Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Terra Incognita
Terra Incognita

Terra Incognita

Vladimir Nabokov

“Gölgeli bir yer bulup çimene uzanmayı severdi, sağ dirseğinden destek alarak doğrulur, uluslararası durum üzerine uzun uzun konuşur ya da kardeşi Piyotr’dan bahsederdi. Piyotr…

“Gölgeli bir yer bulup çimene uzanmayı severdi, sağ dirseğinden destek alarak doğrulur, uluslararası durum üzerine uzun uzun konuşur ya da kardeşi Piyotr’dan bahsederdi. Piyotr anlaşılan oldukça çekici biriydi –kadınların gözdesi, müzisyen, kavgacı– tarih öncesi bir yaz gecesi Dinyeper Nehri’nde boğulmuştu, muhteşem bir son. Sevgili ihtiyar L.I.’nın anlattıkları ise son derece sıkıcı, gereksiz ayrıntılarla doluydu, koruda dinlendiğimiz bir gün birden gülümseyerek, ‘Piyotr’un bir keresinde köy rahibinin keçisine bindiğinden bahsetmiş miydim?’diye sordu. ‘Evet, evet bahsettin, lütfen tekrar etme!’ diye bağırmak istedim.”
TERRA INCOGNITA

“Nabokov kısa öyküyü romanın ‘Alp Dağlarının doruğuna çıkmış ufak formu’ olarak tanımlamış ve kısa öykülerin uzun eserlerden daha büyük bir zaman ve aksiyon birliğine sahip olduğunu düşünmüştür.”
PRISCILLA MEYER

“Nabokov’un öyküleri tek karaktere yoğunlaşan odaklarıyla benzersizdir. Nabokov’un önceliği ancak içeriden bilinebilen bireysel deneyimdir.”
BRIAN BOYD

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ / OSMAN YENER 7
Müzeyi Ziyaret 13
Meşgul Bir Adam 23
Terra Incognita 35
Buluşma 45
Dudaklar Dudaklara 55
Kara Pazı 71
Müzik 79
Mükemmeliyet 87
Amirallik Sarmalı 99
Leonardo 111
L.İ. Şigayev’in Anısına 123
Çember 131
Bir Rus Güzeli 143
Acı Haber 149
Tembel Duman 155
Seçilmiş 161
Hayattan Bir Kesit 167
Fialta’da İlkbahar 175
Bulut, Şato, Göl 195
İmha Edilen Despotlar 203
Lik 227
Matmazel O. 247
Vasili Şişkov 263
Ultima Thule 271
Solus Rex 299
Yapım Asistanı 325
“Bir Zamanlar Halep’te…” 343
Unutulmuş Bir Şair 355
Zaman ve Unutuş 367
Sohbet, 1945 375
Simgeler ve Semboller 389
İlk Aşk 397
Çifte Ucubenin Yaşamından Sahneler 407
Vane Kız Kardeşler 415
Lance 431
Paskalya Yağmuru 445
Söz 453

Müzeyi Ziyaret 

BİRKAÇ yıl önce Paris’te, Montisert’de iki ya da üç gün geçireceğimi öğrenen bir arkadaşım, büyükbabasının Leroy imzalı portresinin oradaki yerel müzede sergilendiğini duyduğunu söyledi ve benden söz konusu müzeye uğramamı rica etti. Arkadaşımın, kibar bir tarifle, tuhaf huyları vardı; gülümseyerek, kollarını iki yana açarak kuşkulu bir hikâye anlattı. Başkalarının işini yapmaktan hoşlanmam, ayrıca arkadaşımın hayal gücünden kuşku duyuyordum, bu yüzden çok dikkatli dinlemediğimi itiraf etmeliyim. Hikâye az çok şöyleydi: Büyükbabası Rus-Japon Savaşı sırasında St. Petersburg’daki evlerinde öldükten sonra, Paris’teki dairesinin eşyaları haraç mezat satılmış. Portresi, bazı pek bilinmeyen yer değiştirmelerden sonra Leroy’un doğduğu kentteki müze tarafından satın alınmış.

Arkadaşım tablonun gerçekten o müzede sergilendiğinden emin olmak, orada ise satılık olup olmadığını, satılıksa fiyatını öğrenmek istiyordu. Neden müze ile şahsen temasa geçmediğini sorduğumda, birkaç kez yazdığını, ama yanıt alamadığını belirtti. Böyle istekleri kabul etmeyeceğime dair kendime söz vermiştim – ona hastalandığımı ya da seyahat güzergâhımı değiştirdiğimi söyleyebilirdim. İster müze ister tarihî bina olsun, bu tür mekânlar bana itici geliyor; ayrıca çılgın dostumun isteğini saçma buluyordum. Ancak olaylar farklı şekilde gelişti; güneyin ılık ekim havası sona ermek üzereydi, Montisert’in boş sokaklarında bir kırtasiyeci arıyor, her caddenin sonunda karşıma çıkan katedralin uzun çan kulesine bela okuyordum, birden, akçaağaçların sonbahar yapraklarını dökmesini hızlandıran, şiddetli bir yağmura tutuldum. Koşarak saklanacak bir yer ararken kendimi müzenin basamaklarında buldum.

Çok yüksek olmayan bir binaydı, çeşitli renklerde taşlarla inşa edilmişti, sütunları, alınlıktaki fresklerin üstünde yaldızlı bir levhası vardı, bronz kapının iki yanına aslan bacaklı iki taş bank yerleştirilmişti. Kapının bir kanadı açıktı, yağmurun ışıltısında içerisi karanlık görünüyordu. Bir süre basamaklarda bekledim ama damın saçağına rağmen, basamaklar da yavaş yavaş ıslanmaya başladı. Yağmur iyice hızlanınca, yapacak daha iyi bir işim de olmadığı için, içeri girmeye karar verdim.

Girişin düzgün, yankı yapan döşeme taşlarının üstünde yürümeye başlamamla birlikte uzak bir köşeden bir tabure sesi geldi ve müze görevlisi –gömleğinin bir kolu boş, sıradan bir emekli– beni karşılamak için ayağa kalktı, gazetesini kenara koydu ve gözlüğünün üzerinden bana baktı. Paramı ödedikten sonra girişteki bazı heykellere (bir sirk gösterisinin açılış numarası kadar geleneksel ve sıradandılar) bakmamaya çalışarak salona girdim. Her şey olması gerektiği gibiydi: Gri lekeler, cismin uyuması, maddenin maddi niteliklerinin dağılıp çözülmesi.

Her yerde olduğu gibi eski, yıpranmış madeni paralar meyilli kadife yuvalarında yatıyordu. Vitrinin üstünde bir çift baykuş vardı, Kartal Baykuş ve Uzunkulak; Fransızca adları “Büyük Dük” ve “Ortanca Dük”tü. Tozlanmış kâğıt hamurun oyuklarında değerli mineraller sergileniyordu; sivri sakallı, şaşkın bakışlı bir beyefendinin fotoğrafının üstünde çeşitli boylarda siyah yumrular vardı. Donmuş larva dışkısını çok andırıyordu, farkında olmadan önünde durdum, bu yumruların yapısını, niteliğini, neden buraya koyduklarını anlayamadım. Müze görevlisi sessiz adımlarla, saygılı bir mesafe bırakarak peşimden gelmişti; bir eli arkasında, ötekinin hayaleti cebinde, adem elmasının oynamasından anlaşıldığı kadarıyla yutkunarak yaklaştı. “Bunlar nedir?” diye sordum.

“Bilim henüz karar vermedi,” diye yanıtladı, bu tabiri ezberlemişti şüphesiz. Titreyen parmağıyla fotoğrafı işaret ederek, “1895’te belediye başkanı ve Légion d’honneur sahibi Louis Pradier tarafından keşfedildiler,” diyerek aynı sahte ses tonuyla devam etti. “Peki, güzel de kim, niçin onların müzeye konulmasına karar vermiş?” diye sordum. Canlanarak, “Ve şimdi dikkatinizi bu kafatasına verin!” diye bağırdı yaşlı adam, konuyu değiştirmek istediği açıktı. “Ama ben ne olduklarını öğrenmek istiyorum,” diye sözünü kestim. “Bilim…” diyerek tekrar başladı, ama durdu ve öfkeyle, camın tozuyla kirlenen parmaklarına baktı. Bir Çin vazosunu incelemeye devam ettim, muhtemelen bir deniz subayı getirmişti; delikli fosiller; bulanık alkole batırılmış soluk renk bir kurtçuk; Montisert’in on yedinci yüzyıldan kalma kırmızı-yeşil haritası ve bir cenaze kurdelesiyle birbirine bağlanmış üç paslı alet  bir kürek, bir kazma ve bir çapa.

Geçmişi kazmak için, diye dalgın dalgın düşündüm, ama bu kez beni sessizce ve uysalca takip eden, vitrinlerin arasında gidip gelen müze görevlisinden açıklama istemedim. İlk salondan sonra ikinci ve sonuncu bir salon daha vardı, ortasında kirli bir banyo küvetini andıran devasa bir lahit duruyordu, duvarlarda tablolar asılıydı. Birden gözüm iki çirkin peyzajın (sığırlar ve “atmosfer”) arasında duran bir erkek portresine takıldı. Yanına gittim ve büyük şaşkınlıkla, o âna dek dengesiz bir zihnin kuruntusu sandığım şeyle karşılaştım. Kötü bir yağlıboyayla tasvir edilen adam frak giymişti, bıyıkları ve bir ipin ucundaki kıskaç gözlüğüyle Offenbach’ı andırıyordu ama tablonun kötülüğüne ve sıradanlığına karşın, yüz hatlarında arkadaşımla bir benzerlik olduğunu hissettim. Bir köşede siyah fon üzerine kırmızıyla, resmin kendisi kadar sıradan bir el yazısıyla Leroy imzası görünüyordu. Omuzumda sirke gibi kokan bir nefes hissettim ve döndüğümde görevlinin nazik bakışıyla karşılaştım. “Söyler misiniz,” diye sordum, “bu resimlerden birini satın almak isteyenlerin, kiminle görüşmesi gerekiyor?”

Yaşlı adam, “Müzenin hazineleri şehrin onurudur,” diye yanıtladı, “ve onur satılık değildir.” Bu süslü sözcüklerden çekinerek, tereddütle onu onayladım, yine de müze müdürünün adını sordum. Lahitin hikâyesiyle dikkatimi başka tarafa çekmek istedi fakat ısrar ettim. Sonunda Bay Godard’ın adını verdi ve onu nerede bulabileceğimi söyledi. Doğrusu portrenin varlığı hoşuma gitmişti. Bir hayalin gerçekleştiğine şahit olmak, sizin hayaliniz olmasa bile, eğlencelidir. Meseleyi gecikmeden halletmeye karar verdim. Havaya girdiğimde kimse beni durduramaz. Müzeden çevik, yankılanan adımlarla ayrıldım; yağmur durmuş, gökyüzü maviye bürünmüştü, naylon çoraplarında zifos lekeleri olan bir kadın, gümüşi parıltılar saçan bisikletinin pedallarını çevirerek geçti, bulutlar sadece çevredeki tepelerin üzerinde asılı kalmıştı. Katedral bir kez daha benimle saklambaç oynamaya başladı, ama bu kez onu yendim.

Şarkılar söyleyen çocuklarla dolu kırmızı bir otobüsün yavaşlayan tekerleklerinden son anda kurtuldum, asfalt caddeden karşıya geçtim, bir dakika sonra Bay Godard’ın bahçe kapısının zilini çalıyordum. Küçük ama gösterişli döşenmiş, masasının üzerinde malakit mürekkeplik ve şömine rafında çok bilinen bir Çin vazosu olan odasına girdiğimde karşıma zayıf, orta yaşlı, kolalı yakası ve ortasına inci tutturulmuş papyonuyla, suratı Rus av köpeğini andıran biri çıktı; bir yandan elindeki pirzolayı köpek gibi yalıyor, bir yandan da bir zarfa pul yapıştırıyordu. Küçük, kır ensesinin göründüğü aynanın üstünde iki eskrim kılıcı çapraz asılıydı. Duvar kâğıdının çiçeklerinin arasına yer yer güzel bir savaş gemisinin fotoğrafları asılmıştı. “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu, zarfı kapatıp çöp kutusuna atarak. Bu hareketini garipsedim, yine de müdahale etmenin uygun olmayacağını düşündüm. Ziyaret nedenimi kısaca açıkladım, arkadaşımın müzenin teklifini beklememi tembihlemesine rağmen, onun ödemeye hazır olduğu paradan da söz ettim. “Bunların hepsi çok güzel,” dedi Bay Godard. “Ancak yanıldığınız bir şey var – müzemizde öyle bir resim mevcut değil.” “Öyle bir resim mevcut değil demekle ne kastediyorsunuz? Az önce gördüm! Gustav Leroy’un Bir Rus Soylusunun Tablosu.” “Bizde bir Leroy var,” dedi Bay Godard, muşamba kaplı bir defterin sayfalarını çevirerek ve kirli tırnağıyla aradığı kaydı işaret ederek. “Ancak bu bir portre değil, bir kır manzarası: Sürünün Dönüşü.” Beş dakika önce tabloyu bizzat gördüğümü ve dünyada hiçbir gücün aksini ispat edemeyeceğini yineledim. “Kabul ediyorum,” dedi Bay Godard, “ama ben de deli değilim. Müzemizin neredeyse yirmi yıllık küratörüyüm ve bu kataloğu Tanrı’nın kelamı kadar ezbere biliyorum. Burada Sürünün Dönüşü yazıyor, yani sürünün dönüşünü anlatıyor, arkadaşınızın büyükbabası çoban olarak resmedilmediyse, müzemizde onun portresini bulabileceğinizi sanmıyorum.” “Frak elbisesiyle,” diye inledim. “Yemin ederim, frak elbisesiyle!”

“Müzemizi genel olarak nasıl buldunuz?” diye kuşkuyla sordu Bay Godard. “Lahiti beğendiniz mi?” “Dinleyin,” dedim (sanırım sesim şimdiden titremeye başlamıştı), “bana bir iyilik yapın – şimdi birlikte müzeye gidelim ve bir anlaşma yapalım, portre oradaysa onu bana satın.” “Ya değilse?” diye sordu Bay Godard. “Yine de sözünü ettiğim miktarı ödeyeceğim.” “Peki,” dedi. “Şu kırmızı-mavi kalemi alın ve kırmızı tarafıyla –kırmızı lütfen– söylediklerinizi kâğıda dökün.” Heyecanla isteğini yerine getirdim. İmzama baktığında Rus adlarını zor telaffuz ettiği için üzüldüğünü söyledi. Sonra kendisi de imzaladı ve kâğıdı aceleyle katlayarak yeleğinin cebine koydu. Kolluğunu çıkararak, “Gidelim,” dedi.

Yol üstündeki bir dükkâna girdi ve bir paket cıvık karamela aldı, ısrarla bana ikram etti; kesin bir dille reddedince, birkaçını avucuma sıkıştırmaya çalıştı. Elimi hemen geri çektim. Karamelalardan birkaçı yere düştü; onları yerden toplamak için durdu, sonra arkamdan koşarak bana yetişti. Müzeye yaklaştığımızda, önüne kırmızı bir turist otobüsünün park ettiğini gördük. “Aha,” dedi Bay Godard memnuniyetini belli ederek. “Bugün çok ziyaretçimiz var.” Şapkasını çıkardı, önünde tutarak gösterişli bir tavırla basamakları çıktı. Müzede her şey yolunda gitmiyordu. İçeriden kaba çığlıklar, uygunsuz kahkahalar, hatta kavga sesleri geliyordu. İlk salona girdik;

yaşlı müze görevlisi, yakalarında bayram armalarıyla kutsalı kirleten iki kişiyi tutmaya çalışıyordu, suratları morarmış, galeyana gelmiş bu adamlar belediye başkanına ait eşyaları vitrinden çıkarmaya çalışıyordu. Öteki gençler, yerel bir atletizm teşkilatının üyeleri, alkole batırılmış kurtçukla, diğerleri bir kafatasıyla eğlenip gürültü yapıyorlardı. Şakacılardan biri bir sergideymiş gibi, buharla çalışan radyatörün borularına hayranlığını anlatıyordu; bir başkası yumruk yaptığı elinin işaretparmağıyla bir baykuşa hedef alıyordu. Yaklaşık otuz kişiydiler, itişip kakışmalar, bağırtılar gürültüyü artırıyordu. Bay Godard ellerini çırptı ve “MÜZE ZİYARETÇİLERİNİN KIYAFETİ DÜZGÜN OLMALIDIR” yazılı tabelaya işaret etti. Sonra ardında ben, ikinci salona doğru yürüdük. Hepsi bir anda peşimize takıldı. Godard’ı portreye yönlendirdim; önünde donup kaldı, göğsü şişti, hayranlıkla seyredecekmiş gibi geri giderken ayakkabısının ince yüksek topuğuyla arkasındaki birinin ayağına bastı. “Harika bir tablo,” dedi içtenlikle. “Pekâlâ, küçük hesaplar yapmayalım.

Haklısınız, katalogda bir yanlışlık olmalı.” Konuşurken, parmakları kendiliğinden hareket ediyormuş gibi yırttığı sözleşmemizin kırpık parçaları koca bir tükürük hokkasına kar taneleri gibi yağdı. Çizgili gömlekli biri, “İhtiyar maymun kim?” diye sordu, arkadaşımın büyükbabası tabloda, elinde yanan bir puroyla resmedilmişti, başka bir şakacı bir sigara çıkardı ve portreden ateş istiyormuş gibi yaptı. “Pekâlâ, fiyat konusunda anlaşalım,” dedim, “ve her halükârda buradan çıkalım.” Bay Godard, meraklılardan birini kenara iterek, “Yol verin, lütfen,” diye bağırdı. Salonun sonunda daha önce fark etmediğim bir çıkış vardı, oradan geçtik. “Ben karar veremem,” diye haykırıyordu Bay Godard. “Karar verme yetkisi ancak yasayla desteklendiğinde iyi bir şeydir. Konuyu önce belediye başkanıyla görüşmeliyim, başkan geçenlerde öldü, henüz yenisi seçilmedi. Tabloyu satın alabileceğinizi sanmıyorum, yine de size diğer hazinelerimizi göstermek isterim.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Rua, Dam, Vale ~ Vladimir NabokovRua, Dam, Vale

    Rua, Dam, Vale

    Vladimir Nabokov

    “Bütün romanlarımın en şenliklisi, şu hergelenin cingözüdür. Karmaşık ve esritici oluşunu ne sürgün, ne yokluk, ne özlem etkiledi. 1927 yazında Pomeranya Körfezi’nin kumsallarında yaratıldı,...

  2. Göz ~ Vladimir NabokovGöz

    Göz

    Vladimir Nabokov

    “O kadınla, o Matilda’yla Berlin’deki émigré varoluşumun ilk yıllarında tanıştım, iki zaman diliminin yirmili yıllarının başlarında: bu yüzyılın ve kendi berbat hayatımın…” Göz, s.11...

  3. İhtişam ~ Vladimir Nabokovİhtişam

    İhtişam

    Vladimir Nabokov

    “Yıldızlı evrenin trapezlerinde uçaninsan düşüncesi, altında uzanan matematikle birlikte, ağla çalışan ama birdenbire ağın aslında orada olmadığını fark eden bir akrobata benzer – Martin...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır ~ Jan-Philipp SendkerKalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır

    Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır

    Jan-Philipp Sendker

    Manhattan’da tıpkı kaybettiği babası gibi başarılı bir avukat olan Julia on yıl sonra kardeşi U Ba’dan bir mektup alır. Dünyanın öteki ucunda onu babasının...

  2. Kalbin Görünmez Öfkeleri ~ John BoyneKalbin Görünmez Öfkeleri

    Kalbin Görünmez Öfkeleri

    John Boyne

    Peder James Monroe, Batı Cork’un Goleen bölgesinde bulunan Denizin Yıldızı Meryem Ana Kilisesi’nin sunağında dikilip annemi orospulukla suçlamış. Gerçi bu olay onun, biri Drimoleague’de...

  3. Fırtına Çiçekleri ~ Laura KinsaleFırtına Çiçekleri

    Fırtına Çiçekleri

    Laura Kinsale

    Jervaulx Dükü keskin zekâlı, yetenekli bir adam olsa da skandal gazetelerinde adı sürekli geçen ahlaksız, cüretkâr, müsrif ve bir o kadar da tehlikeli biridir....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur