kadındı. Malcolm en azından Gwen’in sesini duymak amacıyla “Daha fazla sosyal aktivite mi? Hiç bırakmayacak mısın?” dedi. “Sadece Sophielerde kahve,” dedi Gwen masumca, canlandırma ses tonuyla. “Sadece kahve, öyle mi? Bu yeni bir şey doğrusu. Biliyor musun, gerçekten olağandışı, Sophie’yi neredeyse bir yıldır görmediğimi fark ettim. Bir şekilde fırsat olmuyor. Her neyse. Arabayı alacaksın, değil mi?” “Senin için sorun yoksa. Bible’a mı gidiyorsun?” “Bir göz atayım diyorum.” Hayatının her gününde Bible’a gidiyordu.

“Merak etme, otobüse binerim.” Bir duraklama oldu. Gwen elmacık kemiklerine allık sürdü – bir zamanlar ruj deniyordu buna. Bir süre sonra ellerini kucağına koydu ve öylece oturdu. Sonra hızlandı, “Peki ya sen nasılsın bu sabah sevgili çocuk?” dedi. “Son derece iyiyim, teşekkür ederim.” Malcolm niyet ettiğinden daha ani konuşmuştu. Rhiannon konusuna dönmeye hazırlanmıştı ve vücut fonksiyonları konusundaki sorgu, her ne kadar alışılmış bir şey olsa da ve hatta her zamanki gibi ifade edilse de dengesini bozmuştu. “Epeyce iyiyim,” dedi daha yumuşak bir sesle. “Hiç…” “Hayır. Kesinlikle hayır.” Gwen tam da yapacağını düşündüğü gibi kafasını yavaşça iki yana salladı. “Senin gibi zeki bir adam neden bununla başa çıkamıyor ki? Bugünlerde markette o kadar çok seçenek var ki…” “Bağırsak gevşeticilerle aram iyi değil. Hiç olmadı. Çok iyi bildiğin gibi.” “Bağırsak gevşeticiler. İsa aşkına, sinameki tohumu, California İncir Şerbeti’nden bahsetmiyorum. Dikkatle hazırlanmış tarifler, denenmiş ve sonuç vermiş. Artık güherçile kullanılmıyor.” “O tür şeyler vücudun dengesiyle oynuyor. Var olan görüntüyü bozuyor. Kimyasallarla.” “Senin gerçekten de bunu, sahip olduğunu bozmayı istediğini sanıyordum Malcolm. Peki o alıp durduğun erikler ne olacak? Onların da seni bozması gerekmiyor mu?” “Onlar doğal. Tabii ki.” “Peki sence nasıl işe yarıyorlar? Sadece bir başka tür kimyasal.” “Doğal kimyasallar.

Doğal olarak oluşmuş kimyasallar.” “Peki bağırsakların bir eriğin içindeki kimyasalla bir hap ya da kapsüldeki aynı kimyasalı nasıl ayırt edebiliyor sence?” “Bilmiyorum sevgilim,” dedi Malcolm epeyce çaresiz bir şekilde. Bir erkeğin kendi iç organlarıyla ilgili bir tartışmayı –kendi karısıyla bile olsa– kazanamamasının biraz aptalca olduğunu düşünüyordu. “Ama ne de olsa bildiğim bir şey değil.” “Benim sözüme güvenme – Dewi’yle randevu ayarla. Evet, evet, doktorlarla da aran iyi değil, ya ben niye baskı yapıyorum ki sana? Çünkü aptallık ediyorsun, bu yüzden, kendine faydan yok. Öğrenemiyorsun. Biliyor musun bazen senin lanet olası bir Galli olduğunu düşünüyorum.”

“Dewi’yi görmeye gerek yok. Herhangi bir sorunum yok. Herhangi bir şeyin belirtisi de yok.” “Sadece bir reçete iste ondan, sadece bu. İki dakikanı alır.” Malcolm başını salladı ve daha fazla sessizlik oldu. Sonra, “Şimdi gidebilir miyim?” dedi. Hafifçe ve dikkatlice sarılırlarken Gwen bir dizi başka ses çıkarıyordu. Bunun anlamı hâlâ kocasının aptallık ettiğini düşünse de şu an için onu kendi haline bırakacağıydı. Orada aşırı saygılı bir komut değilse de şefkat vardı. Daha önce de sık sık olduğu gibi Malcolm öncelikle dışkılamasından hiç bahsetmeme kararının ne kadar doğru olduğunu görebiliyordu. Hiçbir zaman arada bir güvence vesaire çağrısından daha fazlasını amaçlamamıştı. Günlük programlarının anlaşılan hiç çıkarılamayacak bir parçası olarak bu konunun sakıncaları vardı, ama yine de bir erkek olarak, bir koca olarak, kadınları anlama yolunda bir birey olarak, geçim sağlayıcı olarak ve geçmişten hayal meyal hatırladığı başka popüler konulardaki eksiklikleriyle kıyaslandığında çok daha iyi durumdaydı. Sahanlığın karşısındaki banyoda dişlerini temizledi, önce ağzında öyle ya da böyle sağlam kalan yirmi taneyi, sonra da üstçenesindeki kısmi takma olan yedi taneyi. Öyle sıkı yerleştirilmişlerdi ki yeniden takmak her zaman gergin bir an oluşturuyordu; dizlerini kırıp içeri dışarı oynatmak işe yarıyor gibiydi.

