Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Herzog
Herzog

Herzog

Saul Bellow

20. yüzyılın birey üzerindeki yıkıcılığını ele alan Herzog, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow’un başyapıtı olarak kabul ediliyor. Herzog, hayatı her anlamda altüst olmuş,…

20. yüzyılın birey üzerindeki yıkıcılığını ele alan Herzog, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow’un başyapıtı olarak kabul ediliyor.

Herzog, hayatı her anlamda altüst olmuş, “Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş,” diye düşünecek kadar kendinden vazgeçmiş bir adamın hikâyesini anlatır. Başarısız yazar, başarısız hoca, başarısız baba Moses Herzog, kendisini kişisel felaketlerinden ve modern zamanların yıkıcılığından sağ çıkabilmiş bir kazazede olarak görür. İçini dökmek ve sıkışmışlığından kurtulmak amacıyla tanıdığı tanımadığı, hayatta ya da ölü, önemli ya da önemsiz bir sürü insana, hiç göndermeyeceği mektuplar yazmaya başlar. Arkadaşlarına, düşmanlarına, meslektaşlarına ve ünlülere dünya görüşünü, çektiği acıları, içinden çıkamadığı sorunları, özlem ve hıncını anlatır, kalbini açar. Amerikan edebiyatının en önemli romancılarından olan Saul Bellow, Herzog’da adeta içinde yaşadığı çağın duygusal, düşünsel ve ahlâki röntgenini çeker.

“Madam Bovary’yi Charles’ın ya da Anna Karenina’yı Karenin’in bakış açısından anlatma hevesine kapılan biri, Herzog’da bunun kusursuz bir şekilde gerçekleştirildiğini görecektir.”
PHILIP ROTH

Aklımı kaçırdıysam bana göre hava hoş, diye düşündü Moses Herzog. Bazıları onun kafadan çatlak olduğunu düşünüyordu ve bir süreliğine o da biraz kaçık olduğundan şüphelenmişti. Ama şimdi hâlâ tuhaf davranmasına rağmen kendinden emin, neşeli, sağduyulu ve güçlü olduğunu hissediyordu. Son zamanlarda bir büyünün etkisi altına girmişçesine tanıdığı tanımadığı herkese mektup yazıyordu. Kendini bu mektuplara öyle kaptırmıştı ki, haziran sonundan itibaren elinde bir bavul dolusu kâğıtla oradan oraya taşınmaya başlamıştı. Bu bavulu New York’tan Martha’s Vineyard’a beraberinde götürmüş ama sonra oradan hemen dönmüş; iki gün sonra Chicago’ya uçmuş, oradan da Massachusetts’in batı kesiminde bir köye gitmişti. Bütün gözlerden uzak olduğu taşrada hiç durmadan, çıldırmışçasına gazetelere, kamu hizmetinde çalışanlara, arkadaşlarıyla akrabalarına ve nihayet ölülere, kimselerin tanımadığı kendi merhum yakınlarına ve son olarak da ünlü ölülere mektuplar yazmıştı. Berkshires’ta yazın en sıcak zamanlarıydı. Herzog o kocaman, eski evde yalnızdı. Normalde yemek konusunda seçici olmasına rağmen şimdi kâğıt ambalajda Silvercup marka ekmek,fasulye konservesi ve Amerikan peyniri yiyordu. Ara sıra dikenli çalıları dalgın bir ihtiyatla kaldırarak, yabani otların bürüdüğü bahçeden ahududu topluyordu.

Uyku konusuna gelince, ya çarşafsız bir şiltede –terk edilmiş evlilik yatağıydı bu– ya da hamakta, üstüne paltosunu örterek yatıyordu. Bahçede etrafı upuzun püsküllü otlar, çekirgeler ve akçaağaç fideleriyle çevriliydi. Geceleyin gözlerini açtığında, yıldızlar ona tinsel varlıklar gibi yakın görünüyordu. Ateş topları, elbette; gaz kütleleri mineraller, ısı, atomlar; fakat sabahın beşinde paltosuna sarınmış halde hamakta yatan bir adam için etkileyici bir manzaraydı bu. Aklına yeni bir fikir geldiğinde not almak üzere karargâhına, yani mutfağa gidiyordu. Tuğla duvarların üzerindeki beyaz boya pul pul dökülüyordu ve Herzog kimi zaman gömleğinin yeniyle masadaki kurumuş fare dışkılarını temizlerken sakin bir şekilde farelerin neden mum ve parafini böyle tutkuyla sevdiklerini düşünüyordu.

Fareler kapakları parafinle sıkıştırılmış konservelerde delikler açıyor, doğumgünü mumlarını dibine kadar kemiriyorlardı. Bir keresinde farenin teki, dilimlerde kendi bedeni şeklinde bir tünel açarak bir paket ekmeği kemirmiş, Herzog da ekmeğin kalan kısmını üzerine reçel sürerek yemişti. Yiyeceğini farelerle paylaşmaya da hazırdı. Tüm bunlar olurken zihninin bir köşesi hep dış dünyaya açıktı. Sabahleyin kargaların ötüşünü duyuyordu. Kart sesleri kulağına çok tatlı geliyordu. Akşam karanlığı çökerken ardıç kuşlarının seslerini duyuyordu.

Geceleyin bir peçeli baykuş peydahlanıyordu. Zihninde yazdığı bir mektup yüzünden heyecanlanmış bir halde bahçede dolaşırken yağmur oluğu boyunca uzanan gülleri görüyor ya da gözü dutlara dut ağaçlarında karınlarını tıka basa doyuran kuşlara takılıyordu. Hava gündüzleri sıcak, akşamları da ılık ve tozluydu. Herzog her şeye dikkatle bakmasına rağmen kendini yarı kör gibi hissediyordu. Arkadaşı eski arkadaşı Valentine ve karısı eski karısı Madeleine akıl sağlığının bozulduğuna dair bir söylenti yaymışlardı. Bu doğru muydu?

Boş evin etrafında dolaşırken tozlu, örümcek ağıyla kaplı bir pencere camında yüzünün gölgesini gördü. Tuhaf bir şekilde dingin görünüyordu. Alnının ortasından dümdüz burnuna ve dolgun, sessiz dudaklarına doğru parlak bir çizgi iniyordu. Baharın sonlarına doğru Herzog her şeyi açıklama, içini dökme, yaptıklarını haklı çıkarma, irdeleme, açıklığa kavuşturma, telafi etme arzusuyla yanıp tutuşmaya başlamıştı. O sıralarda New York’ta bir gece okulunda yetişkinlere yönelik derslere giriyordu. Nisanda gayet aklı başındaydı ama mayıs sonlarında zırvalamaya başlamıştı. Öğrencileri derslerde Romantizmin kökenleri konusunda pek bir şey öğrenemeyeceklerini ama tuhaf şeyler görüp duyacaklarını kesinkes anlamışlardı. Akademik formaliteler birbiri ardından terk edilmişti.

Profesör Herzog’da zihni tamamen başka bir şeyle meşgul olan bir adamın gayriihtiyari içtenliği vardı. Dönemin sonlarına doğru derslerde uzun sessizlikler olmaya başlamıştı. Herzog bir anda “Affedersiniz,” diyerek konuşmayı bırakıp ceketinin cebinden kalemini alıyordu. Masa gıcırdarken büyük bir sabırsızlıkla önündeki kâğıt parçalarına bastıra bastıra birşeyler yazıyor, gözlerinin etrafında mor halkalar beliriyor, yaptığı işe tamamen gömülüyordu. Bembeyaz kesilen yüzü her şeyi ele veriyordu, her şeyi. Akıl yürütüyordu, tartışıyordu, acı çekiyordu, zekice bir alternatif bulmuştu; cin gibiydi, algısı yavaştı; gözleri, ağzı her şeyi sessizce apaçık gösteriyordu:

Özlem, hoşgörüsüzlük, şiddetli öfke. Hepsini görmek mümkündü. Sınıftakiler üç dakika, beş dakika çıt çıkarmadan bekliyordu. Başlangıçta aldığı notların belli bir düzeni yoktu, fragmanlardan ibarettiler: Anlamsız heceler, ünlemler, çarpıtılmış özdeyiş ve alıntılar veya uzun zaman önce ölmüş olan annesinin konuştuğu Eskenazi dilindeki tabirle Trepverter: Aşağı inen merdivenleri çoktan yarıladığınızda, akla çok geç gelen karşılıklar. Örneğin şöyle yazmıştı: Ölüm-öl-yeniden yaşa-yeniden öl-yaşa. Kimse yoksa ölüm de yok.

Ve, Demek tüm ruhunla dizlerinin üstündesin? Bari bir işe yara da yerleri ovala. Sonra, Akılsıza ahmaklığına uygun karşılık ver yoksa kendini bilge sanır. Akılsıza ahmaklığına göre karşılık verme yoksa sen de onun düzeyine inersin. Birini seç.* Ayrıca şöyle de yazmıştı: Walter Winchell sayesinde J.S. Bach’ın kilise müziği bestelerken siyah eldiven taktığını biliyorum. Herzog, bu kargacık burgacık notlar konusunda ne düşüneceğini bilmiyordu. Kendisini bu notları yazmaya iten heyecana boyun eğmişti ve bazen bunun ruhsal bir dağılmanın belirtisi olabileceğinden şüpheleniyordu. Bu onu korkutmuyordu. 17. Cadde’de kiraladığı stüdyo tipi dairedeki kanepede uzanırken kimi zaman, kendisinin bireysel tarih imal eden bir sanayi dalı olduğunu hayal ediyor ve kendini doğumundan ölümüne kadar görüyordu. Bir kâğıt parçasına gönülsüzce şu itirafı yazmıştı: Kendimi haklı çıkaramıyorum.

Bütün hayatını düşündüğünde her şeyi yanlış yaptığını fark etmişti, her şeyi. Hayatı, tabiri caizse, mahvolmuştu. Ama zaten başından beri pek de matah olmadığından kederlenmesini gerektirecek çok bir şey yoktu. Nahoş kokulu kanepenin üzerinde geçmiş yüzyılları –19., 16., 18. yüzyılları– düşünürken en sonuncusundan sevdiği bir deyiş aklına gelivermişti: Keder, Bayım, aylaklığın bir türüdür.** Kanepeye yüzüstü uzanmış bir halde analize devam ediyordu. Akıllı bir adam mıydı yoksa ahmağın teki mi? Eh, şu noktada akıllı olduğunu iddia edemezdi. Bir zamanlar akıllı birinin niteliklerine sahipti belki ama onun yerine hayalperest biri olmayı seçmişti ve uyanık tipler onu alt etmişti. Başka? Saçları dökülüyordu.

Thomas Saç Derisi Uzmanları’nın ilanlarını, inanmayı derinden, umutsuzca arzulayan bir adamın abartılı kuşkuculuğuyla okumuştu hep. Saç derisi uzmanları! Her neyse… Bir zamanlar yakışıklı bir adamdı. Yüzü nasıl hırpalandığını ele veriyordu. Ama o da hırpalanmaya davetiye çıkarmış ve kendisine saldıranların gücüne güç katmıştı. Bu, onu karakteri hakkında düşünmeye itti. Nasıl bir karakterdi bu? Modern terminolojiye göre narsist bir karakterdi, mazoşistti, anakronistikti. Klinik durumu depresifti: Çok ciddi bir türü değil, manik depresif değil. Etrafta ondan daha kötü durumda olan hastalar vardı. Görünüşe göre bugünlerde herkes insanın hasta hayvan olduğuna inanıyordu; şayet o da buna inanırsa, bu durumda Herzog korkunç biçimde hasta, istisnai derecede kör, fevkalade sefil biri mi oluyordu? Hayır. Zeki miydi? Güç istemiyle yanıp tutuşan, saldırgan, paranoyak bir karaktere sahip olsaydı zekâsı daha etkin olurdu.

Herzog kıskançtı ama istisnai derecede rekabetçi değildi, gerçek bir paranoyak sayılmazdı. Peki ya bilgi dağarcığı? Profesör olacak kadar bilgili olmadığını da teslim etmek durumundaydı. Ah, dürüst olmasına dürüsttü ve muazzam, toy bir içtenliği vardı ama sistemli biri haline gelmeyi asla başaramayacaktı. Doktora teziyle –17. ve 18. Yüzyıllarda İngiliz ve Fransız Politik Felsefesinde Doğal Durum Kavramı– çok parlak bir başlangıç yapmıştı. Ayrıca pek çok makaleye ve bir de kitaba –Romantizm ve Hıristiyanlık– imza atmıştı. Ne ki diğer iddialı projeleri birer birer tıkanmış ve terk edilmişti. Başlangıçta elde ettiği başarılar sayesinde iş bulma ve araştırma bursu alma konusunda hiçbir zaman zorluk çekmemişti. Narragansett Şirketi, Romantizm üzerine araştırmalarını sürdürmesi için ona birkaç yıl boyunca toplam on beş bin dolar ödemişti. Sonuçlar dolaptaki bir bavulun içinde öylece yatıyordu: Odak noktasını asla bulamayan sekiz yüz sayfalık karmakarışık bir argüman. Onu düşünmek bile acı vericiydi. Yerde, yanı başında, kâğıt parçaları vardı ve Herzog arada sırada birşeyler yazmak için yere eğiliyordu. Bir kâğıda şöyle yazdı: “Hayatım, o uzun hastalık”* değil; “hayatım, o uzun nekahat dönemi. Liberal-burjuva revizyonu, ilerleme yanılsaması, umut zehri.”

Zehir aracılığıyla gelişmeyi öğreten bir sistem kuran Mithridates üzerinde düşündü bir süre. Mithridates düşük dozda zehir kullanma hatasına düşen suikastçılarını atlatıp ölmek yerine sadece biraz zom olmuştu. Tutto fa brodo.* Herzog kendini analiz etmeyi sürdürerek kötü bir koca olduğunu –hem de iki kere– kabul etti. İlk karısı Daisy’ye çok kötü davranmıştı. İkinci karısı Madeleine ise onu mahvetmeye çalışmıştı. Oğluna ve kızına karşı müşfik ama kötü bir babaydı. Kendi anne babasına karşı da nankör bir evlat olmuştu. Ülkesine karşı kayıtsız bir vatandaştı. Erkek kardeşlerine ve kız kardeşine karşı sevecen ama mesafeliydi. Arkadaşlarının yanında benlikçiydi. Aşkta tembeldi. Zekâ parlaklığı konusunda sönüktü. Güç konusunda pasifti. Kendi ruhu karşısında kaçımsardı.

Kendi sertliğinden tatmin olmuş, hükmünün katılığından ve gerçekçiliğinden memnun bir halde kanepede yatmayı sürdürüyordu; kollarını geriye doğru havaya kaldırmış, bacaklarını amaçsızca uzatmıştı. Ama her şeye rağmen hâlâ ne kadar da büyüleyiciyiz. Babası, zavallı adamcağız, ağaçlardaki kuşları ve bataklıktaki timsahları büyüleyerek kendine çekebiliyordu. Madeleine de muazzam bir çekiciliğe sahipti ve ayrıca güzelliğe ve de parlak bir zekâya. Sevgilisi Valentine Gersbach da büyüleyici bir adamdı fakat daha hantal, daha yabani bir tarzda. Kalın bir çenesi, başından kelimenin tam anlamıyla fışkıran alevimsi bakır rengi saçları vardı (Thomas Saç Derisi Uzmanları’na ihtiyacı yoktu) ve tahta bir bacakla, bir gondolcu gibi zarafetle eğilip dikleşerek yürüyordu. Herzog’un kendisi de az büyüleyici değildi hani. Ne ki cinsel gücü Madeleine yüzünden hasar görmüştü. Kadınları cezbetme becerisi olmaksızın nasıl iyileşebilirdi ki? İşte bu açıdan kendini tam anlamıyla nekahat dönemindeki biri gibi hissediyordu. Bu cinsel çabaların bayağılığı. Herzog yıllar önce Madeleine’le hayata yeni bir başlangıç yapmıştı. Onu Hıristiyan dünyasından geri kazanmıştı: Tanıştıklarında Madeleine Hıristiyanlığa henüz geçmişti. Büyüleyici babasından miras kalan yirmi bin dolarla yeni karısını memnun etmek için son derece saygıdeğer bir akademik pozisyondan istifa edip Massachusetts’in Ludeyville köyünde kocaman eski bir ev satın almıştı. Birkaç arkadaşının (Valentine Gersbach ailesi) yaşadığı Berkshires’ın huzur dolu ortamında Romantiklerin sosyal görüşlerini ele aldığı kitabının ikinci cildini yazmak kolay olsa gerekti. Herzog, akademik hayatını kötü gittiği için terk etmemişti. Tersine, bu alanda iyi bir üne sahipti. Doktora tezi ilgi uyandırmış, Fransızca ve Almanca’ya çevrilmişti.

İlk yayımlandığında pek fark edilmeyen önceki kitabı şimdi pek çok okuma listesinde görülüyordu ve yeni nesil tarihçiler tarafından yeni bir tür tarihe; “bizi ilgilendiren” –kişisel, engagée–* ve geçmişe, günümüzle bağlantı kurarak bakma ihtiyacını vurgulayan bir tarihe model olarak kabul edilmişti. Daisy’yle evli olduğu sürece Herzog, bir asistan profesörün bütünüyle sıradan, etraftan saygı gören ve tekdüze yaşantısını sürmüştü.

İlk yapıtı objektif bir araştırmayla Hıristiyanlığın Romantizm akımındaki yerini ele alıyordu. İkinci yapıtında daha sert, daha iddialı, daha hırslıydı. Aslına bakılırsa karakteri oldukça çetindi. Güçlü bir iradesi ve polemik konusunda yeteneği, tarih felsefesine düşkünlüğü vardı. Madeleine’le evlenip (karısı öyle olması gerektiğini düşündüğü için) üniversiteden ayrılarak Ludeyville’de mevzilenmekle ayrıca tehlikeye ve uç noktalara, aykırılığa ve çetin sınavlara da düşkünlüğü ve yeteneği olduğunu; “Yıkım Şehri” ile arasında ölümcül bir çekim bulunduğunu da göstermişti. Yapmayı planladığı şey 20. yüzyılın devrimlerini ve çalkantılarını gerçekten hesaba katan; de Tocqueville gibi koşulların eşitliğinin evrensel ve sürekli olarak geliştiğini, demokrasinin ilerlediğini kabul eden bir tarih anlayışı yaratmaktı. Fakat Herzog, bu çalışma konusunda kendini kandıramamış, ondan ciddi biçimde şüphe etmeye başlamıştı.

Amaçları muazzam bir engelle karşılaşmıştı. Hegel onu epey zorluyordu. On yıl önce Hegel’in uzlaşma ve medenilik konusundaki fikirlerini anladığından emindi ama şimdi birşeyler yanlış gitmişti. Endişeliydi, sabırsızdı, öfkeliydi. Aynı zamanda o da karısı da oldukça tuhaf davranıyorlardı. Karısı halinden memnun değildi. Başlangıçta Herzog’un sıradan bir profesör olmasını istememiş ama taşrada geçen bir yılın ardından fikrini değiştirmişti. Madeleine, Berkshires gibi ücra bir yere gömülüp kalmak için fazla genç, fazla zeki, fazla yaşam dolu ve girişken olduğunu düşünüyordu. Slav dilleri üzerine yüksek lisansını tamamlamaya karar verdi. Herzog iş konusunda Chicago’ya mektup yazdı. Valentine Gersbach’a da iş bulmak durumundaydı.

Valentine radyo spikeriydi, Pittsfield’de diskjokeylik yapıyordu. Valentine ve Phoebe gibi insanları bu kasvetli taşra kasabasında yalnız başlarına bırakmak olmaz, demişti Madeleine. Chicago’yu seçmelerinin nedeni, Herzog’un orada büyümüş olması ve sağlam bağlantılarının bulunmasıydı. Böylece Herzog, Downtown Koleji’nde derslere girmeye başladı ve Gersbach da Loop’ta bir radyo istasyonunun eğitim danışmanı oldu. Ludeyville yakınındaki ev kapatılmıştı: Yirmi bin dolarlık ev, içindeki kitaplar ve İngiliz porselenleri ve yepyeni eşyalarla örümceklere, köstebeklere ve tarla farelerine terk edilmişti; Herzog’un babasının binbir güçlüklerle kazandığı bütün o para! Herzoglar ülkenin orta batı kesimine taşınmışlardı. Ne var ki, bu yeni Chicago hayatını yaklaşık bir yıl sürdürdükten sonra Madeleine her şeye rağmen Moses’la ilişkilerinin yürümediğine karar verip boşanmak istedi. Herzog kabul etmek zorunda kaldı; başka ne yapabilirdi ki? Boşanma oldukça acı vericiydi. Herzog, Madeleine’e âşıktı; küçük kızını bırakmak ona dayanılmaz geliyordu. Ama Madeleine onunla evli kalmayı reddediyordu ve insanların isteklerine saygı duymak lazımdı. Kölelik çoktan ölmüştü.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Humboldt’un Armağanı ~ Saul BellowHumboldt’un Armağanı

    Humboldt’un Armağanı

    Saul Bellow

    Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’dan yazarlık, şiir, edebi ün ve başarı gibi meseleler ışığında Amerika’yı anlatan bir modern klasik. Bellow ömrünün son yıllarında alkolizm...

  2. Günü Yaşa ~ Saul BellowGünü Yaşa

    Günü Yaşa

    Saul Bellow

    Modern bireyin açmazlarına trajedi ve mizah duygusuyla ışık tutan Günü Yaşa, Nobel edebiyat ödüllü Saul Bellow’un başyapıtlarından biri. Aktörlük, evlilik ve iş hayatında başarısız...

  3. Bay Sammler’ın Gezegeni ~ Saul BellowBay Sammler’ın Gezegeni

    Bay Sammler’ın Gezegeni

    Saul Bellow

    Bay Sammler’ın Gezegeni, İkinci Dünya Savaşı’nın insan ruhunda bıraktığı yaralara yeni bir geleceğin penceresinden bakan bir başyapıt. Soykırım kurbanı bir Polonyalı Yahudi, tek gözünü...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kontrbas ~ Patrick SüskindKontrbas

    Kontrbas

    Patrick Süskind

    Koku romanı kült bir eser haline gelen Patrick Süskind, bu defa notaların dünyasına girmiş; bir kontrbasçının öyküsünü, ses tonu giderek yükselen bir monolog biçiminde...

  2. Palomar ~ Italo CalvinoPalomar

    Palomar

    Italo Calvino

    İtalyan edebiyatının ünlü kalemlerinden Italo Calvino’nun ölümünden üç sene önce yayımladığı Palomar adlı bu kitabı, yazarın daha önce Corriere della Sera ve Repubblica adlı...

  3. Dorian Gray’in Portresi ~ Oscar WildeDorian Gray’in Portresi

    Dorian Gray’in Portresi

    Oscar Wilde

    “Gerçek miydi? Portre gerçekten değişmiş miydi? Yahut sadece kendi muhayyilesi mi neşeli bir bakışı şeygtanca bir bakış olarak görmesine neden olmuştu? Boyanmış bir tablo...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur