Savaşın Gölgesiyle Yaşamak…
Jason Wallace’ın, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı Costa 2010 Çocuk Kitapları Ödüllü Gölgelerden Uzakta adlı romanı, 1983 Zimbabve’sine doğru yürek burkan bir yolculuğa çıkarıyor okurlarını. Eleştirmenler tarafından “Bir edebiyat klasiği”, “Cesur ve çarpıcı bir öykü” gibi pek çok övgü dolu tanımlamaya değer görülen eser, Zimbabve halkının şahit olduğu amansız bir kurtuluş savaşının gölgesinde kurulmuş; ırkçılık, derebeylik, ahlâk ve politika kavramlarını gündeme taşıyan dikkat çekici bir okuma deneyimi sunuyor.
Kanlı savaş nihayet sona ermiş ve bağımsızlığın ilan edilmesiyle Robert Mugabe yönetime getirilmiştir. Dünya kamuoyu, Afrikalı siyahîlerin özgürlüklerine kavuşmaları ve beyazlarla eşit haklara sahip bir yaşam sürmeleri için yükselen vaatlerle çalkalanmaktadır. Afrika halkını devrim niteliğinde bir değişim beklemektedir.
Robert Jacklin’in hayatı da Afrika halkının kaderi gibi yeni bir dönemece girmiştir: Yeni bir kıta, yeni bir ülke ve yeni bir okul. Jacklin’in sınıf arkadaşlarından bazıları, eski ülkelerini geri istemekte ve Afrika’nın yeni siyahî hükümetini reddetmektedir. Herkesin kafalarının içerisinde dinmek bilmeyen silah seslerinin yankılandığı bir kaos ortamı yaşanırken, Robert Jacklin bu yeni hayatına bir an önce ayak uydurmak zorundadır; hem de İvan gibi çocuklarla… Son derece zeki ve kurnaz bir çocuk olan İvan için verilecek son bir mücadele kalmıştır. Bunun üstesinden ya gelecek, ya gelecektir.
Zimbabve’nin savaş sonrasında yaşadığı tüm iç gerginlikleri, korkunun hiç dinmeyen gölgesinden çok uzaklara taşıyarak kâğıda döken Jason Wallace, hem gençlerin hem de yetişkinlerin uzun süre etkisinden kurtulamayacakları dokunaklı bir kitaba imza atmış.
“Bir çocuk edebiyatı klasiği.”
Daily Express
“Samimi, cesur, çarpıcı ve unutulmaz bir öykü.”
Marcus Zuzak
“Orijinal, can alıcı ve şok edici.”
Good Book Guide
“İlk gençlik için fevkalade bir roman… Şaşılacak derecede orijinal bir çıkış… Çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecini giderek artan politik uyumsuzluk içinde yaşamak romana bir öncelik hissi kazandırmış ve kitabın yoğunluğu, dramı ve temposu sağlam bir etki yaratıyor.”
The Bookseller
“Sonuna geldiğinizde dönüp tekrar okuyacağınız iyi bildiğiniz, nadir rastlanan, olağanüstü kitaplardan biri. Aynı zamanda tanıdığınız herkese önerme mecburiyetinde bırakan can alıcı ve kışkırtıcı bir kitap.”
Brown Books for Students
Bir
Hadi yap, çek tetiği, diye geçirdim içimden. O an tek istediğim buydu çünkü henüz on üç yaşındaydım, ümitsizdim ve her şey ama kesinlikle her şey ailemin beni içine sürüklediği yazgıdan daha cazipti. Bir eli, belindeki tabancada olan polis memuru, homurtular çıkaran motosikletinin üstünde, güneş gözlüklerinin arkasından çevreyi gözlüyordu. Yeni Başbakan’ın konvoyundaki eskortlardan biriydi, görevi sivil arabaları yoldan temizlemekti. Sürücüler zamanında durmazlarsa, onları vurmaya yetkiliydi. Asfalt yoldan çekilmezlerse ya da dursalar dahi, içindeki yolculardan şüphelendiği ya da kasten oyalandıklarını düşündüğü takdirde onları vurabilirdi. Kendi vatanımdaki polis memurlarına hiç benzemiyordu. Vatanım, dedim içimden. Eski bir acı mideme saplandı. İngiltere ve Britanya artık çok uzak kaldı. Benim için bu yer yani Afrika, bambaşka bir alemdi. Gözlerini bizden ayırmayan bu motosikletli polise, arabanın içinden bakarken Britanya, başka bir gezegendeymiş kadar uzak geliyordu. İç çektim. Babam tamamen yanlış anladı ve bronzlaşmış bileğindeki saatini gözüme soktu.
Daha çok zamanımız var, ilk günden geç kalmayasın diye her şeyi hesapladım’ dedi. Korktuğum başıma gelmişti: dualarım boşa çıkmıştı. Babamın fikir değiştirip bizi evimize geri götüreceğine dair umudum sönmüş, hayallerim suya düşmüştü. Polis memuru hiç kımıldamıyordu. Kara derisi terden parlayan adam, annemi, babamı ve beni gözleriyle baştan aşağı tararken, kaskatı, hiç konuşmadan bekledik.
Sıcaklık gittikçe artıyordu, rüzgâr bir süredir esmiyordu. Arabanın ön camına çarpan böcekler vızıltılar çıkararak döne döne kuru çimenlerin üzerine iniş yapıyordu. Dünyanın en ücra köşesinde, işte buradaydık. Biraz sonra bir araba konvoyu süratle önümüzden geçti, gizemli ve koyu renkli arabalardan oluşmaktaydı. Karartılmış camların ardındakini göremediğimiz için hangisinin Başbakan’ın arabası olduğunu anlayamadım, ancak, ortadaki bayraklı, en büyük ve en parlak Mercedes gözümden kaçmamıştı. ‘Şunu gördünüz mü?’ Babam, bir oyuncak mağazasının önünde donakalmış bir çocuk gibi şapşal bir ifadeyle konuşuyordu. ‘İşte büyük, çok büyük bir adam. Halkına özgürlük verdi; bundan daha önemli bir başarı ne olabilir ki?’ Dikiz aynasındaki gözler, şaşkın bakışlarıma takıldı. ‘Sana verdiğim kitabı okumadın mı?’ Başımla okuduğumu belirttim, yalan söylüyordum ama babam zaten benim tarih kitaplarından nefret ettiğimi bilirdi. ‘Asırlar boyunca Avrupalılar Afrika’yı bir oyun sahası gibi gördüler.
Burayı aramızda paylaştık, bütün zenginliklerini çaldık ve burada yaşayan zavallı halka zırnık kadar değer vermedik.’ Annem iç çekti ama babam her zamanki gibi gevezeliğe başlamıştı bir kere. ‘Britanya bu bölgeyi istila etti ve adını Rodezya olarak değiştirdi. Ama siyah Afrikalılar ülkeleri için savaştılar ve en sonunda güce denge getirdiler, evlat. Beyaz azınlığın hâkimiyeti sona erdi, Tanrıya şükürler olsun. Artık Rodezya diye bir yer yok. Burası Zimbabve. Savaş bitti. Bu adam ülkesi için harika işler yapacak, bak buraya yazıyorum. O bir kahraman.’ Onu geçiştirmek için başımı sallarken babamın bir lafına takılmıştım: güce denge getirdiler.
Bu, bana tuhaf gelmişti çünkü aklıma bir tahterevalliyi getiriyordu. Bir taraf yukarıdayken ötekisi aşağıdadır, asla sabit bir denge sağlanamaz. Konvoyun son arabaları, motosikletli polislerin sirenleri eşliğinde geçip gitti. Bizim polis de onlara katıldı, arkasından bıraktığı kızıl toz bulutu, arabanın içine dolarak bizi dumana boğmuştu. ‘Evet, gerçek bir kahraman. Onun hakkında hiç bir şeyler biliyor musun hayatım?’ Babam annemle konuşuyordu. ‘Onunla tanışabilseydim, bir odada onunla aynı havayı soluyabilseydim, hayatımın en mutlu günü olurdu.’ Sanki bu dileği sahiden gerçekleşecekmiş gibi ahmakça kahkahalar attı. Babam, Bay Mugabe ile asla tanışamadı. Benim öykümse, onunkinden epey farklıydı.
İKİ
Ana yoldan çıktık ve üzerinde Haven Lisesi yazılı büyük taş sütunların önünden geçtik. Sağlı sollu söğüt ağaçlarının bulunduğu yolu tırmandıktan sonra tekrar yokuş aşağı inip, yatılı okul yerleşkelerine ulaştık. Küçük otoparkın araçlarla dolup taşmış görüntüsü bana medeniyeti hatırlatmış, yüreğime su serpmişti. Ocak güneşinin kavurucu ışınları arabaların camlarından etrafa saçılıyordu. Babam kontağı kapattı ve bir müddet konuşmadan oturup, sanki bir abide ya da mühim bir binaymış gibi Selaous Yerleşkesi’ni (benim yerleşkem) seyretti. Heyecanlı bir sesle ‘Adını Rodezya’nın kurucularından Frederick Courteney Selous’tan alıyor’ dedi sonunda. ‘Okuldaki beş yerleşkenin hepsi, adını Rodezya’nın kurucularından alır. Önemli kişilerin isimlerini binalara ve bazı muhitlere vermek, beyaz yönetimin baskı yöntemlerinden sadece biriydi.’ Başını anlamlı bir edayla salladı. ‘Ancak bunlar geçmişte kaldı. Sömürgecilik asla işe yaramayacak, çağ dışı bir düşüncedir. Her kim olursan ol, başkalarının toprağına bayrak dikip onlar üzerinde hak iddia edemezsin. Burası Afrika ve burada Afrikalılar yaşıyor. Siyah halk ayaklanmakta gayet haklı.’
Çevremizdeki ailelerin ve erkek çocukların çoğunluğu beyaz olmasına rağmen, burada bulunmaktan kesinlikle mutlu değildim, babamınsa benimle ilgilendiği yoktu. Sessizliğimi bozmaya karar verdim. ‘Yani savaşın nedeni bu muydu?’ dedim. ‘Toprak mı?’ Babam çimenli bölgede tek başlarına bekleyen siyah aileyi bana gösterdikten sonra ‘Savaşın nedeni buydu işte’ dedi. Oradaki ufak tefek oğlan çocuğu ayakkabılarına bakarken, ailesi de rahat görünmeye çalışıyordu. ‘Değişim rüzgârları. Herkes için eşit fırsat. Onun gibi çocuklar bağımsızlık savaşından önce böyle bir okula asla kabul edilmezdi. Sırf derisinin rengi yüzünden insanlara baskı yapamazsın.
Daha ne olsun evlat? Sence bu adil mi?’ ‘Hayır’ dedim. ‘Bu son derece yanlış.’ Babamın beni duyup duymadığından emin değildim. ‘Beyazlar kendilerinden utanmalı.’ Arabadan indi ve hevesle ailenin yanına gitti. Birden üç yetişkin kahkahayı basınca, beyaz ailelerden bazıları otarafa bakıp bakıp kafalarını salladı. Annem önde sessizce oturmuş yelpazesiyle yüzünü serinletiyordu. Yol boyunca ağlamıştı. ‘Çok da kötü değil’ dedi, Noel boyunca bunu sık sık tekrarlamıştı; hediye paketlerini yaz sıcağında açmanın hissettirdiği tuhaflığa rağmen, annemin verdiği sözler beni cesaretlendirmişti, hatta bugüne kadar sanki okul hiç başlamayacakmış gibi gelmişti. Ama sonunda başlamıştı işte. ‘Pek çok arkadaş edineceksin, üzülmeye vaktin bile kalmayacak.’ Oturduğumuz yerden babamı izledik. Üst sınıflardan iki uzun boylu çocuk, yanından geçerken babamı kibarca selamladı. Babam göğsünü şişirdi, elini sakalına attı ve neşeli bir sesle karşılık verdi. Bugün tuhaf görünüyordu, Londra’ya özgü ve işe giderken giydiği takım elbiselerinden birini giymişti. Öteki babaların hepsi kısa kollu gömlek, şort, çöl botu ve uzun çoraplarla gelmişlerdi.
Eşleriyse İngiliz televizyon programlarından görmeye alışık olduğum çiçek desenli elbiseler giymişlerdi. ‘Babanı suçlamamalısın’ dedi annem. ‘Geçmişinde çok şey atlatmış, ailesi hep parasızmış. Sana kendisine sunulmayan fırsatlar sunmak istiyor.’ Burnunu kâğıt mendille nazikçe sildi. ‘Büyükelçilik masraflarımızı karşılamayı teklif ederek, çok büyük bir cömertlik gösterdi. Babanın maaşıyla seni böyle bir okulda okutmamız imkânsızdı.’
‘Başka bir iş bulabilirdi.’ Kravatımın bağına bakarak itiraz ettim. ‘İngiltere’deyken her zaman kafayı üşütmüş bir tarih öğretmeni gibi davrandı, en baştan bu işe girebilirdi.’ ‘Allah aşkına. Kabalık etme.’ Annem benimle konuşuyor ama başka yöne bakıyordu. Burnunu çekti. ‘Bu ülke artık bizim evimiz’ diye devam etti, aslında bunu kendisi de kabullenemiyordu. Zorla gülmeye çalışıyordu. ‘Bu sefer hiç sorun yaşamayacağız. Ben buna inanıyorum, gerçekten inanıyorum. Babanın eski iş yeri onun… yeteneklerini takdir etmezdi, ancak yeni işinde ayaklarının yere sağlam basacağından eminim. Artık her şey çok farklı olacak.’ ‘Ama ben bu ülkeye tamamen yabancıyım’ dedim, savunmama devam ederken gözüm çimenlerin üzerinde bekleyen o ufak tefek çocuktaydı.
Sonra o da bana bakmaya başladı. ‘Ya beni sevmezlerse?’ Annem tekrar bana döndü. ‘O zaman biz de geri döneriz, göbeğimizden bağlı değiliz ya. Sana söz veriyorum. Orası bizim anavatanımız. Yeniden bir ev tutarız ve oraya yerleşene kadar büyükannende kalırız. Kapım size daima açıktır der hep. Zaten gittiğimizden beri bizi çok özlemiştir.’ Annem şimdi sahiden gülümsüyordu. ‘Ama bana en azından mutlu olmayı deneyeceğine söz vermelisin. Bunu başarırsan, sana kıyak geçmeyi düşünebilirim. Baban beni nadiren de olsa dinler, benim sözlerime önem verir. Belki tayinini isteyebilir; devlet görevlerinde bu tür müracaatların sık sık yapıldığına eminim. Anlaştık mı?’ Başımı ikna olduğumu belirtircesine salladım, onun iyimserliğine güvenebileceğimi biliyordum. Annem arka koltuğa uzandı ve bana sarıldı. Babam sabırsız beni yanına çağırıyordu. ‘Artık yetişkinlerin okulundasın Robert, diğer oğlanların bu manzarayı görmelerini istemezsin’ dedi yanına gittiğimde. O zamana kadar bana hep Bobby derdi. Anlaşılan Bobby’yi evde bırakmıştık, keşke ben de evde kalabilseydim. Başımı öne eğip derimi tırmalayan ve bana bol gelen mavi kazağımı çekiştirdim.
Babam yine o ufak çocuğu işaret ediyordu. ‘Sana yeni bir arkadaş bulduk’ dedi. ‘Onun da ilk günüymüş. Adı Nelson. Nelson, bu Robert. Artık yakın arkadaş olacaksınız.’ Nelson’un babası gülümsedi, arkadaşlığımızı o da onaylıyordu. Nelson ise babası onu dürtene kadar kımıldamadı, ardından usulca başıyla selamladı. Dolu dolu gözlerine bakılırsa o da benim gibi kötü bir gün geçiriyordu.
Sinirli sinirli kahkahalar attık. Her zaman duyabileceğiniz türden kahkahalar değildi. ‘Rica edersen, Nelson bavulunu taşımana yardım edebilir’ dedi babam. Başımı yine öne eğince, babam kollarını kavuşturdu. Lekelenmiş gömleğinin, göbek tarafından sıktığı belli oluyordu. ‘Hadi ama yapma bunu. On üç yaşına geldin’ dedi, sanki ben bilmiyormuşum gibi. Nelson ve ailesi beni izliyordu, başımı çevirip uzaklara baktım. ‘Bavulunu taşıma zamanı Robert. Yukarı çıkacaksın.’ ‘Annem de gelebilir mi?’ ‘Annenin sıcaklarla arası iyi değildir.’ ‘Gelmesini istiyorum, lütfen. Sen işlerini halledene kadar benimle kalamaz mı? Yukarı çıkacaksın lafı hiç hoşuma gitmemişti. Babam hareketsiz bekliyordu, sonra kollarını çözdü. ‘Dur bakalım, bir düşüneyim.’ Cüzdanını çıkardı ve iki tane on dolarlık banknot çıkardı, biraz düşündükten sonra birini tekrar cüzdanına yerleştirdi. ‘Al. Ve ilk haftadan hepsini şekere harcama.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGölgelerden Uzakta
- Sayfa Sayısı112
- YazarJason Wallace
- ISBN9789944693486
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Suç ve Ceza (2 Cilt) ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Suç ve Ceza (2 Cilt)
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Edebiyat tarihinin en sinsi ve kötü karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkan Raskolnikov bile sonunda eline geçirdiği ilk fırsatta gerçek sevginin ne olduğunu öğrenecektir. Ayrıca...
- Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro
Maurice Leblanc
Arsen Lüpen’in doğuşunu anlatan macera başlıyor! Arsen Lüpen’in ünlü ve yetenekli bir hırsıza nasıl dönüştüğünün, ilk aşkının, evliliğinin ve hayatı boyunca cevabını arayacağı soruların ortaya çıkışının hikâyesi bu.
- Tırpanlı Adam ~ Terry Pratchett
Tırpanlı Adam
Terry Pratchett
“HASAT, TIRPANLI ADAMIN ONU ÖNEMSEMESİNDEN BAŞKA, NE UMUT EDEBİLİR?” Kült yazar Sör Terry Pratchett’ın, dünya çapında 85 milyonun üzerinde satan 41 kitaplık “DiskDünya” serisi, çok ama...