Öndeki beş kaplama diş farklı zamanlarda ve farklı malzemeyle yapıldığından biraz renk çarkı gibiydi, ama en azından, kimse onları üst ve alt takma dişlere benzetemezdi. Günün birinde takacaktı tabii – ama şimdi değil, Tanrı aşkına. Hemen hemen hepsi sallanmaya başlayan dişlerinden birini çektirmek düşüncesi yıllar önce aştığını düşündüğü bir şekilde onu rahatsız ediyordu. Bu dişleri çevreleyen yüz, düşünüldüğünde oldukça düzenliydi. Şekil olarak epeyce uzundu, özellikle burnunun ucuyla çenesinin en alt noktasının arası, ama özellikleri iyiydi ve kibre kapılmadan boyu ve dik duruşu ve kızıl-beyaz bir renge dönüşen kapkalın saçıyla insanların onu gerektiği kadar düzgün görünüşlü bulduğunun farkındaydı. Aynı zamanda, arada bir, bir yabancının –ki çoğunlukla bir adam oluyordu– ona hep kafa karıştırıcı, pek saldırgan sayılmayan ama olumsuz, soğuk bir şekilde baktığını fark etmişti. Okulda bu tür bakışları çok görmüştü; çelimsiz, yabancı ya da zayıf olmayan bir çocuğa göre çok fazla zorbalıkla karşılaşmıştı, bunun neden böyle olduğunu işkencecilerin liderlerinden biri olan Şişko Watkins’e sorduğunu hatırladı. Şişko hiç düşünmeden tipin uygun demişti, her ne anlama geliyorsa. Daha sonraki hayatında iki kez, birinde Street’s End’de bir cumartesi gecesi, sonra da Cardiff Arms Park’ta4 bir milli maçtan trenle dönerken, her iki seferinde de yalnızca kendiyle ilgilenirken bir grup arkadaşının arasından seçilmiş ve kimliği belirsiz bir kabadayının aniden saldırısına uğramıştı. Belki bazen istemeden insanların küçümseme ya da ona benzer bir şey olarak yorumladıkları bir ifade takınıyordu. Yüzünün eksi ve artıları ne olursa olsun tıraş olmak zorundaydı. Bütün bunlardan –dişler, tıraş, banyo, saçlar, giysiler– o kadar nefret ediyordu ki zaman zaman hepsini boşlayıp bütün gün yalnızca pijama ve sabahlıkla dolaşma noktasına geldiğini sık sık hissediyordu. Gwen olmasaydı çoktan o aşamaya gelirdi.

Gwen portatif radyoyla oynaması için onu teşvik edip duruyordu, o da halen arada bir deniyordu, ama gevezelikten en az çağdaş müzik kadar nefret ediyordu, Galce öğrenmeye kararlıysanız doğal olarak dinlemeniz gereken Cymru5 Radyosu’nun dışındaysa sadece gevezelik var gibiydi. Sorun şuydu: Çok hızlı konuşuyorlardı. Gwen’in arabayla gittiğini duyup, Bible’a gitmeden önce çalışma odasına biraz zaman geçirmek için yerleştiği zaman Galce yeniden ve bu sefer daha sağlam bir biçimde devreye girdi.

Çalışma odası birinci kattaydı; küçük, kirli, su borularının öttüğü bir odaydı. En baskın özelliği Werneth Caddesi’nde büyük durmayan ama buraya kurulurken pencerenin sökülmesini gerektiren ceviz bir kitaplığı barındırmasıydı. Bir raf tamamen şiire ayrılmıştı; İngiliz klasiklerinden iyi bir derleme, bazıları epeyce yıpranmış, bir-iki Galce metin, hepsi mükemmel durumda; bir de 20. yüzyıl Galler şairlerinden birkaç düzine ciltten oluşan İngilizce şiirler. Bunlardan çok ince olmayan birisinin üzerinde Malcolm’ın ismi ve şimdi Yukarı Glamorgan adı verilen yerde kurulu küçük bir matbaanın amblemi vardı. Royal Cambrian’dan6 erken emekliliğini alırken halefini seçmeye, yıllarca yarım kalan şiirleri tamamlamaya, sadece kafasında olan ya da hiçbir yerde olmayan diğer şiirleri yazmaya niyet etmişti. Böyle bir durumda sadece niyet etmenin yetmeyeceğini bilmesi gerekirdi. Bütün bu zaman boyunca tek bir satır bile yazamamıştı. Ama bir gün yazabilirdi, o zamana kadar denemesi, çalışması, yeniden elini alıştırması gerekiyordu. İşte bu yüzden Galce gerekiyordu. Masasındaki kitaplar arasında Erken Galce Metinler Derneği’nin bir yayını vardı.

Tarif etmek gerekirse: Lylwelyn Bach ab yr Ynad Coch’un (1310’lar) şiirleri ve şiir parçaları, oldukça uzun bir metin olan, yaklaşık üç yüz satır uzunluğunda, Cadwaladr7 için cenaze müziğinin sayfaları açık. Malcolm’ın ilk iki bölüm için çevirisi de oradaydı, az düzeltilmiş taslağı, bir de 20’lerde bir Carmarthen okul müdürü tarafından yayımlanan ama elli yıl öncesinin stilinde yapılmış, bildiği tek diğer çeviriden oluşan bir kitapçık. Her neyse – şiir bakımından eksiği ne olursa olsun bir rehber olarak epeyce işe yarıyordu. Malcolm yarı hızda hareket ederek kitapçığı en başından açtı. Gözleri bu bölümün Galce orijinaliyle iki İngilizce çevirisi arasında gidip geldi ve her iki dilde de daha önce görmediğini hissettiği sözcükler ve sözcük gruplarını yakaladı: soylu klan şefinin mezarı… kızıl aygırlar… ey Gwynedd8 savaşçıları… Ben şarkıcı, ozan… katledilmiş bir yığın Sakson… çelenk… erkek geyik… bal likörü… kalkan… Malcolm masada aniden doğruldu. Tanrı’dan gelen bir sıkıntı ve nefret seli, içinden geçip gitti. Bu, bu şey, buna benzer şeylerle uğraşmak yaşamak değildi, yaşam değildi, hiçbir şey değildi. Bugünün haberinden sonra hiç değildi. Gerçekten de şiirler niyetlerle üretilmiyordu.

Ama belki umutla üretilebilirlerdi. Müsveddesini yırtmaya karar verdi, ama harcadığı saatleri düşününce durdu, sonra da bir gün ona geri dönüp onu dönüştürebileceğini, ondan harika bir şey çıkarabileceğini düşündü. Şu anda yerinde duramıyordu, ama şimdi evden ayrılırsa çok erken olacaktı ya da epeyce, bir ölçüde erken olacaktı. Aslında otobüsten Beaufoy’da inip yolun kalan kısmını yürüyebilirdi. Aynı mantıkla gidip ayakkabılarını güzelce parlattı; buralarda pek anlamlı değildi doğrusu, ama erdemli bir hareketti.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Değişim ~ Kingsley AmisDeğişim

    Değişim

    Kingsley Amis

    Hubert kendisine söylenenlerin tamamına inanıyordu, ama olacakların en önemli kısmı, yıllar sonra yetişkin bir erkeğe dönüştüğünde dünyanın ona hangi gözle bakacağı söylenmemişti. İşin o...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İntihar Dükkânı ~ Jean Teuleİntihar Dükkânı

    İntihar Dükkânı

    Jean Teule

    Karanlığın içinde tabelası parıldıyor: İntihar Dükkânı. Hayatın yüküne dayanamayanlar son alışverişlerini yapıyorlar. Zehirler, ipler, tıraş bıçakları ya da daha ilginç intihar yöntemi paketleri… Nesillerdir...

  2. Çılgın Süpürge Şipşak ~ Salah NaouraÇılgın Süpürge Şipşak

    Çılgın Süpürge Şipşak

    Salah Naoura

    Bahanelerin ardında yatan gerçekliği sorgulamak… Alman çocuk ve gençlik edebiyatının yükselen yıldızlarından Salah Naoura’nın yeni “harikası” Çılgın Süpürge Şipşak, kırmızı bir kanepede başlayıp tozlu çöl...

  3. Usher Evi’nin Çöküşü ~ Edgar Allan PoeUsher Evi’nin Çöküşü

    Usher Evi’nin Çöküşü

    Edgar Allan Poe

    Edgar Allan Poe polisiye, korku ve gerilim türünde yazdığı öykülerle hem Amerikan edebiyatının hem de dünya edebiyatının en etkileyici yazarlarından, gotik kurgu deyince ise...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur